insan bilinci ve bilincin sınırlarını konuşmak ve tartışmak (birlikte düşünmek) varken, uğraştığımız ve dolayısı ile üzerinde konuştuğumuz şeylere (bunu kalabalıkları dikkate alarak söylüyorum) bakınca, insan kendisine acınası bir varlık gibi görünüyor. sahib olmayı hiç hak etmediği (realiteye bakınca görünen bu) bir bilince sahib onlarcası.
adalet ve eşitlik kavramları halk arasında intikam anlamında kullanılır. biri mağdur olduğunda karşı tarafında aynı mağduriyeti yaşaması yada hak ettiğini varsaydığı şeyi almak için adalet der. oysa intikam istiyende bunu böyle yapıyor.
o halde adalet ve eşitlik kavramları üzerine yeniden düşünmek bir zorunluluktur. ama öznel bir adalet (bir çokları için intikam) üzerine bencilce düşünmekten kaçınıp, evrensel bir adalet üzerine düşünmeyi deneyince bakın neler oluyor
adalet ve eşitlik, insan aklının ve vicdanının temas edebildiği en temel ideallerden ikisi. ancak bu kavramlar ne kadar yüce olursa olsun, gerçeklik içinde tam karşılık bulmaları mümkün müdür? düşünmekten kaçınamayan biri için bu sorunun cevabı basit değil. çünkü realiteye baktığımızda, doğuştan itibaren eşitsizliklerle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. bireyler, aynı yetilerle doğmadıkları gibi, aynı sosyal, ekonomik ve kültürel şartların içine de doğmazlar. bu başlı başına eşitliğin imkânsızlığını ortaya koyar.
bunun ötesinde, toplum ve devlet gibi organizasyonlar (padişahlık ve krallıkta da bu böyledir), doğası gereği hiyerarşik yapılar oluşturur. bu yapıların içinde bazıları karar verici, bazıları ise kararların muhatabı olur. demokrasi dahi, hukuki eşitlik vaadine rağmen, karar vericiler ve halk arasında bir güç farkı yaratmaktan kaçınamaz. milletvekilleri, devlet başkanları ve yargı mensupları gibi seçilmiş ya da atanmış bireyler, hukuki sistem içinde ayrıcalıklara sahip olurken, sıradan bir vatandaşın aynı erişim imkânlarına sahip olması neredeyse imkânsızdır.
aynı suçtan yargılanan biri milyonluk bir avukat ordusuna sahipken, diğeri mahkemede yalnızca standart bir avukat desteğiyle savunuluyorsa, yasanın önünde herkesin eşit olduğunu nasıl söyleyebiliriz?
ancak bu, adalet ve eşitliğin tamamen bir yanılsama olduğu anlamına gelir mi? tam olarak değil. çünkü bu idealler, ulaşılabilir olmasalar bile, yön gösterici pusulalar olarak var olmaya devam eder. burada asıl soru, gerçeklik içinde adalet ve eşitliği nasıl konumlandıracağımızdır. eğer bu kavramları, asla ulaşamayacağımız ama takip etmekten vazgeçmeyeceğimiz idealler olarak görürsek, en azından bir mihenk noktası oluşturabiliriz.
düşünsel olmasına rağmen ortak bir zemin oluşturduğumuzda, gerçeklik ve ideal arasındaki uzlaşının ancak doğanın, toplumun ve bireylerin çıkarlarını dengede tutarak sağlanabileceğini görürüz. belki de ulaşamayacağımızı bildiğimiz halde bu ideallerin peşinden gitmek, insan aklının ve vicdanının en büyük sınavıdır.
realite bize her seferinde eşitsizlikleri gösterirken, aklımız ve vicdanımız, bu eşitsizlikleri nasıl en aza indirebileceğimizi sorgulamaya devam etmek zorundadır. belki de asıl mesele, eşitliği sağlamak değil, eşitsizliği azaltmanın yollarını aramaktır.
çelişkiyi yok etmeye çalışmak, insanın kendi aklına ihanet etmesi olur. çünkü çelişkiler yok edilemez, ancak daha belirgin hale getirildiğinde anlam kazanır. işte bu yüzden, adalet ve eşitlik üzerine düşünmek, bu çelişkileri kabul etmekle başlar. ve belki de, gerçek adalet ve eşitlik, bu çelişkilerle yüzleşebilenlerin oluşturduğu bir uzlaşı noktasında mümkündür.
ideal olarak adalet ve eşitlik akli bir zorunluluk olarak görünüyor ama aklın faal olabilmesi için insanın duygularından (öfke ve arzularından) büyük ölçüde arınması gerekiyor. içinde yaşadığımız toplumun öfke ve arzuları ile eylediğini düşündüğümüzde adalet ve eşitlik düşüncesinin kendisi dahi bir ayrıcalık haline geliyor. sadece bir düşünce ve ideal ama ayrıcalık. tabi bencil olmayan, rasyonel, analitik ve ilkeli düşünebilenler için...