3 Mayıs 2025 Cumartesi

ilk taşı günahsız olan atsın...


ilgili olay gerçekten yaşanmış olsun ya da olmasın "ilk taşı günahsız olan atsın" ifadesi yüzeyde basit bir söz gibi görünse de aslında çok daha derin bir hakikati kndinde taşır. 

bu söz, sadece bireylerin değil, toplumların, kültürlerin, uygarlıkların ve sistemlerin kendilerini masum zannederek başkasını yargılamaya kalkmalarının önünü kesen bir epistemolojik sınıra işaret eder. 

çünkü günahkara taş atmak isteyen kişi de günahsız değildir.

bu sözün bir grup insanın zina yaptığı iddia edilen bir kadını taşlayarak öldürmek istemesi üzerine isa'ya yöneltilen bir tuzaktan doğduğu anlatılır. insanlar o'na, "böyle birinin taşlanması gerektiğini söylüyor yasa, sen ne diyorsun" derler. isa'nın cevabı kısa ve sarsıcıdır "içinizde hiç günah işlememiş olan, ilk taşı atsın"...

bu cümlede, görünüşte bir adalet kriteri sunulur; taşı atmak isteyen kişi, kendisinin suçsuz olduğundan emin olmalıdır. ama daha derinde isa, taşı atmanın neredeyse olanaksız olduğunu söyler. çünkü günahsızlık iddiası başlı başına bir kibirdir. bir insanın kendisini tamamen suçsuz sanması, insan doğasının zayıflığını, zaaflarını ve yanılabilirliğini reddetmesi demektir. bu kibir hali başlı başına bir günahtır. 

hiç günahsız olsa dahi (ki bu olanaksızdır) taşı atmaya kalkışan biri, tam o anda suç işlemiş olur. bir insanın başka birini yargılayıp cezalandırması, kendi konumunu-pozisyonunu kutsaması anlamına gelir. çünkü ideal yargı, kuşatıcı adalet bilgisi ve kusursuz görüş gerektirir. fakat insanlar sınırlı, eksik ve özneldir. biri diğerini yargılamaya kalktığında kendi kusurlarını göz ardı etmiş olur.

jan valjean (victor hugo - sefiller), bir parça ekmek çaldığında teknik olarak suçluydu ama gerçekte sadece aç bir çocuğu doyurmaya çalışan çaresiz bir adamdı. onu yargılamak demek, açlığı, umutsuzluğu, sistemi ve adaletsizliği görmezden gelmek demektir. 

raskolnikov (dostoyevski - suç ve ceza) bir tefeciyi öldürdüğünde dışarıdan bakıldığında suçlu, ama içeriden bakıldığında yoksulluğun, yalnızlığın ve zihinsel çöküşün simgesiydi. 

victor hugo'nun bir idam mahkumunun son günü adlı eserinde idam kararının insan vicdanında neye dönüştüğünü, adaletin soğuk ellerinin bireyin yaşamına nasıl yavaşça kıydığını okuruz. 

elie wiesel'in night (gece) adlı kitabı, nazi kamplarında bir çocuğun gözünden insanlık dışı bir adalet anlayışının nasıl yaşandığını gösterir. 

primo levi'nin if this is a man (bunlar da mı insan) adlı eseri, suçun bireyden çok sisteme ait olduğunu gözler önüne serer. 

shoah adlı dev belgesel, tanıkların sesiyle, susmanın da bir suç olduğunu açıkça gösterir. 

christopher browning’in ordinary men adlı kitabı, sıradan alman polislerin nasıl toplu infazlara katıldığını, emir-komuta zinciri içinde nasıl vicdanlarını susturduklarını gözler önüne serer.

amerika kıtasının keşfi sırasında yerlilerin barışçıl halklar olduğu, columbus'un kendi mektuplarında ve oğlunun kaleme aldığı metinlerde bile ifade edilmiştir. laurence bergreen'in christopher columbus; the four voyages adlı kitabı, columbus'un yazışmalarına dayanarak, keşiflerin ardında yatan altın hırsını ve yerli halklara yönelik şiddeti ortaya koyar. 

ferdinand colon'un yazdığı the life of the admiral christopher columbus kitabı, yerli halkların düşmanca değil, tam tersine dostane olduklarını ve saldırgan davranışların çoğunlukla ispanyol askerlerinden geldiğini gösterir. 

chinua achebe'nin things fall apart (parçalanma) adlı romanı, sömürgecilikle birlikte gelen kültürel yıkımı içeriden bir dille anlatır. bu eser yayımlandığı yıl tam 10 milyon baskı sattı, 50'den fazla dile çevrildi, amerika'da birçok okulda ders olarak okutuldu. 2007 yılında bu eser man booker edebiyat ödülü'ne layık görüldü. bu eser şu an batının ekonomik gücünün en temel kaynağını tüm açıklığı ile konu edinir.

adam hochschild'in king leopold's ghost (kral leopold'un hayaleti) adlı kitabı, belçika kralı leopold'un kongo'da milyonlarca insanın ölümüne neden olan sömürge rejimini detaylandırır. 

david stannard'ın american holocaust adlı eseri, amerika kıtasındaki yerli halkların sistemli olarak nasıl yok edildiğini tarihsel verilerle anlatır (okumaya dirençli kalabalıklar, hollywood sineması sayesinde yerli haklın kafa derisi yüzen vahşiler, işgalcilerinde bu vahşilerin mağdurları olduğunu zanneder). 

iris chang'in the rape of nanking (nankin katliamı) adlı kitabı, japon ordusunun çin'in nankin kentinde gerçekleştirdiği katliamı tüm vahşetiyle belgelendirir. 

peter williams ve david wallace’ın unit 731 adlı kitabı, japonya'nın mançurya'da kurduğu biyolojik savaş laboratuvarında yaptığı insanlık dışı deneyleri anlatır.

batının modern sömürgeciliği yalnızca geçmişle sınırlı değildir. edward zwick'in yönettiği blood diamond (kanlı elmas) filmi, sierra leone'deki iç savaşta çocuk askerlerin nasıl kullanıldığını ve elmas ticaretinin bu savaşı nasıl beslediğini gösterir. elmas'ın anavatanı afrika olmasına rağmen, afrika yoksul ama elması pazarlayan (sömüren) batı zengindir.

fernando meirelles'in the constant gardener (arka bahçe) filmi, ilaç firmalarının afrika'da yoksul insanlar üzerinde yaptığı deneyleri anlatır. ilaç devi batının bu sahadaki (finansal) başarısının arka planı...

even the rain (yağmusu bile) filmi, ispanyolların güya medeniyet götürdüğü topraklarda yerli halkı nasıl sömürdüğünü ve bugünkü çok uluslu şirketlerin benzer biçimde su kaynaklarını gasp ettiğini anlatır. 

kevin costner'ın sunduğu 500 nations belgeseli, kuzey amerika'daki kızılderili kabilelerinin tarihini, kültürünü ve yok oluş sürecini (bir soykırımı) anlatır.

osmanlı'da muhaliflerin infazı, şeyh bedreddin örneğinde olduğu gibi, sadece düşünce farklılığının ölümle cezalandırıldığı bir anlayışın göstergesidir. 

ahmet refik altınay'ın osmanlı'da idamlar adlı eseri, padişahların kardeşlerini, vezirlerini, alimleri ve muhalifleri nasıl gözünü kırpmadan idam ettirdiğini gösterir. 

ayşe hur'un kaleme aldığı türkiye'deki siyasi idamlar dizisi, hem osmanlı hem de cumhuriyet döneminde, düşünce suçlarının (aslında düşüncenin) nasıl bastırıldığını gözler önüne serer. 

turgut özakman'ın "karar: idam" adlı eseri, inkılaplar döneminde yargısız infazları ve hukuk sisteminin araçsallaştırılmasını detaylandırır. 

taner akçam'ın yüz yıllık ah kitabı, ermeni meselesini merkeze alarak, resmi tarih tarafından bastırılmış pek çok zulmü belgelerle açıklar.

rusya'da stalinizm döneminde gulag kamplarında milyonlarca insanın yargısız bir şekilde hapsedildiği ve öldüğü tarihsel bir gerçektir. aleksandr soljenitsin'in the gulag archipelago (gulag takımadaları) adlı eseri, bu sistemin içeriden tanıklığını yapar. 

martin amis'in koba the dread adlı kitabı, stalin'in tiranlığını ve onun kurduğu korku rejimini bireylerin yaşamı üzerindeki etkileriyle birlikte değerlendirir. 

james hughes'un chechnya: from nationalism to jihad adlı kitabı, rusya'nın çeçenya'daki askeri müdahalelerini, sivillere yönelik infazları ve insan hakları ihlallerini gözler önüne serer.

çin'de mao'nun büyük ileri atılımı sırasında yaşanan kitlesel açlık ve ölümler frank dikötter'in mao's great famine adlı kitabında detaylı biçimde işlenmiştir. 

jung chang'in wild swans (yaban kuğuları) adlı eseri, üç kuşak çinli kadının yaşam öyküsü üzerinden çin'in kültürel dönüşümünü, şiddeti ve bastırmayı anlatır. 

nien cheng'in life and death in shanghai adlı kitabı, kültürel devrim sırasında bireylerin nasıl hedef alındığını ve nasıl sistemli işkencelere maruz kaldığını gösterir. 

dr. li zhisui'nin the private life of chairman mao adlı kitabı ise mao'nun özel doktorunun gözünden liderin kişiliğini ve ahlaki çöküşünü anlatır.

iskandinav ülkeleri görünürde dünyanın en refah, eşitlikçi ve özgürlükçü toplumlarıdır. fakat isveç ve finlandiya gibi ülkelerde cinsel şiddet vakaları dikkat çekici boyuttadır. human rights watch, amnesty international, the guardian ve bbc gibi saygın kaynaklarda yayımlanan raporlar, bu ülkelerde yılda on binlerce kadının cinsel tacize ya da tecavüze uğradığını göstermektedir. örneğin finlandiya'da her yıl 50 bin civarında kadın cinsel şiddet gördüğünü beyan etmektedir. bu ülkelerde yasanın güçlü olması suçu ortadan kaldırmamakta, sadece sistemin denetim sınırları içinde bastırabilmektedir. yasa kalktığında ya da uygulayıcılar olan biteni görmediğinde, medeni görünen birey aynı ilkel dürtülerle davranabilmektedir. bu da sistemin bireyi şekillendirmediğini, sadece zorla yönlendirdiğini gösterir.


dindar toplumlarda ise düzen, bireyin düşünsel (ya da etik) gelişimine değil, inancın yasaklayıcı gücüne dayanır. kişi cehennem (ya da allah) korkusuyla günah işlememeye çalışır ama iç dünyasında o ahlaki ilkeye sahip değildir. yasa ya da kutsal ortadan kalktığında aynı kişi şiddet, istismar ya da hırsızlık gibi suçlara kolayca yönelebilir. 

batıdaki sistemsel ahlak da benzer biçimde işler. kişi suç işlemez çünkü yasa korkusu vardır, yakalanma endişesi vardır, itibar kaybetme riski vardır. ama sistem devre dışı kaldığında ne doğunun inançlısı ne batının sistem insanı masum kalamaz. bu nedenle gerçek ahlak, ne bilinen dinlerle ne yasa ile sağlanabilir. gerçek ahlak, insanın içsel dönüşümünün pozitif çıktısıdır. kimsenin görmediği anda da evrensel doğruyu yapabilmektir.

aylan bebek kıyıya vurduğunda dünya bir çocuk değil, kendi vicdanını kaybetti. 


ne doğunun dindar halkları ne batının özgür bireyleri bu ölüme (basına yansıyan ve yansımayan bunun gibi onlarcasına) dur diyemedi. insanlar birkaç gün üzülüp sonra hayatlarına devam etti. çünkü insanlık suç işleyeni değil, suça alışanı doğurdu. suça göz yummak suça iştiraktir. sessizlik de taş atmaktır yani...

o, bütün sistemlerin, bütün ideolojilerin, bütün yasaların, bütün dinlerin, bütün kültürlerin "insanı yaşatmak" gibi en temel ilkeyi unuttuğunun resmidir.

doğu zaten çoğu zaman suçun örtüsünü inançla örmeye çalışır; ama batı, en tehlikeli olanı yapar; kendi suskunluğunu "medeniyet" kılıfıyla meşrulaştırır. 

aylan bebek (ve daha onlarcası), bombadan değil; düzenin, çıkarların, sınırların, göz yummaların, "bana dokunmayan yılan" felsefesinin sonucunda öldü. ve ne acıdır ki, insanlar o gün üzülüp aynı günün akşamında dizisini izlemeye, yemeğini yemeye, sosyal medyada eğlenmeye devam etti. yani insanlık, göz göre göre bir çocuğun ölümünü "hissedemeyecek" kadar körleşmişti.

doğunun suskunluğu, batının ilgisizliği, medeniyetin ikiyüzlülüğü, sistemlerin kibri, halkların duyarsızlığı o küçücük bedende somutlaştı.

doğunun zayıflığı artık saklanamaz bir çıplaklıkla ortada. ama asıl tehlikeli olan, batının güçlü bir yasa ya da sistem olmadığında aslında aynı içgüdülerle hareket ettiğinin hala yeterince fark edilmemesidir. 


yani batının "medeni insan"ı, sistem dışında kaldığında en az doğunun (hatta daha fazla) "inançlı insanı" kadar zalim, çıkarcı ve kayıtsız olabilir.

işte bu yüzden aylan bebek sadece bir kurban değil; bir aynadır.

ve bu ayna, bugün hala bize şunu fısıldıyor;
hiçbirimiz taşı atacak kadar masum değiliz.


bütün dünya bu çocuklar ve benzeri onlarcasına sadece seyirci, hatta gülüp eğlenmeye devam ediyor. oysa şu an insanlığın gülüp eğlenmeye hakkı olup olmadığı tartışılır... 

batı'nın ekonomik gücü, sıkça öne sürüldüğü gibi sadece sanayi devrimiyle, bilimsel gelişmelerle ya da çalışkanlıkla açıklanamaz. avrupa'nın bugünkü refahının temeli, asırlar süren sömürgecilik tarihine, yani başka halkların emeği, yeraltı kaynakları ve yaşamlarının sistematik olarak gasp edilmesine dayanır. afrika'nın elmasları, altınları, hindistan'ın pamuğu, orta doğu'nun petrolü, latin amerika'nın tarım ürünleri, bu coğrafyalarda yaşayanların ihtiyaçları gözetilmeden batıya akıtılmıştır. sömürü düzeni, sadece geçmişin utancı değil, bugünün konforunun kaynağıdır. bu anlamda, batı insanı o elmasla süslenmiş yüzüğü takarken, petrolle çalışan arabasına binerken veya elektronik cihazlarında nadir metallerin izini taşırken, aslında başka coğrafyalarda dökülen kanın, çalınan hayatların payını taşır. 

"kanlı elmas" filmi bir semboldür; ama bu sembol, batının kollektif günahını anlatmak için yeterli bile değildir. çünkü mesele sadece elmas değildir; mesele sistemin kendisidir. ve bu sistem devam etmektedir. bu tablo karşısında sessiz kalmak, taşı atmamak değil, taşı çoktan atmış olmaktır. çünkü susmak da iştiraktir.

aynı çarpıklık doğu toplumlarında da geçerlidir. bizim kendi tarihimiz de masum değildir. osmanlı devleti, yüzyıllar boyunca, hem içeride hem dışarıda farklı inançlardan, düşüncelerden, halklardan binlerce insanı katletti. tek bir merkezden yönetilen, farklılıkları bastıran, kendinden olmayanı tehdit olarak gören bir siyasi akıl vardı. çocukların bile idam edildiği, mezhep farkı nedeniyle insanların diri diri yakıldığı, muhaliflerin işkencelerle susturulduğu dönemler sadece istisna değil, düzenin parçasıydı. ve bu düzenin bakiyeleri üzerine inşa edilen modern türkiye cumhuriyeti de, her ne kadar modernleşme iddiasında olsa da, bu geçmişin izlerini taşır. kuruluş süreci de dahil olmak üzere, farklı etnik kimliklerin bastırıldığı, ideolojik muhaliflerin darağaçlarında sallandırıldığı, düşüncenin suç, sorgulamanın tehdit olarak görüldüğü dönemler yaşanmıştır. bu yapılar üzerinden inşa edilen ekonomik, kültürel ve siyasi konforlar bugün hala sürmektedir. ve bu konforlardan herkes bir şekilde payını almaktadır. bu nedenle, geçmişte yapılanların bedelini sadece yapanlar değil, sürdürenler, ses etmeyenler, inkar edenler de taşır. kimse, "ben yapmadım" diyerek sıyrılamaz; çünkü sürdürülen her şeyde bir rıza payı, bir faydalanma iz düşümü vardır.

dünyanın bugünkü hali de bu yapının devamıdır. ortadoğuda, amerika'nın veya israil'in gerçekleştirdiği bombardımanlarda ölen çocuklar, kadınlar, siviller… 


bu olayların ahlaki analizine girmeye bile gerek yok; çünkü bir çocuğun ölümü, nedeni ne olursa olsun, tüm gerekçeleri geçersiz kılar. ama dünya sessiz. neden? çünkü çıkarlar sessizliği doğurur. 

enerji anlaşmaları, askeri dengeler, siyasi hesaplar, ekonomik korkular. dünyanın çoğu insanı bu ölümleri sadece haber olarak izliyor, üzülse bile hayatına devam ediyor. çünkü ölen başkasıdır. ama tam da burada suç başlar. suç, sadece tetiği çekenin değildir; sessiz kalanındır, ekran karşısında gözyaşı döküp hiçbir şey yapmayanındır, bu sistemin devam etmesine onay veren herkesindir.

ve böylece şu çok netleşir; suç, sadece yasa ihlali değildir. suç, bir hakikati bile bile görmezden gelmektir. bir çocuğun göz göre göre açlıktan ölmesine seyirci kalmak da suçtur. tarihte yapılan zulümleri, sırf kendi kimliğine ya da inancına uygun diye meşrulaştırmak da suçtur. işine geldiğinde eleştirip, işine gelmediğinde susmak da suçtur. bir insanı ya da topluluğu kendi günahlarından azade sanmak, o insanları taşı atmaya yetkili görmek en büyük yanılgıdır.

ve nihayet; bu dünya üzerinde yaşayan hiçbir birey, hiçbir toplum, hiçbir uygarlık, hiçbir inanç, hiçbir sistem günahsız değildir. bu nedenle kimse taşı atacak konumda değildir. çünkü herkes bu düzenin ya devam ettiricisidir, ya faydalanıcısı, ya da sessiz tanığı. taşı eline almamak, sadece onu atmamakla değil; kendini görmeye, geçmişiyle yüzleşmeye, başkasını anlamaya ve adaleti yeniden kurmaya istekli olmakla mümkündür. aksi halde taş çoktan atılmış olur.

ilk taşı günahsız olan atsın sözü bu yüzden yalnızca bireye değil, kültürlere, devletlere, sistemlere ve tüm insanlığa yöneltilmiş bir aynadır. ve bu aynada şimdiye dek kimse masum görünmemiştir. 

dahası, sadece taşı atmamak değil, taşı neden almak istediğini fark etmek gerekir. belki de en büyük günah, çoğu zaman işlenen değil, görmezden gelinendir...

ironik biçimde kendi günahlarını unutan kişi, başkasının günahını gündem etmeyi adalet sanır. 

dahası, kendi karanlığını görmeyen insanın, başkasının gölgesini yargılaması çelişkidir; dolayısı ile haksızlık... 

not; ortadoğu ve batı kavramları özünde suni kavramlardır. tunus, cezayir, fas bir çok avrupa ülkesinin (yunanistan, italya, letonya, finlandiya, almanya, isveç, vs) batısındadır aslında. 


muhtemelen, ortadoğu kavramı bir amaç için bir kesim insanı etiketlemek- tahkir etmek için için bilinçli üretilmiştir. burada anlaşılır olmak için bu kavramları zorunlu olarak kullanmak durumunda kaldım. itibar ediyor değilim... 


yeniden düşünme üzerine düşünce denemesi...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak -...