çalışanların birlikte hareket etme bilinci; sendikalara veya herhangi bir kuruma ya da devlet kadrolarına duyulan güven değil; emeğin kendisine, hakka ve dayanışmaya duyulan ilkeli bağlılıktır.
onlarca insan bunun içine doğdu. onlara biçilen yer, emek veren - çalışan - üreten - yaratan sınıfın içi oldu.
sistem hazırdı... bir yanda daha çok kazanmak için her yolu kendine mübah gören işveren ve işveren vekilleri; diğer yanda, yaşamını sürdürmek için emeğinden başka sermayesi olmayan emekçiler.
insan çalışmak zorunda, çünkü yaşamak zorunda. ama bu çalışma, çoğu zaman sömürüye, hak gaspına ve sessiz kabullenişe dönüşmekte...
emek verenlerin büyük bir kısmı emeğinin karşılığını almak için rica-minnet yalvarmakta resmen. geri kalanların da büyük bir kısmı alamadığı hakları için ağlayıp-sızlamakta...
çünkü sistem, emekçilerin yalnız ve bilgisiz kalması üzerine kurulu (hiç bir işveren yada vekilinin, bir çalışana "senin anayasal hakların var, bunları bilmeli ve haklarına sahip çıkmalısın" dediğini göremez kimse).
oysa emekçiler yalnız ve bilgisiz değiller; emek veren ve emeğinin karşılığını almak için direnen onlarcasının olduğunu herkes biliyor.
çalışanın üzerine düşen sadece üretmek değil; aynı zamanda haklarını bilmek ve gerektiğinde savunmak...
bu hak ne reklamlarda ne de yöneticilerin insafında yazılı. bu hak yasa metinlerinde, anayasa maddelerinde, iş kanunlarında ve uluslararası sözleşmelerde yazılı. o halde bu metinleri bilmek, yalnızca bir tercih değil; insanca yaşamak için bir zorunluluk.
insanı hayvandan ayıran akıl ilkelerle yol alır. emekçinin elinde ise ilkelere dair yasal sözleşmeler dışında bir şey yok.
sermaye sahipleriyle masa başına oturulduğunda, orada sadece doğaçlama sözler değil, madde madde yasa konuşulur. o yasayı bilmeyen, o masada varlık gösteremez.
dahası, yalnız başına o masaya oturmak mümkün değildir. bu nedenle birlikte hareket etmek, örgütlenmek, yasal zeminlerde kenetlenmek kaçınılmazdır.
bireysel itiraz sistem tarafından kolayca yutulur; ama kolektif duruş (örneğin sendikal birliktelik) sistemin dengesini sarsar. bu nedenle sendika, sadece hak arama aracı değil; ayakta kalma stratejisidir.
bu yazıda, çalışanın ne yapması gerektiğini değil, neyi neden yapmak zorunda olduğunu tartışmak istiyorum.
örgütlenmek, yasa dışı bir eylem değil; yasaların doğrudan tanıdığı ve koruduğu bir haktır. çalışanların bu hakkı ayrıca talep etmeleri anlamsız; zaten sahip oldukları bu hakkı hiç akıldan çıkarmamaları ve sürekli gündemde tutmaları kafi...
çünkü sendika bilinci, yalnızca bir kuruma güvenmek değil; emeğin, hakikatin ve dayanışmanın tarafında durmaktır.
insan, yaşamını sürdürebilmek için emek vermek zorundadır. ancak bu emek, yalnızca fiziksel bir çaba değil; aynı zamanda insanın onurunu, yaşam kalitesini ve toplumsal varlığını da belirleyen temel bir değerdir. bu nedenle emek, yalnızca üretim sürecinin değil, aynı zamanda toplumsal adaletin ve insan haklarının da merkezindedir. işte bu noktada sendikal bilinç doğar; bireyin kendi emeğinin değerini anlaması ve bu değeri koruyabilmek için kolektif hareket etme ihtiyacını fark etmesi...
sendika bilinci, herhangi bir kuruma ya da kişiye bağlılık değil; ilkeye, yani emeğin dokunulmazlığına ve hakkın meşruiyetine duyulan sadakattir. bu bilinç, bireyin yalnız olmadığını fark etmesiyle başlar. benzer koşullarda çalışanların, benzer sorunları yaşadığını görmesi, dayanışmanın gerekliliğini ortaya koyar. bu da, örgütlenmeyi yalnızca bir hak aracı değil, aynı zamanda insan onurunun ifadesi haline getirir.
bu bağlamda türkiye cumhuriyeti anayasası'nın 51. maddesi açıkça şöyle der;
"çalışanlar ve işverenler, üyeleri arasında ayırım gözetmeksizin önceden izin almaksızın sendika kurma ve bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptir. hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz."
bu madde, sendikal örgütlenmenin bir anayasal hak olduğunu gösterir. bu hak, herhangi bir makama bağlı olmaksızın kullanılabilir. emekçinin sendika kurması ya da mevcut bir sendikaya üye olması, bir lütuf değil; anayasal güvencede olan temel bir haktır.
ancak sendikal bilinç, yalnızca üyelikle sınırlı değildir. bu bilinç, gerektiğinde sendikaya dahi eleştirel bakabilmeyi içerir. çünkü sendikalar da insanlar tarafından yönetilir. kimi zaman yanlış kararlar alabilir, siyasi ya da kişisel çıkarlar doğrultusunda hareket edebilir. işte burada farkındalık belirleyici olur. sendikal bilinç, sendikacılara duyulan körü körüne güven değil; emeğe, hakka ve dayanışmaya duyulan ilkeli bir bağlılıktır.
bu bilinç düzeyi, 6356 sayılı sendikalar ve toplu iş sözleşmesi kanunu'nda da desteklenmektedir. kanunun 3. maddesi durumu şöyle tanımlar;
"sendikalar, çalışanların ve işverenlerin, üyelerinin çalışma ilişkilerinde ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek amacıyla kurdukları tüzel kişiliğe sahip kuruluşlardır."
aynı kanunun 17. maddesi ise şöyle der;
"hiç kimse sendikaya üye olmaya veya olmamaya, sendikadan ayrılmaya veya ayrılmamaya zorlanamaz. sendika üyeliği, herhangi bir iş yerinde çalışmanın veya çalışmamanın koşulu yapılamaz."
bu yasalar, sendikanın özgür ve gönüllü katılımla şekillenen bilinçli bir örgütlenme olduğunu gösterir. fakat yasaların güvence altına aldığı haklar, ancak bilinçli bireyler tarafından gerçek anlamda hayata geçirilebilir.
sendika bilinci, aynı zamanda uluslararası düzlemde de koruma altına alınmıştır. uluslararası çalışma örgütü (ılo) tarafından kabul edilen 87 no'lu "sendika özgürlüğü ve örgütlenme hakkının korunması sözleşmesi" ve 98 no'lu "örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı sözleşmesi" temel referanslardır. türkiye cumhuriyeti bu sözleşmeleri onaylamıştır ve bu sözleşmeler, iç hukukta da bağlayıcıdır.
ılo 87 sayılı sözleşme'nin 2. maddesi;
"çalışanlar ve işverenler, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, önceden izin almaksızın, kendi seçtikleri örgütleri kurmak ve bu örgütlere üye olmak hakkına sahiptir."
ılo 98 sayılı sözleşme'nin 1. maddesi;
"çalışanların, sendikaya üye olmaları ya da olmamaları nedeniyle işten çıkarılmaları veya başka şekilde ayrımcılığa uğramaları önlenmelidir."
bu maddeler, yalnızca ulusal değil, evrensel düzeyde de emeğin ve örgütlenme hakkının meşru ve dokunulmaz olduğunu teyit eder.
emekçinin haklarını düzenleyen bir başka temel yasa da 4857 sayılı iş kanunu'dur. bu kanunun 18. maddesi, iş güvencesini şu ifadelerle açıklar;
"otuz veya daha fazla işçi çalıştıran iş yerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesi, işveren tarafından geçerli bir sebep gösterilmeden feshedilemez."
yani çalışanın iş güvencesi, keyfi kararlarla bozulamaz. aynı kanunun 19. ve 20. maddeleri, işten çıkarma sürecinde işvereni gerekçe ve ispata yükümlü kılar.
bütün bu yasalar ve uluslararası sözleşmeler, emekçinin yalnız olmadığını, haklarının yazılı ve meşru zeminlerde güvence altında olduğunu gösterir. fakat bu güvence, yalnızca kağıt üzerinde kaldığında anlamlı değildir. asıl anlam, bu haklara sahip çıkan bilinçli bireylerle ortaya çıkar.
bu yüzden sendika bilinci, kuruma değil ilkeye bağlılık demektir. bir sendika, yanlış karar verdiğinde, emeğin aleyhine sözleşmeler yaptığında ya da sessiz kaldığında, çalışanlar bu kurumu eleştirebilmeli, hatta gerektiğinde yasal yollarla karşısına çıkabilmelidir. çünkü hak arayışı bir ricada bulunmak değil; anayasal, yasal ve evrensel dayanaklarla desteklenen bir duruştur.
sendika bilinci, hakkı kişilere ya da kurumlara teslim etmek değil; hakkı, hakkın kendisi adına savunmaktır. bu bilinç, yalnızca iş yerinde değil, toplumsal düzeyde de bir adalet arayışının temelidir. dayanışma, yalnızca sendika çatısı altında değil; ortak emeğin, ortak yaşamın, ortak onurun dili olarak yaşatıldığında gerçek anlamına kavuşur.
insanlar doğar doğmaz bir sınıfın içine doğarlar. kimisi toprakla, kimisi sermayeyle, kimisi de emek gücüyle var olur bu dünyada. çoğunluğun payına düşen, çoğu zaman emek verdiği oranda hayatta kalmaya çalışmak olur. insanlar çalışır, çünkü yaşamak zorundalar. ama yaşamak için çalışmak, çalışmak için de hakların bilinmesi gerekir. işte bu noktada birlik olmanın ve yasa bilincinin önemi kendini gösterir.
sendikalı olsun yada olmasın, her çalışan anayasal haklarını bilmelidir.
mesele yalnızca bir sendikaya üye olmak ya da olmamak değildir. asıl mesele birlikte hareket etme bilincidir. bu bilinç varsa, insanlar bir araya gelir ve seslerini duyurur. eğer bu bilinç yoksa, sendika tabelası da, üyelik defteri de hakları korumaya yetmez. sendika, birlikte hareket etmenin kurumsal adıdır. ama sendikal bilinç, bu kurumu aşan bir farkındalıktır.
çünkü sendikasız da birlik olunabilir. bir işyerinde çalışan işçiler, aralarında güven tesis etmiş, yasal haklarını öğrenmiş, karşılaştıkları sorunlara karşı birlikte hareket etmeye hazır hale gelmişlerse, fiilen örgütlü bir yapı kurmuş olurlar. bu birliktelik, sadece ahlaki bir dayanışma değil; anayasal bir güçtür. çünkü anayasa, örgütlenme ve toplu hareket etme hakkını bireylere tanımıştır.
örneğin türkiye cumhuriyeti anayasası'nın 34. maddesi açıkça der ki;
"herkes, önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir."
bu madde, yasal zeminde birlik olan kişilerin yalnızca meşru değil, aynı zamanda anayasal olarak korunduğunu gösterir. bu hak, bir sendikaya üye olmadan da kullanılabilir. çünkü yasalar, sadece kurumları değil, bireyleri ve onların kolektif iradelerini de korur.
birliktelik, tek başına bir güçtür çünkü üretim onsuz olmaz. sermaye ne kadar büyük, makineler ne kadar gelişmiş olursa olsun, insan emeği olmadan hiçbir şey ortaya çıkmaz. çalışanlar bunu fark ettiğinde, birlikte durduğunda, işte o zaman gerekirse üretim durur ve sistem kendisini gözden geçirmeye mecbur kalır. bu yüzden çalışanların birlikte karar alması, birlikte hareket etmesi, yalnızca ahlaki değil, stratejik bir hamledir.
ama bu birlik bilinci, geçici tepkilerle değil, bilgiyle ve süreklilikle desteklenirse kalıcı olur. o zaman ister bir sendika kurulsun, ister bağımsız bir çalışan inisiyatifi geliştirilsin, ortaya çıkan yapı güçlü olur. çünkü dayanıklılığı sağlayan şey isimler değil, bilinç ve bilincin açığa çıkardığı birlikteliktir.
özetle; birlik, sendikadan önce gelir. bir sendika varsa ama üyeleri bilinçsizse, o yapı kağıt üstünde kalır. ama birlik varsa, bilgi varsa, yasa bilgisiyle donanmış bir topluluk varsa, o zaman sendikasız da ses çıkar, güç oluşur, hak aranabilir hale gelir.
çalışan tek başına haklarının arkasında durduğunda ya işten çıkarılır ya da sermaye vekilleri tarafından sindirilir. o halde çalışanlar aynı gemide olduğu bilincini asla yitirmemelidir. gerçi sermaye ve vekilleri de bir açıdan çalışanlar ile aynı gemide olmalarına rağmen, genellikle onların öznel beklentileri bu bilincin varlığını olanaksız kılar.
sendikal bilinç, kuruma değil hakikate bağlılıktır. ve hakikat şunu söyler; insan emeği varsa, hakkı da vardır. ama bu hak, bilindiği ve birlikte savunulduğu sürece yaşatılabilir. çünkü, sermaye (işveren ve vekilleri) örgütlü bir yapıdır...
ama unutulmamalıdır ki; sermaye sahipleri ve vekilleri çalışanın düşmanı değil iş ortağıdır (sermaye ve vekilleri bu ayrıntıyı göz ardı etse dahi). bu ortaklık müstakil iş sözleşmesi ve anayasa ile koruma altına alınmıştır. yani yasaya bağlılık, sadece çalışan haklarını değil, iş sözleşmesini (yani her iki tarafın haklarını) de koruma altına alır...