12 Eylül 2025 Cuma

bilgi, insanı olduğundan daha iyi ya da medeni yapar mı?


dünyada kötülüğün kaynağının cehalet olduğu varsayılır. bu, kısmen doğrudur; ama gözden kaçan şey, bilginin insan üzerindeki etkisinin hiç de sanıldığı gibi olmamasıdır. 

bilgi aydınlanmanın kendisi değil; olsa olsa onun malzemesi olabilir. bilgi bir değer değil, değer inşasında kullanılabilecek bir araçtır. bu yüzden bilgi, hedef değil ancak başlangıç olabilir. asıl mesele bilgiyi taşıyan bilincin niteliğidir. çünkü iyi insan olmak; bilimsel, felsefi, teolojik, tarihsel, siyasal, vb bilgilere sahip olmakla değil bilgiyi taşıyacak bilinçle mümkündür. 

neden bilgili olmak iyi insan olmak anlamına gelmez? 

neden bilginin çoğaldığı çağlarda aşırılıklar da çoğalır? 

neden düşünce tarihine yön veren düşünce insanları (filozoflar), bilim insanları, sanatçılar ya da siyasetçiler, liderler, önderler çoğu zaman kendi yaşamlarında zaaf, çelişki ve aşırılık taşırlar?

tarih boyunca bilginin en yoğun olduğu dönemler, aynı zamanda zulmün ve yıkımın da en yoğun olduğu dönemler olmuştur.

insanlar yücelttikleri şahsiyetleri her yönü ile yüceltmek isterler. bu son derece hatalı bir tutumdur. çünkü yücltilen her şahsiyet kendi yazdıklarının dışında tarih boyunca onlarca eleştiri ve değerlendirmeye tabi tutulmuş (bir çoğunun otobiyografisi ya da hatıratları dahi mevcut) ve bunlar yazılı olarak günümüze ulaşmıştır.

platon, ideal devlet üzerine yazarken köleliği ahlaki bir sorun olarak görmedi. 

aristoteles, mantık ilminin kurucusu olduğu varsayılır ama bazı insanların "doğuştan köle" olduğunu ileri sürdü. kadınların eksik yaratıklar olduğunu söyledi.

büyük etik sistemler kurmaya çalışan kant, kadınların düşünsel olarak yetersiz olduğunu, siyahların ise düşük zekalı olduğunu yazmaktan çekinmedi (yazık, takipçileri metafiziği bitirdi diye o'nu göklere çıkarırlar). 

hegel, afrikalıları tarihin dışında bıraktı; evrensellik davası güderken öznel sınırlar çizdi dünyaya.

descartes, hayvanları hissiz makineler sayarak onların acı çekme kapasitesini reddetti.

nietzsche, çağının ötesinde derinlikler yakaladı; güç, irade, değerlerin yıkımı üzerine söyledikleri hala yankılanıyor. ama yaşamı boyunca yalnızlık, güvensizlik ve psikolojik çöküşle boğuştu. kadınlara karşı güvensizliği, hasta insanlardan nefret edişi, öfke patlamaları kişisel hayatını örseledi. son on bir yılını zihinsel bir karanlık içinde geçirdi. düşünceleri çağları aşsa da, düşüncelerinin gücü onu daha iyi bir insana dönüştürmedi, aksine bilincini yitmesine neden oldu. 

heidegger, varlık üzerine belki de en derin felsefi sorgulamaları yapan kişi oldu. ama nazi partisine üye oluşu, yahudi öğrencileriyle bağlarını koparması, akademik gücünü rejimin hizmetine sunması, düşünsel yücelik ile ahlaki çöküş arasındaki uçurumu görünür kıldı. 

schopenhauer merhamet adlı eserinde "bir insanın ne kadar iyi bir insan olduğu ile ilgili bir kanaate varmak gerektiğinde onun diğer insan ve canlılara acı vermemek için ne kadar çaba harcadığına bakmalıyız." dedi. mutluluğu felsefi açıdan tartıştı, ahlakın özünü şefkatte bulduğunu yazdı, fakat yaşlı bir kadını abzürt bir nedenle merdivenlerden iterek sakat bıraktı. mahkeme o'na ömür boyu tazminat ödetti. bir kaç yıl sonra kadın öldüğünde ise "yaşlı kadın ölür, yük gider" (obit anus, abit anus) diyebildi. oysa ironik bir şekilde şefkat schopenhauer'un öğrettiği ahlakın bir parçasıdır. başkaların verdiğimiz zararın aslında kendimize verdiğimiz zarar olduğunu söylüyordu.

rousseau toplum sözleşmesiyle devrimleri etkiledi; ama beş çocuğunu doğar doğmaz yetimhaneye bıraktı. bireyin topluma sorumluluklarını yazarken, kendi evlatlarına karşı sorumluluktan kaçtı. 

sartre, özgürlüğü ve bireysel sorumluluğu düşünce tarihine armağan etti ama özel hayatında manipülatif, sadakatsiz ve duygusal açıdan sorumsuz davrandı. simone de beauvoir'la ilişkisi bu çelişkinin örneğidir. 

wittgenstein, dil ve mantık üzerine devrimsel analizler yaptı ama öğrencilerine şiddet uyguladı, öfkesini kontrol edemedi. o'nun için bir taşın düşmesi ile bir cinayet aynı şeydi. ikiside olguydu nihayetinde... russel'in anlatımına göre wittgeistein intahar etme fikri ile yaşamış ve bunu hemen birazdan yapacağını söylemiş sürekli. russel bu yüzden o'nun yanlız kalmasından, bunu yapabileceği için endişe etmiştir sürekli. bunu yapmaya teşebbüs etmedi muhtemelen ama bu düşünce ile yaşadı sürekli.

bu çarpık tablo yalnız filozoflarla sınırlı değildir. sanatçılar da bilginin ahlaka dönüşmediğini gösterir. 

caravaggio bir dahi ressamdı ama kavga sırasında cinayet işledi, hayat kadınlarına düşkünlüğüyle anıldı. "çok yaşa ölüm" diyen barok sanatının kurucusu sayılan bu adam birden çok kişinin ölümüne sebep oldu (hemde hayat kadınlarına olan tutkusu yüzünden). 

picasso, modern sanatın devrimcisi, sevgililerine psikolojik şiddet uyguladı. 

poe, alkol bağımlılığıyla ve karanlık ruhsal çöküntüyle yaşadı. 

van gogh'un sanatı çağları aşsa da, ruhundaki acı onu intihara sürükledi. sanat, sahibinin karakterini dönüştürmedi.

bilim insanlarının öyküleri daha da çarpıcıdır. 

isaac newton, yerçekimi teorisiyle bilimin devrimini yaptı. ama aynı zamanda öfke krizleriyle, meslektaşlarına duyduğu kıskançlıkla ve paranoyaklığıyla tanındı. 

alman dehası kepler, büyücülükle suçlanan annesini savunurken bilim insanı kimliğiyle batıl korkular arasında sıkışıp kaldı. 

francis bacon, modern bilimin öncüsü sayılır, tümevarım metodunu sistemleştirdi. ama lord şansölyesi olduğu dönemde yolsuzluktan suçlu bulundu, rüşvet aldığı için mahkum edildi. bilimin dürüstlüğe değil, çıkarın hizmetine kayabileceğini kendi hayatında göstermiş oldu.

charles darwin, evrim kuramı insanlığa yeni bir ufuk açtı. ama "medeniyet" ile "ilkel ırklar" arasında hiyerarşi kuran ifadeleri, bilginin nasıl ayrımcılığı meşrulaştırabileceğini gösterir. bilimsel kuram, sömürgeciliğin ahlaki kılıfına dönüştü.

psikanalizin babası sigmund freud ensest'i savunurdu, dahası morfinmandı. karısını evde bırakıp baldızı minna bernays ile yaşadıkları okurların malumudur. öz annesi hakkında yazdıkları da çok enteresandır. çocuk davranışlarını dahi sex üzerinden açıklar kendisi.  o'na göre şartlar kötü gider ve süreç uzarsa her insan hayvan gibi davranır. bir insan nasıl tüm insanlık için böyle bir yargıya varabilir? tabi ki ancak kendisinden yola çıkarak...

galileo galilei, teleskopla göğe bakan, kiliseyle çatışmaya giren kahraman gibi görülür. ama özel hayatında kibirli, katı ve alaycı biriydi. öğrencilerini küçümser, meslektaşlarını kolayca aşağılar, kendi doğrularına körü körüne bağlı kalırdı. düşünsel cesaret, kişisel tevazuya dönüşmedi.

yakın tarihte josef mengele'nin toplama kamplarında "bilim" adına insanları parçalaması, robert oppenheimer'ın atom bombasını geliştirip "şimdi ölüm oldum" diyerek yüz binlerin yok oluşuna tanıklığı, james watson'ın ırkçı sözleri, francis galton'un öjeni projesi, tuskegee sifiliz deneyinde yüzlerce siyahın tedavisiz bırakılması, bilginin etik zemin olmadan nasıl vahşete dönüştüğünü gösterir. 

bilgi burada, insanı iyileştiren değil, acıyı derinleştiren bir güce dönüşmüştür.

siyasetçilerde de aynı çelişki görünür. 

hitler, bilimi ırkçılığın hizmetine sokarak soykırım yaptı. 

stalin, milyonları açlığa ve sürgüne mahkum etti. 

mao, entelektüelleri yok ederek kendi "bilgi" sini tek dogma haline getirdi. 

gandhi'nin erken dönem yazılarında siyahları aşağılayan ifadeler bulunur. 

che guevara, özgürlük için savaştığını söylerken idam mangaları kurdurdu. 

martin luther, reform hareketinin öncüsü. ama yaşlılığında yazdığı antisemitik metinler, yahudilere yönelik sert nefret söylemleri, düşünsel özgürlük ile nefretin nasıl yan yana bulunabileceğini gösterir.

bilgi, inanç ya da ideoloji, bu insanların çelişkili doğasını temizlemedi.

durum müslümanlığın parlak isimlerinde de farklı değildir. 

hz. ali ile hz. aişe'nin ordularının cemel vakasında birbirine girmesi, binlerce kişinin ölümüne sebep olmuştur. dini bilgi, barış ortamını tesis etmekte yetersiz kalmıştır. 

mevcut durum tarihimizi şekillendiren örnek kişiliklerde de farklı değildir. 

fatih sultan mehmet, "nizam-ı alem" hatrına kardeş katlini yasallaştırmıştır. 

mustafa kemal atatürk'ün otobiyografisini lord kingross ya da h. c. armstrong'tan okuyan biri okuduklarına hayret edecek hatta atatürk'ü tümüyle yüceltmiş ise okuduklarına inanmak istemeyecektir. rıza nur'a deli denmesi biraz da bundandır. iki dönem m. vekilliği yapmış bu zat, reisliğini mustafa kemal paşa'nın yaptığı ilk meclisin maarif vekili (eğitim bakanı) olmuş sonrasında sağlık bakanlığı yapmıştır. moskova anlaşması ve lozan müzakerelerine katılmıştır. yani mustafa kemal atatürk'te bilgi ile sınananlar arasındadır. kendisi gibi düşünmeyenlere neler yaptığı (bkz istiklal mahkelemeri) herkesin malumudur ama o'nu tümü ile yüceltmek isteyenler burada bir demokrasi ve özgürlük problemi olduğu görmek istemezler. 

hristiyanlık "komşunu sev" öğretisine rağmen haçlı seferlerinde milyonların ölümüne engel olamadı. 

engizisyon işkenceyi kutsal bilgi adına meşru kıldı. 

budizm bile kast sistemini meşrulaştırarak eşitsizliği sürdürdü.

bütün bu tabloda tekrar eden şey şu; bilgi tek başına nötrdür. taşıyıcısı etik değilse, bilgi güç olur ama adalet olmaz. teknik kapasite yaratır ama bilinç olmadan bu kapasite yıkıma dönüşür. 

bilgi çoğu zaman kibri ve manipülasyonu artırır, ahlakı ve erdemi değil.

tarihin tanıklığı açıktır; en büyük savaşlar en bilgili çağlarda yaşandı, en derin yalanlar en eğitimli ağızlardan çıktı. 

bilgi insanı olduğundan daha iyi biri yapmaz; çoğu zaman daha etkili bir zalime dönüştürür. asıl mesele bilginin hangi bilinçle taşındığıdır.

çelişki görünür oldukça düşünme başlar. bu nedenle soru hala canlıdır; bilgi, insana erdem kazandırabilir mi, yoksa yalnızca zaaflarını büyütüp o'na daha büyük yıkımların kapısını mı açar?

bilgi insanın erdemli, adil ve medeni olması için yeterli olmadığına örnek, yukarıdaki isimler ile sınırlı değildir.

leibniz’in hukuk, mantık, matematik, metafizik, teoloji gibi çok farklı alanlarda çalışması onun bir polymath (çok alanlı bilge) olarak anılmasına yol açmıştır. binary system'i geliştirmiş, kalkülüsün gelişimine katkı vermiştir. ama bu çok yönlü bilgi birikimi, onu daha vicdanlı bir birey yapmamıştır. leibniz’in diplomatik çalışmaları arasında bazı savaş kararlarını meşrulaştıracak hukuki zeminler üretmeye çalıştığı da bilinmektedir.

bu da gösteriyor ki; bilgi, nerede ve nasıl kullanıldığına göre ahlaki sonuçlar üretir. leibniz'in bilgisi, bir barış projesi değil, bir güç aracına da dönüşebilmiştir.

mahatma gandhi, barışın ve pasif direnişin simgesi. ama yazdığı bazı yazılarda siyahları aşağıladığı, ırkçı ifadeler kullandığı bilinir. ileride bütün dünyaya eşitliği öğretmeye çalışan adam, kendi hayatında eşitlikten sapmıştı.

che guevara, sömürgeciliğe karşı direnişin sembolü oldu. ama devrimci mücadelede idam mangaları kurduran, muhaliflerini infaz ettiren bir insandı. özgürlük sloganı, baskıcı pratiklerle yan yana geldi.

ernest hemingway, amerikan edebiyatının en güçlü kalemlerinden. ama alkolizm, depresyon ve aile içi şiddetle anıldı; sonunda intihar etti. yazdığı kahramanlık ve cesaret öykülerinin aksine, kendi hayatı kırılganlık ve acıyla doluydu.

lev tolstoy, insanlığa sevgiyi ve şiddetsizliği anlatan bir yazar. ama evlilik hayatında sert, baskıcı, eşini mutsuz eden biriydi. ahlaki ideallerini aile içinde taşıyamadı.

fyodor dostoyevski ise kumar, yoksulluk, sürgün, epilepsi ve acıyla dolu bir hayat yaşamıştır. ama tam da bu nedenle, romanlarındaki karakterler çelişkinin ruhsal baskısını üzerinde taşırlar;

raskolnikov (suç ve ceza); bilgiyi üstünlük sayan ama sonunda vicdanla çöken bir figür

ivan karamazov (karamazov kardeşler); tanrının yokluğunu akılla temellendiren ama etik sorumlulukta kaybolan bir karakter (zaten tanrının yokluğuna delil arayan birinden ne beklenir ki) 

smerdyakov; akılcı nihilizmin doğurduğu karanlık

prens myshkin (budala); saf ama gerçek ahlakın, toplumsal düzende bir "budala" ya dönüştüğünün ispatı

dostoyevski'nin romanları, bilgiye sahip ama ahlaki temeli olmayan bireyin nasıl karardığını açıkça gösterir. örneğin "yeraltından notlar" adlı eserinde, aydın ama tiksindirici bir karakter yaratır ve şöyle dedirtir;

"insan yalnızca rasyonel değildir... iradesi vardır ve bazen sırf kendine zarar vermek için en akılsız olanı seçer…"

bu cümle, bilim ve zekaya yapılan tüm övgülerin içinde duran çelişkiyi özetler.

lord byron, romantik şiirin simgesi. ama saplantılı ilişkileri, cinsel skandalları, borçları ve çöküşüyle de tanındı. sanatındaki özgürlük, yaşamında sorumsuzluğa dönüştü.

josef mengele, nazi doktoru. tıp bilgisi vardı, ama onu acımasız deneyler için kullandı. ikiz çocuklar üzerinde işkence niteliğinde deneyler yaptı. bilgi, erdem değil vahşet üretti.

james watson, dna'nın yapısını bulan ekibin üyesi. bilimin zirvesine çıkmıştı ama siyahların daha düşük zekaya sahip olduğunu söyledi. bilgi, ayrımcılığı yok etmedi; aksine besledi.

francis galton, darwin'in kuzeni, modern istatistiğin kurucularından. ama aynı zamanda öjeniyi (istenmeyen insanların doğumunu engelleme projesini) savundu. bilgi, yaşamı iyileştirmek değil, seçici baskı için kullanıldı.

bilgi ve bilginin türetilmesi hususunda ardından gelenlere ilham vermiş figürlerin öznel yaşantılarından yola çıkarak ortaya koyduğumuz çelişkiyi başka figürlerle uzatmak mümkün ama artık birazda modern toplumun yapısı ve bilgiyle kurduğu ilişki üzerinden konumuzu tartışalım. çünkü bireysel düzeyde olduğu kadar, toplumsal düzeyde de bilgi, insanı daha iyi, daha erdemli, daha vicdanlı bir varlık yapmamaktadır. aksine, bilgiyle birlikte gelen imkanlar, çoğu zaman insanın duyarsızlık, çıkarcılık ve vicdansızlığını büyütmektedir.

modern çağ, bilgiye ulaşmanın en kolay olduğu dönemdir. internet sayesinde tarih, felsefe, fizik, hukuk, teoloji, psikoloji, sosyoloji, bilim gibi tüm alanlara dair sayısız kaynak birkaç tıklama ile ulaşılabilir hale gelmiştir. fakat bilgiye ulaşmak, bilgiyi içselleştirmek ve ahlaki bir tutum geliştirmek anlamına gelmemektedir. bu bağlamda modern birey, bilgiye boğulmuş ancak anlamdan, erdemden, vicdandan kopmuş bir konumdadır.

örneğin epstein skandalı, modern dünyanın en çarpıcı toplumsal çürümelerinden biridir. çocukların sistematik olarak istismar edildiği bu suça akademisyenlerin, milyarderlerin, siyasetçilerin ortak olduğu belgelenmiştir. üstelik skandal tüm dünyaya duyurulmuş, isimler ifşa edilmiş ve davalar açılmıştır. buna rağmen, insanlık bu skandala kalıcı bir tepki vermemiştir. bu sessizlik, sadece bir kayıtsızlık değil; bilginin vicdana dönüşmediğinin açık bir göstergesidir.

https://tr.euronews.com/2024/01/04/jeffrey-epstein-davasinda-adi-gecen-isimler-aciklandi

harvard, princeton, mit gibi üniversitelerin akademisyenleri, nobel ödüllü bilim insanları, medya devlerinin yöneticileri, avrupalı siyasetçiler bu kirli listede yer almıştır. demek ki bilgi, prestij ve zekâ, insanı ahlaklı yapmaya yetmemektedir. çünkü bilgi, ancak anlamla, vicdanla, empatiyle, merhametle  buluştuğunda iyiliği büyütür. aksi halde bilgi, gücün ve çıkarın hizmetine girer.

bireysel çöküşün toplumsal izdüşümleri daha da sarsıcıdır. modern insanın günlük yaşamı, tüketim kültürü üzerine kuruludur. tüketmek için çalışmak, çalışmak için daha çok kazanmak, kazanmak için rekabet etmek… bu döngüde bilgi; sadece kâr artırıcı, verim yükseltici, pazarlama becerisi sağlayıcı bir araçtır. empati, merhamet ve adalet gibi değerler ise pazarlanabilir olmadıklarından olsa gerek; önemsizleşmektedir.


özellikle gelişmiş ülkelerin ekonomik refahı, tarihsel sömürgecilik ve şiddetin üzerine kuruludur. belçika'nın kongo'daki katliamları, fransa'nın cezayir'deki zulmü, ingiltere'nin hindistan'daki açlık politikaları, ispanya ve portekiz'in güney amerika'da yerli halklara uyguladığı kıyımlar… bugün batı dünyasının ekonomik altyapısının bu zulümlere dayandığı belgelerle sabittir. ama modern insan vicdanını baskılamış, tüketmek ve eğlenmekle meşkuldür. 


modern insan, sahip olduğu altın, pırlanta, teknolojik ürünleri, konforlu yaşamlar için bu tarihin üzerini örtmeyi tercih eder. 

kanlı elmas (blood diamond) filmi, afrika'daki çocuk askerlerin madene sokulması, tecavüz, işkence ve sömürü gibi gerçek olaylara dayanır. ama birey, bu bilgilerden rahatsız olduğu için unutmayı, görmezden gelmeyi tercih eder.

bu noktada nassim nicholas taleb'in şu sözleri anlam kazanır; "information is not knowledge, and knowledge is not wisdom." bilgi artabilir, ama anlam yoksa bu sadece zihinsel yük olur. bilgiyle donanmış birey, vicdani ve ahlaki pusulası yoksa, daha etkili bir zalime dönüşebilir.

modern dünyada bilgi; afrika'daki çocuk emeği ile çıkarılan lityum sayesinde batarya üretir, ama bu sürecin sömürüsünü gizler. google, apple, amazon gibi dev şirketler, "dünyayı daha iyi bir yer yapma" sloganları atarken, veri sömürüsü, dijital bağımlılık, mahremiyet ihlalleri üretir.


modern insan, bilgi içinde boğulmuş ama anlamdan yoksun hale gelmiştir. ekran başında savaşı - ölümü izlerken kahve siparişi verebilen, açlıktan ölen çocukların haberini okurken tatil rezervasyonu yapan, bombalanan şehirleri görürken "iyi ki varsın yaz" temalı paylaşımlar yapan bir bilinç halidir bu.


ukrayna, gazze, yemen, rohingya, sudan gibi coğrafyalarda devam eden savaşlar, soykırımlar, iç çatışmalar… katliam milyonlarca insanın gözü önünde yaşanmakta ama çok azı bu zulme tepki göstermektedir. modern insan, adeta duyarsızlık çağında yaşamaktadır.



bunun nedeni bilgi eksikliği değildir; bilginin eyleme, anlamaya, sorumluluğa dönüşmemesidir. hatta bilgi arttıkça vicdan daha fazla baskılanmakta, birey kendini duygusal olarak izole etmektedir. çünkü bilmek, eğer harekete geçmiyorsan rahatsız edicidir. bu rahatsızlıktan kurtulmanın yolu da görmezden gelmek, bahane üretmek ya da ilgisiz kalmaktır.

epistemolojik gelişme, etik gelişmeyle paralel değildir. bilgi artıyor ama insan değişmiyor. hatta bilgiyi kendi çıkarları için kullanan insanlar çoğalıyor. epstein bir istisna değil; sadece gücü eline geçiren herkesin potansiyel bir zalim olabileceğinin göstergesidir.

gelinen noktada, bilginin insanı olduğundan daha iyi bir varlık yapmadığı açıktır. bilginin kendisi insanı erdemli kılmaz. empati, vicdan ve ahlaki duyarlılık olmadan, bilgi sadece manipülasyon aracıdır.

dolayısıyla bilgi çağında yaşıyor olmamız, insanlık olarak daha iyiye gittiğimiz anlamına gelmez. çünkü bilgi; ancak anlamla, ahlakla, empatiyle, vicdanla ve sorumlulukla birleştiğinde medeniyet doğurur. aksi halde, bilgi zulmün hizmetine girer ve insan, elindeki teknolojiyle doğayı, diğer canlıları ve nihayet kendi türünü yok eder.



bu bağlamda diyebiliriz ki: insanlık tarihi boyunca bilgi, insanı tek başına daha iyi bir varlığa dönüştürmemiştir. umut, bilgi değil; bilgelik, vicdan ve sorumluluktadır. bunun da bizim kendisine yüksek değerler atfettiğimiz tarihsel, teolojik, siyasal, felsefi ya sa bilimsel bilgi ile alakası olmadığı aşikar. görünen o ki; en zalimlerimiz bunları en çok bilenler...

ama insan olan biteni gözü ile görmesine rağmen bu durumu kabullenmez ve yorum ile teselli aramaya devam eder, her zaman yaptığı gibi;

https://mstbysl.blogspot.com/2025/05/karmasann-nedeni-bir-fiil-olaylar-degil.html

oysa hakikatin dahi şiddet doğurduğu objektif bir gözlemci için çok yalın bir gerçektir;

https://mstbysl.blogspot.com/2025/04/hakikat-siddet-dogurur.html

insanlığın konuşmak ve dolayısı uzlaşmak, iyi, erdemli, dürüst, vicdanlı olmak gibi amaçları yoktur. 

olduğunu iddia etse dahi bunlar sadece söylemdir. realitede karşılığını görmek neredeyse olanaksızdır. 

özellikle çok bilenlerde görmek imkansızdır... 

https://mstbysl.blogspot.com/2025/05/insan-konusarak-anlasan-dusunenerek.html

... 



7 Ağustos 2025 Perşembe

insan ve bilgi arasındaki ilişki üzerine....

insanlar onlarca farklı şekilde tasnif edilebilir ama bu tasnifler çoğu zaman kimseye bir şey söylemez. insanların bazıları hırsızdır, bazıları değil... eee? bu tasnif kimseye bir şey söylemiyor...


bunu okuyan hırsız dahi olsa, durup düşünmek yerine ya muhtemelen bahane üretecektir... 

oysa düşünsel bir değerlendirme ile insan tasnifi yapılıp, okuyanı düşünmeye sevk etmek mümkün... 

bilmeye karşı tutuma göre insanlar:

bilmediğini bilmeyenler; cehaletlerinin farkında değillerdir. genellikle kendilerini yeterli zannederler, sorgulamazlar. bu kitlede kibir, önyargı ve direnç yaygındır.

bilmediğini bilenler; öğrenmeye açık olanlardır. sorgular ve dinlerler. anlamayı amaçlarlar. gelişime açıktırlar.

bildiğini zannedenler; aslında bilgileri yüzeyseldir ama hakikati elinde tutuyor gibi konuşurlar. genellikle tartışmalarda baskın (haklı) olmak isterler, öğrenme değil ikna etme peşindedirler.

bilen ama susanlar; ya ortamı uygun bulmaz ya da konuşmanın anlamsız olduğunu düşünürler. bilgiyi saklama ya da paylaşmama eğilimi de olabilir.

bilen ve bildiklerini öğretmeyi amaçlayanlar; bilgilerini paylaşmaktan çekinmezler ama bunu kibirle değil, objektif ve tevazu ile yaparlar. düşünmeyi - sorgulamayı teşvik ederler.

soruya, meraka ve öğrenmeye yaklaşım biçimine göre insanlar:

gerçekten merak edenler; soruları, içten gelen bir öğrenme arzusuyla sorarlar. bilmeyi isterler, sorgular - düşünürler. 

muhatabının bilgisini sınamak için soru soranlar; soru sorarken, karşısındakini ölçmeye çalışırlar. cevap aramaz, egosunu beslerler.

muhatabını zor durumda bırakmak için soranlar; amacı öğrenmek değil, karşıyı küçük düşürmek, açığını bulmaktır. bilgiyle güç elde etmek isterler. 

soru sormaktan korkanlar; ya utanır ya da cevabın kendisini zorlayacağını bilir, o yüzden soru sormazlar.

soru sormaya doymayanlar; hem bilir, hem de bildiğini yeniden sorgularlar; öğrenmenin sonu olmadığını fark etmiştirlerdir..

bilgiyi kullanma biçimine göre insanlar:

bilgiyi anlamak için kullananlar; bilgi, onlar için hakikate ulaşma aracıdır. kendi sınırlarını tanımaya çalışırlar.

bilgiyi başkalarını yenmek için kullananlar; bilgiyi bir araç olarak görürler, amaç ikna etmek veya üstün gelmektir.

bilgiyi süs olarak kullananlar; derinliğine inmez, yalnızca alıntılar yapar, aforizmalar dillendirirler; izlenim bırakmak isterler.

bilgiyi sahiplenmeyenler; kimin söylediğinden çok ne söylendiğine odaklanır; bilgiye değil hakikate bağlıdırlar. 

tartışma ve iletişim tarzına göre insanlar:

öğrenmek için dinleyenler

haklı çıkmak için konuşanlar

kendini göstermek için konuşanlar

karşısındakini anlamaya çalışanlar

karşısındakini alt etmeye çalışanlar

bilginin zamanla değişebileceğini kabul etme düzeyine göre:

bilginin geçici olduğunu kabul edenler; düşüncelerini güncellemeye açıktır.

bir kez öğrendiğini sabitleyenler; her şeyi çözmüş gibi hisseder, gelişime kapalıdır.

öğrendikçe kesinlikten uzaklaşanlar; bilginin karmaşıklığını fark ettikçe daha az iddialı hale gelirler.

bilgiyi ezber sananlar; öğrenme değil, tekrarlama peşindedir. düşünceyi değil veriyi aktarır.

bu tasniflerin hepsi insanın bilgiyle kurduğu ilişkiye dair farklı bakış açıları sunar.

enteresan olan ise hırsızın bilgisiz olmamasıdır. düşünsenize; siz bir eve girip evdeki mücevherleri kimseye görünmeden alıp (çalıp) çıkabilir misiniz? 

ya da sahte bir diploma ile akademisyen olabilir misiniz? nasıl bir yol izlenmeli sahte diploma ile akademisyen olmak için? haliyle sonra akademik düzeyde iletişim kurmak ta gerek; bunun nasıl yapılacağını kaçımız biliyor ki?

yani ister hırsız olsun ister arsız ister sahtekar ya da dolandırıcı; hiç kimse bilgisiz değil...

sorun bilginin ne olduğunu ya da olmadığını bilmiyor olmamız ve onunla ne yapacağımızı ve nasıl etkileşim kuracağımızı bilmiyor olmamız... 

sahi, bilgi nedir? malum, birbirine zıt kutupları oluşturuyor olmalarına rağmen, herkes öyle ya da böyle bir şeyler biliyor ve bunları savunuyorlar. hatta bildiklerini savunurken deliller dahi buluyorlar. oysa biri diğerinin zıddı... ama baktığınızda hepsi bilgi! 

2 Ağustos 2025 Cumartesi

insan ve insan davranışlarına dair bir çelişki...

kuşkuya yer bırakmayacak bir gözlem gibi duran şu önerme; "bir kere yapan yine yapar, başkasına yapan sana da yapar" insan doğasına dair derin bir sezgiyi içinde barındırıyor gibi görünür.

sanki insan bir davranışı sergilemişse, o davranışın izleri onun karakterine işlemiş; dolayısıyla benzer bir durumda yine benzer bir tercih yapacaktır. 

bu önermede, insanın eylemlerinin tekrar edebilirliği üzerinden bir istikrar varsayımı yatar. ve biz çoğu zaman, deneyimle sabit bildiğimiz bu varsayımı, bir tür koruyucu içgüdüyle geleceğe uyarlamaya çalışırız; birini gözlemleyerek, onun gelecekteki eğilimlerine dair bir öngörü inşa ederiz.

ancak düşünsel düzlemde işler bu kadar basit değildir. çünkü burada genelleme yapılmaktadır. 

mantığın en temel ilkelerinden biri olan "tüm genellemeler istisnaya açıktır" ilkesi uyarınca, bu önerme evrensel doğruluk iddiası taşıdığı sürece, kendini çürütme potansiyelini de içinde barındırır. 

*bir kere yapan yine yapar" demek, insanın her durumda aynı tercihi yapacağını söylemek anlamına gelir ki, bu da insanın iradesini, öğrenmesini, pişmanlığını ve dönüşümünü tümüyle yok sayar. 

oysa insan, aynı nehirde iki kez yıkanamayan bir varlık gibi, her eyleminde biraz değişmiş, biraz başkalaşmış olabilir.

buradaki daha derin çelişki şudur; önerme, mantıksal açıdan problemli olmasına rağmen, insan davranışları içinde tekrar tekrar doğrulanıyor gibi görünür. 

yani genellemenin mantıken hatalı olduğu bilinse de, insanlar bu genellemeyi doğrulamak istercesine, kendi eylemleriyle onu gerçekleştirme eğilimindedir. 

bir başka deyişle, sanki insan; hakkında kurulan yargıyı haklı çıkarmaya meyilli bir varlıktır. 

beklentiyle davranış arasında bir yankı odası oluşur; birey kendisinden bekleneni gerçekleştirmeye meğillidir. bu ise yalnızca kişinin özgürlüğüne değil, başkasının ona yüklediği anlama da bağlıdır.

dolayısıyla bu durum, yalnızca bir önerme-mantık meselesi değildir; aynı zamanda insanın özgürlüğü, başkasıyla kurduğu ilişki ve kendilik inşasıyla da doğrudan ilgilidir. 

burada insanı anlamaya dair temel bir gerilim ortaya çıkar; insan hem öngörülebilir davranışlar sergileyen bir varlık gibi görünür, hem de o öngörüleri boşa çıkarabilecek kadar karmaşık, değişken ve çelişkili bir varlıktır. 

önerme doğru gibi görünür çünkü çoğunluk öyle davranır; fakat bu önerme aynı zamanda özgürlüğe açık olanın ya da bir başka deyişle istisna olarak ortaya çıkanın imkanını inkar eder.

bu çelişkinin kendisi, insanı anlamanın en zorlu ama en verimli noktalarından biridir. 

insan, hem istatistiğin konusu olacak kadar tekrar eden, hem de biricikliğiyle (kendine münhasır doğası) her istatistiği boşa çıkaracak kadar özgürdür (kural-sınır tanımaz, kararlılık ve sadakat gibi ilkeler edinmek zorunda değil) ... 

27 Haziran 2025 Cuma

dönüşmüyorsak; ne kadar düşündüğümüzü varsayabiliriz ki...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak - gündem etmek demek değildir. 


yapılageldiği gibi diyorum, çünkü; yapılan ahmet, mehmet, ayşe, fatma hakkında kopnuşmak, yaramaz çocuklar hakkında konuşmak, hatta onları eleştirmek, erdoğan ya da kılıçtaroğlu hakkında konuşmak ya da onları eleştirmek, bir olay hakkında konuşmak hatta olayı çözümlemek, siyaset - gündem hatta değişen dünya hakkında konuşmak... bunlar yapılıyor ve yapılan faaliyete düşünmek deniyor. peki ama değişen ne? var mı değişen - dönüşen bir şey?

bu tarz zihinsel faaliyetlerin büyük bir kısmı düşünmek değil, yalnızca düşünüyormuş gibi yapmaktır. çünkü düşünmek, özü itibariyle düşünen kişiyi dönüştüren bir eylemdir. 

düşüneni dönüştürmeyen bir etkinliğe düşünme demek, en hafif tabirle bu kavramı itibarsızlaştırmak olur. gerçek anlamıyla düşünmek, insanın kendine yani kendi iç dünyasına yönelmesi, içsel çelişkileriyle yüzleşmesi ve bu yüzleşmenin sonucunda yeni bir varoluş düzeyine geçiş yapmasıdır. eğer böyle bir dönüşüm yoksa, orada düşünme değil, sadece zihinsel meşguliyet vardır (aslında bu eylem zihinsel bir faaliyet dahi değildir. meşguliyet kavramı ile işgal kavramı aynı kökten türer. yani işgal edilmiş bir bilincin çıktısıdır bu tip davranışlar).

düşünme, temelde bir problemle karşılaşmanın sonunda ortaya çıkar. bu problem bazen soyut bir sorudur; örneğin "insan nedir?" gibi, bazen de somut bir toplumsal çatışmadır; "bunlar neden oluyor ya da benim başıma geliyor?" gibi... 

ancak problem ne olursa olsun, düşünmenin hedefi onu çözümlemek ya da çözmek, en azından anlamaya çalışmaktır. fakat burada önemli bir ayrım belirir; düşünmenin nesnesi dış dünyadaki insanlar ya da onların davranışları olduğunda, bu etkinlik çoğu zaman düşünce olmaktan çıkar. çünkü başkalarının hataları ya da başarıları üzerine konuşmak, kişiyi dönüştürmez. 

dönüştürmeyen bir eylem ya da söylem düşünce olamaz. insanlar başkalarının yanlışlarını tartışarak, onları eleştirerek, yargılayarak kendilerini geliştirdiklerini sanırlar ama bu, bir yanılsamadır. dış dünyaya yönelmiş bu tür eleştirel tepkiler, çoğunlukla kişinin kendi içsel sorunlarını görmemek için kullandığı savunma mekanizmalarıdır. bir bakıma bu davranışlar, kişinin kendinden kaçma biçimidir.

bunun en bariz belirlenimi dedikodu yapmaktır. nesnesi kim olursa olsun, ortamda olmayan yani kendini savunması mümkün olmayan birisi hakkında konuşmak en temelde konforludur (dilediğiniz kadar atıp tutabilirsiniz), nihayi noktada ise zaman kaybıdır; kimse dönüşmez. 

madem zaman sahib olduğumuz en değerli imkan; o halde zaman kaybına tahammülümüzün olmaması gereklidir. 

insanın gerçek anlamda dönüşebilmesi için, düşünmenin yönü dışarıdan içeriye dönmelidir. yani kişi, kendi hataları ve çelişkileri üzerine düşünmeli, kendi tutarsızlıklarını analiz etmeli, kavramlarla uğraşmalı, yaşamın anlamı, dilin sınırları, özgürlüğün imkanı gibi temel meseleler üzerine yoğunlaşmalıdır. bu tarz düşünme faaliyetleri, kişiyi hem duygusal hem zihinsel düzlemde zorlar ve bir yeniden yapılanma - dönüşüm sürecine sokar...

düşünen, bu süreçte ya kendi çelişki ve tutarsızlıklarını redederek düşünmekten vazgeçer (bu durumda genelde savunma yapılır; "bunu yaptım ama şundan yaptım" gibi) ya da çelişki ve tutarsızlıklarını terk ederek kendini dönüştürür. 

başka bir deyişle, düşünce bir sınavdır. bu sınavı geçen kişi dönüşür, geçemeyen ise inkarla savunma üretir. dolayısıyla düşünen, düşüncesinin nesnesi kendisi olduğu sürece hakikate, dönüşüme ve gelişime yaklaşır.

bu noktada bir başka önemli mesele ortaya çıkar; hiç kimse, bir başkasını düşünce yoluyla dönüştüremez. sözlerin gücü, yalnızca içsel bir hazırlık (özsel bir eğitim) varsa belirli bir yerde etkilidir. insanlar ancak kendi iradeleriyle dönüşebilirler. kimse kimseyi dönüştüremez. hatta çoğu zaman insanlar, kendi çocuklarını bile sözle değiştiremez. değişim ancak içsel bir idrakle, bir farkındalıkla ve iradi bir kararla mümkün olur. bu nedenle bir düşünür, düşündüğü şeyin etkisini başkasına kanıtlamak için değil, kendisini inşa etmek için düşünmelidir. hakiki düşünce, savunma ya da gösteri değil, içsel inşadır. başkasını dönüştürmek çoğunlukla bir arzudur; ama kendini dönüştürmek bir gerekliliktir.

düşünmenin niteliğini belirleyen bir diğer unsur da nesnelliğidir. yani düşünce, duygulardan arındırılmış olmalıdır. eğer bir olguya - konuya ya da birine karşı öfke duyuluyorsa ya da aşırı sevgi besleniyorsa, bu duygular düşünceyi manipüle eder. sevdiğimize pozitif ayrımcılık yaparız kaçınılmaz olarak, öfke duyduğumuz kişilere karşı yargılayıcı ve dışlayıcı oluruz (insan bundan kaçınamaz). 

bu durumda düşünme değil, savunma ya da saldırı gerçekleşir. oysa düşünme, ancak nesnel olduğunda sahici olabilir. nesnel düşünme, duyguya kapılmaksızın nesnesine yönelir ve sadece gerçeği arar. düşünmenin bu nesnellik şartı, onu kanaatten, yorumdan ya da dedikodudan ayıran temel farktır. kanaatler, kişinin duygusal yatırımlarıdır; düşünce ise duygudan bağımsız olarak gerçekliği sorgulama çabasıdır.

magazin, dedikodu, gündelik olaylar hakkında konuşmak ya da ideolojik tekrarlar yapmak; bunların hiçbiri düşünme değildir. çünkü düşüneni dönüştürmez, düşünenin kendisini merkeze almaz, dışa yöneliktir ve çoğu zaman duygusal temellidir. bu tür etkinlikler, düşünce süsü verilmiş kaçışlardır. 

başkaları hakkında konuşmak, dışa yönelik konforlu bir faaliyettir. düşünmek ise tam tersine, içeriden yapılan bir müdahaledir. kişi, kendi bilinç katmanlarını açar, kendi önyargılarını sorgular, kendi korkularını ve zaaflarını tanır. bu süreç dedikodu yapmak gibi konforlu değildir ama dönüşüm ancak bu rahatsız edici karşılaşmalardan sonra gerçekleşir.

bu bağlamda düşünmek, yalnızca bir şey hakkında düşünmek değil, düşünmenin kendisi hakkında da düşünmektir. yani düşünce üzerine düşünce, bir üst düzey bilinç gerektirir. insan düşünmenin ne olduğunu, ne olmadığını, hangi eylemlerin düşünme sanılarak aslında düşünmekten kaçma olduğunu fark ettiğinde, bu farkındalık bile bir dönüşüm başlatır. çünkü düşünmenin niteliğini anlamak, düşünmeyi daha sahici kılar. düşünen artık neyin dekorasyon, neyin inşa olduğunu ayırt edebilir hale gelir.

bütün bu çözümlemelerle birlikte söyleyebiliriz ki; düşünmek, dışa dönük bir yargılama ya da içeriksiz bir konuşma değil; içe dönük bir yapılandırma, kavramsal bir karşılaşma ve varoluşsal bir dönüşümdür. 

düşünce, yalnızca düşüneni merkeze alır. onun alışkanlıklarını, değer yargılarını, önyargılarını, dilini, duygularını ve kararlarını sorgular. bu sorgulama bir çatışmayı doğurur ve her çatışma bir eşiğe götürür; ya inkar, ya dönüşüm... bu eşiği geçen düşünür dönüşür; geçemeyen ise tekrara düşer.

o halde düşünmek, kendilikle yapılan en derin inşa faaliyetidir. düşüneni dönüştürmeyen hiçbir zihinsel etkinlik düşünce değildir. düşünce, ancak kendini dönüştürebilen kişi için gerçektir. diğer her şey, düşünme süsü verilmiş birer kaçıştır. düşünce, kendi iç yapısını yeniden kurabilen için anlamlıdır; başkaları hakkında konuşan ama kendini tanımayan içinse boş bir uğraştır. düşünmek, en derin sorumluluktur; önce kendine, sonra hayata karşı. ve bu sorumluluğun farkında olan kişi, artık yalnızca düşünen değil, kendini yeniden kuran (yaratan) bir bilinçtir.

insan, doğduğu andan itibaren yalnızca bir aileye ya da millete değil, aynı zamanda belirli bir düşünme biçimine, bir dil yapısına, bir algı sistemine ve hepsinden önemlisi de bir "kendinden emin olma" kültürünün içine doğar. içine doğduğu toplum, bireye daha düşünmeye başlamadan önce cevaplar sunar. 

öyle ki, neredeyse herkesin her konuda bir fikri, her soruya bir cevabı vardır. ve daha da çarpıcısı, herkes soruların cevaplarının doğruluğundan emindir. hiç kimse "acaba yanılıyor olabilir miyim?", "bu düşünce gerçekten bana mı ait, yoksa ezberlediğim bir tekrar mı?", "şu an konuştuğum şeyi gerçekten anladım mı, yoksa sadece ezbere bir takım kavramları mı sıralıyorum?" gibi soruları kendine sormaz. sormak da istemez. çünkü bu sorular rahatsız edicidir; konforu bozar, kişiyi kendisiyle yüzleştirir.

içine doğduğumuz bu "kanaat ve savunma toplumu" bireye sorgulamayı değil, benimsemeyi öğretir. deneyim, gözlem, gelenek, aidiyet ve duygu birleşir ve sorgulanmadan kabul edilmiş bir bütün oluşturur. bu bütün, kişiye kimlik gibi sunulur ve öylece benimsenir. öyle ki insanlar inandıkları dine, savundukları ideolojiye ya da ait oldukları gruba yalnızca bağlı değil, bağımlıdırlar. çünkü bu yapılar sayesinde dünyayı anlamlandırırlar. bu yapıların sorgulanması, yalnızca bir düşüncenin değil, bütün bir varoluş kurgusunun sarsılması demektir. 

bu yüzden çoğu insan düşünmez; çünkü düşünmenin doğuracağı sarsıntıdan korkar. ve bu yüzden düşünerek değil, tam tersine, düşünüyormuş gibi yaparak yaşar. 

fikri vardır ama fikrini nereden aldığını bilmez. gözlemi vardır ama gözleminin sınırlarını hiç sorgulamaz. konuşur ama söylediği şeyin neye dayandığını bilmeden konuşur. çünkü düşünme ile düşünüyormuş gibi yapma arasındaki fark, çoğu zaman görünmezdir.

oysa hakiki düşünme, yalnızca "bir şey hakkında düşünmek" değildir. düşünmek, önce düşünmenin kendisi hakkında düşünmektir. yani yalnızca nesnesine değil, kendi öznel pozisyonuna da yönelmiş bir bilinç gereklidir. düşünmek, "ben şu anda bu düşünceyi neden böyle kuruyorum?" sorusuyla başlar. 

bu soru, kişinin yalnızca bilgisine değil, bilincine de yönelmesidir. çünkü bilgi, sadece içerik değil; aynı zamanda bir yönelim, bir niyet, bir arka planla birlikte var olur. düşünmek, bu arka planı tartışmadan ortaya çıkaramaz. bu nedenle düşünmek, yalnızca zihinsel bir işlem değil, etik bir sorumluluktur da.

deneyim ve gözlem, düşünmenin araçlarından biri olabilir; ancak düşünmenin kendisi değildir. çünkü deneyim de gözlem de, kendi başlarına hakikati vermezler. 

örneğin bir çocuk, bir nehrin kenarında her gün suya bir tahta parçası atıp onun yüzerek uzaklaştığını görsün. bunu hayatı boyunca tekrar etsin. gözlem ve deneyimi ona şunu söyleyecektir; "tahtalar suda yüzer"... 

oysa çocuk, o tahtayı hiç bırakmadan takip edebilseydi, tahtanın bir süre sonra su emerek battığını görecekti. yani tahtalar, yalnızca suyu emene kadar yüzerler. 

burada önemli olan, gözlemin kendisi değil; gözlemin ne zaman ve nasıl sınırlandığıdır. ama çocuk bunu bilmeden, gözlemini bir hakikate dönüştürür. bu, onun kanaati olur. o kanaate bir ömür tutunur. çünkü o kanaat, artık sadece bilgi değil, kimliğin parçasıdır. (kim bundan ne kadar kaçınabilir ki?)

işte burada, düşünmek ile kanaat arasında bir ayrım yapmalıyız; düşünmek, kanaatle yetinmeyen, kanaatin kökenini, geçerliliğini ve bağlamını sorgulayan eylemdir (kanaat, kanı, kanmak, kandırmak aynı kökten türer). 

kanaat, çoğu zaman bir yargıdır ve yargı, düşüncenin sonlandırıldığı (artık düşünmekten vazgeçildiği) noktadır. insanlar "ben bunu yaşadım, demek ki doğrudur" derken aslında düşünmemektedir. çünkü düşünmek, yaşananın görünen kısmıyla değil arka planında ne varsa hepsiyle, hatta yaşanması mümkün olan tüm diğer olasıklıklarla ilgilenir (düşünme, düş kökünden türer). 

düşünmek, yalnızca olmuş olanı değil, olması gerekeni, olabilecek olanı, henüz fark edilmemiş olanı da hesaba katar. bu da, düşüncenin deneyim ve gözlemden çok öte bir şey olduğu noktadır. düşünce, deneyimi ve gözlemi yadsımaz ama asla onlarla yetinmez.

kötü olduğunu varsaydığınız birini düşünün; örneğin netenyahu... siyasal amaçları uğruna kadınları, çocukları öldüren, hastahane-ibadethane bombalayan birisi nasıl iyi olabilir değil mi? peki netenyahu annesinden kötü mü doğdu? yoksa o bir dünyaya gözlerini açtı ve o dünya o'nu bu yönde şekillendirdi mi? bu dünyada kimler var peki? siz ve biz yok muyuz? biz bunun parçası değil miyiz? ne o kendinizi-kendimizi mi aklayacağız yine her zamanki gibi? bu basit olan değil mi? hem de konforlu... bu konforlu ama düşünmekten kaçış içeriyor ve zaman kaybı... netanyahu'yu istediğiniz kadar kötüleyin ya da yuhalayın ya da ölmesi için dua edin; hiç biri çözüm olmayacak...

hiç bir sorunu çözmeyen bir faaliyet ne anlam taşır? 

duygular, aidiyet, korkular... tüm bunlar da benzer biçimde düşüncenin karşısına değil, onun içeriğine yerleştirilebilir şeylerdir. bir insanın çocuğuna duyduğu aidiyetin nesi hatalı olabilir? ya da korku, insanı tehlikeden koruyan bir refleksiyon değil midir? evet, hepsi doğrudur. mesele, bu öğelerin kendilerinde değil, onlara ne zaman, nasıl ve hangi bağlamda yer verdiğimizdedir. 

duygularla düşünmek mümkün değildir ama duyguları tanıyarak, onlara bilinçle yer vererek düşünmek mümkündür. aidiyet, sevgi ve korku kötü ya da yanlış değildir; çözümlenmediğinde (dönüşüm gerçekleşmiyorsa yani), kör olduklarında ve düşünceye hükmettiklerinde yanıltıcı hale gelirler. düşünmek, bu duyguları bastırmak değil; onlarla birlikte farkındalık üretmek ve dönüşmektir.

düşünmenin ayırt edici niteliği tam da budur; hüküm vermek değil, anlamaktır düşünmek. anladığımız anda kaçınılmaz olarak bu anlam bize tesir eder (dönüşürüz).

bir şeyi anlamaya çalışmak, ona kendi diliyle konuşma hakkı tanımaktır. o şeyin ne olduğunu, nasıl işlediğini, neyle nasıl bağ kurduğunu çözümlemeye çalışmaktır. düşünmek, kendi sınırlarını da tanımaktır; "belki de yanılıyorumdur" cümlesini kurabilmektir. bu cümle, düşünmenin eşiğidir. çünkü şüphe, her şeyin başıdır. düşünmek, bu şüphenin içinde var olur. ve ancak burada gerçek dönüşüm başlar.

hakiki düşünme, hüküm koymaz, yrgılamaz; görmek - bilmek - tanımak ister... şeyleri oldukları gibi anlamaya çalışır. bu yüzden iyi-kötü, doğru-yanlış, değerli-değersiz gibi ikiliklerin ötesine geçer. 

yasaya öyle değer verdim öyle değer verdim ki; insanların yasayı hiçe saydığını hatta onu aparat olarak kullandıklarını gördüğümde "yasaya olan inancımı yitirdim" demiştim. oysa yasa kime ne yaptı ki? hatta yasa ne yapabilir ki? her ne yapıyorsa insanlar yapıyor. yitireceksen insanlara olan inancını yitir ama insanlara inanmak ne demek? insan öngörülebilir bir canlı değil ki...

düşünmek, bir yargı faaliyeti değil; bir açıklık halidir. bu açıklıkta, insan neyin nasıl çalıştığını görür. bir duygu ne zaman engelleyici, ne zaman yönlendiricidir? bir aidiyet ne zaman bir bağ kurar, ne zaman bir perde olur? bir deneyim ne zaman öğreticidir, ne zaman yanıltıcı? düşünmek, bu soruları sormakla başlar.

ve belki de düşünmenin en sade ama en güçlü çıktısı şudur; "belki de yanılıyorumdur"...
bu cümleyi sahici biçimde kurabilen insan, düşünmeye başlamıştır. ve düşünmeye başlayan biri, yaşamaya da yeniden başlamış demektir. çünkü düşünmek, yaşamın en bilinçli ve en dürüst biçimidir.

evet, tam da burası düşüncenin nihai turnusolüdür; düşünen dönüşmek zorundadır. çünkü gerçek düşünce, yalnızca zihni değil, varoluşu etkiler. bir düşünce, kişide bir farkındalık, bir yön değişikliği, bir içsel kayma yaratmıyorsa; o yalnızca bilgi (aslında bilgi dahi değil malumat) yığılması ve bir tür zihinsel dekorasyondur. ama düşünce gerçekse, kişiyi yerinden oynatır. düşünce, sadece dışarıya yönelmiş bir yorum değil, içeriye dönük bir karşılaşmadır. ve her karşılaşma, kişide bir iz bırakır. iz bırakmayan düşünce, ya yüzeysel geçiştir ya da hiç içeri alınmamıştır.

insan eğer gerçekten öğreniyorsa, öğrendikleriyle değişir. çünkü öğrenmek sadece "daha fazlasını bilmek" değildir; bilinen şeyin bileni dönüştürmesidir. 

düşünen kişi "ben dünkü ben değilim; bugün kendi üzerime yeni şeyler koydum ve benden bir şeyler çıkardım" diyebilen kişidir. 

örneğin ben dün, yasanın hiçe sayıldığını gördüğümde "yasaya olan inancımı yitirdim" demiştim ya hani; oysa yasanın bir gereklilik - zorunluluk olduğu üzerine düşündüğümde, ettiğim sözün ne kadar saçma olduğunu fark ettim bugün. yasayı insanlar hiçe sayıyorlar; yani güveni yitiren insanlar. yasa ne yapmış olabilir ki; benim güvenimi yitirsin? hem yasa kendine güvenilen değil, kendisi ile var olunan- tavır geliştirilen ilkedir. 

düşünecek ve dönüşeceğiz; hemde kesintisiz olarak. çünkü düşünmek, dönüşümü zorunlu kılar. 

insan yıllarca aynı düşünce kalıplarında dönüp duruyorsa, orada artık düşünce değil, tekrar vardır. ve tekrar, değişime değil sabite - durağanlığa - donukluğa hizmet eder. sabitlik ise düşüncenin değil, inanç kalıplarının, dahası dogmanın işaretidir.

bu yüzden, bir insanda düşünsel dönüşüm yoksa, düşünce iddiası da sorgulanmalıdır. çünkü düşünen insan, en başta kendini sorgular. ve sorgulayan kendilik, durağan kalamaz; değişir, esner, derinleşir, genişler, dönüşür...

soru - sorgu, sadece başkalarına değil, kendimize de dönmelidir. düşünmekte olduğumuzu sanıyor ama halen aynı yargılarda, aynı alışkanlıklarda, aynı tepkilerde ısrar ediyorsak; bir şey eksik demektir. ya duygular düşüncenin önüne geçmiştir ya da alışkanlıklar düşünmeyi gölgelemektedir. düşünce, kendiliği dönüştürmediği sürece, bilinç de yerinde sayar. ve yerinde sayan bilinç, sadece bir önceki günün tekrarını yaşar; yeni bir gün değil...

dolayısıyla düşünce, ancak dönüştürüyorsa gerçektir. ve düşünür, ancak dönüşüyorsa düşünürdür.
gerisi ya alışkanlık, ya da zihin oyunudur. ama hakiki düşünce, düşüneni asla eski halinde bırakmaz. çünkü her gerçek düşünce, bir yeniden doğuştur.

bir düşünce deneyi ile konuya farklı ama insanı şok eden bir perspektiften bakmak mümkün;

bir adam eşi ile tartıştıktan sonra sabah evden çıkıp işe gitmiş olsun. ki bu, hangi evde yaşanmıyor ki... akşam eve dönen adam, eşini gördüğünde (muhtemelen) sabah evden çıkarken gördüğü kadınla karşılaştığını varsayar. oysa akşam eve geldiğinde karşısında gördüğü kadın, sabah yanından ayrıldığı kadın değildir. bu kadın; ya sabah olanları çözümlemiş ve "keşke şunu demeseydim, fazla ileri gittim" diyen kadındır, ya sabah işittiği sözlerin altında gün boyu ezilmiştir ve sabah olduğundan daha üzgündür, ya da gün boyu kendini haklı çıkarmak için kendini kurmuş ve sabah olduğundan daha öfkeli bir hale gelmiştir.

her halukarda akşam adamın gördüğü kadın sabah yanından ayrıldığı kadın değildir. ama nerdeyse hiç kimsenin aklına bu kaçınılmaz gerçek gelmez ve sabah yanından ayrıldığı kadının yanına gittiğini varsayar adamlar. 

bu yüzden büyük çoğunluğu kör ve sağır olan insanlık, asla kendini yeniden inşa etmeyi denemez ve anlamsız şeylerle meşkul eder kendini.

iş yaşamında, siyasette, modern dünyanın heryerinde yaygın olan dedikodu; ahmakça bir davranıştır. çünkü; dekikodu yapan kendi dönüşümünü göz ardı etmekle kalmaz, muhtemelen hakkında konuştuğu kişi artık onun bildiği kişi değildir.

oysa düşünmek, bir düşünceyi düşünmenin nesnesi yapmaktır. özellikle de kendi düşüncelerimizi...

dünyadaki en radikal pozisyona sahip olmakla beraber, çelişki - yanılgı ve hatalarımızdan kurtulup daha güçlü ve daha özgür olmak ancak bu şekilde mümkündür. düşünsenize; sizinle an itibari ile birebir muhatap olmayan hiç kimse sizin hakkınızda olumlu ya da olumsuz doğru konuşamaz. konuşurlar bir şekilde ama sürekli düşünen ve dönüşen sizin hakkınızda konuşamazlar; sizin eskiden olduğunuz her hangibir durum hakkında konuşabilirler ancak.

çünkü düşünmeyi alışkanlık haline getiren siz, her yeni gün; eski sizi geride bırakmış olacaksınız... ve dedikoducular (dedikoducu dediğime bakmayın bu kişi eşiniz, öğretmeniniz ya da patronunuz dahi olabilir), şimdiki sizi değil eski sizi çekiştiriyor ve hakikate ihanet ediyor olacaklar.

bu insanlar için sadece dua edilebilir ama ne kadar işe yarar bilinmez. o halde, her gün tekrar tekrar düşünmek ve kendimizi dönüştürmeyi ilke edinmek zorundayız. belli mi olur, çözümlemelerimiz kendi içinde ya da realite ile çelişiyordur...

3 Haziran 2025 Salı

ontoloji ve epistemoloji kavramlarına farklı bir bakış...

varlık (ontoloji) ile bilgi (epistemoloji) arasında kadim bir gerilim söz konusudur...


bir nesnenin "masa" olarak adlandırılması onun fiziksel yapısından ziyade, insan zihninin ona yüklediği anlamla mümkündür. 


masa diye bildiğimiz varlık, bizim belirli bir materyalden, belirli bir amaç için yaptığımız bir nesne. 

o, özünde odun da olabilir, plastikte, metalde... 


ona masa diyen biziz... 


insan bir aracın varlığını amaçladı; bunun için odunu bir forma sokarak o aracı yarattı ve ona masa adını verdi...

bu da bizi doğrudan şu temel soruya götürür; bir şey, gözlemlenmeden veya adlandırılmadan var olabilir mi?

önce şu ayrımı ortaya koymak gerek; bir nesnenin kendisinin varlığı ile o nesnenin bilinirliği farklı şeylerdir. 

bu noktada ikinci bir ayrım ortaya çıkar; bir şeyin var sayılabilmesi için onun algılanmış, adlandırılmış ve bir anlam çerçevesine oturtulmuş olması gerekir. buna felsefede fenomenolojik varlık denir. 

bu düşüncenin en önemli temsilcilerinden biri heidegger'dir. o da der ki; varlık, ancak insanın dünyada olmasıyla (dasein) açığa çıkar. yani insan olmadan "varlık" bile bilinemez, çünkü "bilme" insanın işidir.

şimdi adım adım açalım. birincisi; varlık, tanım gereği bir ilişkinin çıktısıdır. 

bir şeyin "masa" olarak adlandırılması, onun belirli bir işleve göre sınıflandırılmasının sonucudur. odun, ağaç, lif, molekül... 

bunların her biri insan zihninin farklı düzlemlerde yaptığı tanımlamalardır. o halde masa, kendi başına bir gerçeklik değil, bir ilişkidir. o nesneyle kurduğumuz anlam ilişkisi... yani masa, yalnızca "orada bir yerde" değil, aynı zamanda "burada" – zihnimizde – var olur.

ikincisi; gözlemci olmadan masa yoktur. çünkü "masa" kategorik bir tanımdır. bir işlevi, bir amacı, bir biçimi içerir. doğada kendiliğinden ona "masa" denilebilecek bir varlık yoktur; insan onu o şekilde biçimlendirir, işler, adlandırır, öylece tanır ve kullanır. 

buradan hareketle söylenebilir ki; insan olmadan masanın içinde barındırdığı herşey (masa formunda olsun ya da olmasın) vardır, ama o bir masa değildir. çünkü masa olmak, insan için bir anlam taşımaktır. anlam ise insan zihninde mümkündür.

üçüncüsü; adlandırma olmadan varlık bilinemez. ad vermek, varlığı sabitlemenin, ona bir sınır çizmenin yoludur. 

"ağaç" dendiğinde, bir biyolojik tür soyutlanmış ve tanımlanmış olur. ağaç tanımlanır, sonra dalları kesilipp belirli bir metodla belirli bir amaç için yeniden şekillendirince, ortaya çıkan nesneye "masa" denir.

bu durum, şeyleri oldukları gibi değil, işimize geldiği gibi kategorize ettiğimizi gösterir. masa, işlevsel bir tercihtir; bir ontolojik zorunluluk değildir.

dördüncüsü; evrenden insanı çıkarırsanız, varlık kavramı da yok olur. evet bu çok radikal bir saptamadır. ama "varlık" dediğimiz şey, sadece var olan şey değil, bilinen, fark edilen, adlandırılan şeydir. 

evrende milyarlarca yıldız olabilir ama onları gözlemleyen, haritalayan, onlara yıldız diyen bir bilinç yoksa, onlar neye göre "vardır", neye göre "yıldız"dır? 

işte burada epistemolojik varlık devreye girer; var olmak, bilinmekle mümkündür. bilinmeyen bir şeyin var olduğunu neye göre söyleyebilirsiniz ki?

beşincisi; atom bile bir yorumdur. atom, bilimsel bir teorinin ürünüdür. parçalanabilir, bölünebilir, enerjiye dönüşebilir... ama bütün bu tanımlamalar, gözlem ve deneyle elde edilmiş olsa dahi nihayetinde insan yorumlarıdır. 

atomun varlığına dair tüm bilgiler, insan zihninin deneyimleri organize ediş biçiminden ibarettir. bir başka bilinç türü – örneğin insandan tamamen farklı işleyen bir zihin – belki de atomu hiç görmez ya da varlığını başka şekilde dizayn eder ve tanımlardı. 

altıncısı; geriye ne kalır? eğer insanı evrenden çıkarırsak, geriye kalan şey bir "hiçlik" değil ama adı konulmamış bir potansiyel olurdu sadece. 

şeyler belki hâlâ "olur", ama kimse "oldu-oluyor" demez-diyemezdi. 

bir taş yuvarlanabilir ama "taş", "yuvarlanmak", "hareket" gibi kavramlar ortadan kalkar. bu noktada gerçekliğin kendisi bile anlamsızlaşır. çünkü anlam, bağ-bağlantı kurmakla mümkündür ve bağ kuran yalnızca bilinçtir.

yedincisi; kant'ın katkısı. kant'a göre biz "kendinde şey"i (das ding an sich) bilemeyiz. biz sadece şeyin görüngüsünü biliriz, yani zihnimizdeki temsiline ulaşırız. masa diye bir şey var mı? belki... ama bizim bildiğimiz masa, zihnin onu duyularla biçimlendirmesi sonucu ortaya çıkan temsildir. dolayısıyla masa, bizim kurguladığımız bir varlık tasarımıdır.

sekizincisi; berkeley'nin radikal tezi. george berkeley şöyle der; esse est percipi, yani "var olmak algılanmaktır". algılayan bilinç olmadan hiçbir şey var olamaz. masa, ağaç, yıldız ya da atom... bunlar sadece algılandıkları sürece vardırlar. aksi halde yokturlar – ya da daha doğrusu, var olup olmadıkları anlamsızdır.

bu bağlamda toparlarsak; "özü itibari ile masa olan bir varlık yok; masa, insan onu masa diye adlandırdığı için var" biçimindeki tespitin arkasında çok güçlü bir düşünce geleneği yatar.    

bu gelenek, gerçekliği bir "mutlak dış dünya" değil, bir bilinç-yapısı ilişkisi olarak yorumlar. insan yoksa masa da yoktur, çünkü masa bir kavramsal düzenlemenin (düşüncenin) ürünüdür. dolayısıyla evrende değil, insan bilincinde vardır.

ama şu ayrımı da yapmak gerekir; fiziksel olarak orada bir "şey" olabilir. ama o "şey" kendisine anlam atfedilmediği sürece, onun varlığı sadece onu meydana getiren parçalardan ya da fiziksel bir titreşimden ibarettir. o parçaların ya da titreşimin bir anlam ifade etmesi, bir kimlik kazanması ve varlık haline gelmesi ise ancak bir bilinçle mümkündür.

yani; varlık, yalnızca olmak değil, bilerek - bilinerek var olmaktır. ve insan bilinci, varlığa anlam yükleyen, onu görünür-kullanılır ve düşünülür hale getiren tek araçtır. 

ontoloji ve epistemoloji çözümlemesi salt teorik bir tartışma olmaktan ziyade; düşüncenin temellerini yeniden kurmak, bilinçte inşa edilmiş tüm yapay kavramları, rollerin, mesleklerin, sistemlerin, değerlerin gerçekten var olup olmadığını sınamak için işlevseldir. 

ontoloji, yani varlık felsefesi, bir başka açıdan şu soruyla ilgilenir; "ne vardır?" ya da daha doğru bir ifadeyle "ne var sayılır?" 

çünkü herhangi bir şeyin var olduğunu söylemek, onu bir şekilde tanımak, onu sınırlandırmak ve onun hakkında bir iddiada bulunmak demektir. 

epistemoloji ise bu iddiaların kaynağına döner ve sorar; "bunu nereden biliyoruz?" 

yani var olduğunu düşündüğümüz şeylere dair bilgimizin temeli nedir? bu iki alan birbirinden bağımsız değildir, aksine birbiri içine geçmiş halde çalışır. çünkü neyin var olduğunu söyleyebilmemiz için onu bilmemiz gerekir; neyi bilebileceğimizi anlamak içinse neyin var olduğunu sorgulamak zorundayız.

şimdi şu basit soruyu soralım; bir "doktor" gerçekten var mıdır? yoksa yalnızca belli bir davranış kalıbı, bilgi türü ve toplumsal rolün üzerine yapıştırılmış bir etiket - adlandırma mıdır? 

bu kişi belirli bir eğitim ve bir takım sınavlardan geçmiştir, bir takım belgeler almıştır, bir kurum tarafından "yetkilendirilmiştir" ve biz ona "doktor" deriz. peki bu adlandırmayı ortadan kaldırsak, onun bilgi ve davranışları ortadan kalkar mı? hayır. 

ama artık ortada bir "doktor" yoktur; bilgi vardır, deneyim vardır, ama "doktor" bir rol olarak ortadan kalkar. 

bu durum sadece doktor için değil, siyasetçi, hukukçu, medya çalışanı, din adamı, öğretmen, suçlu, hakim, savcı, işçi, patron gibi tüm toplumsal kimlikler için geçerlidir.

çünkü ontolojik olarak bu rollerin hiçbiri kendiliğinden var değildir. masa örneğinde olduğu gibi, bu kavramların tümü insanlar tarafından oluşturulmuş, adlandırılmış, işlevselleştirilmiş yapılardır. 

onların "varlığı", yalnızca bizim onları kabul etmemize, sürdürmemize ve onları tanımlayan davranış kalıplarını tekrar tekrar üretmemize bağlıdır. biz bu davranışları terk ettiğimizde ya da onları tanıyan zihinsel düzeni bozduğumuzda, o kimlikler de ortadan kalkar. 

yani patron, işçi olmadan var olamaz; siyasetçi, seçmen olmadan anlam kazanamaz; suçlu, yasa koyucu olmadan var edilemez. hepsi karşılıklı olarak birbirini mümkün kılan yapılardır. bu yapılar ontolojik değil, bağıntısaldırlar.

epistemolojik düzeye indiğimizde ise bu yapılarla ilgili tüm bilgimizin, belirli bir tarihsel bağlamda, belirli bir kültürün, dilin ve ideolojinin içinde üretildiğini görürüz. 

biz bir "suç" hakkında ne düşünüyorsak, o düşünce yüzyıllar boyunca birikmiş, kodlanmış, öğretilmiş bir dizi söylemin içinden gelir. 

tıpkı "devlet - beka", "vatan", "hukukun üstünlüğü", "tıp biliminin nesnelliği" "ilerleme", "dinlerin kutsallığı", "modernizasyon" kavramları gibi... 

hepsi, varoluşsal bir zorunluluk değil, tarihsel bir tercihin, toplumsal bir kurgunun, ideolojik bir mutabakatın ürünüdür.

bu durumda tüm bu yapılar sadece birer dilsel inşadır. yani onlar hakkında konuşmayıp onları gündemimizden çıkardığımızda, onlar da gerçekliğimizden silinir (örn; batıdaki kilisenin kudretinin zihinlerden silindikten sonra kudretini gerçekten yitirmesi gibi. bkz rönesans ve endüstri devrimi). 

çünkü onların varlığı, bizim onları konuşmamıza, onlara inanmamıza, onları meşru saymamıza bağlıdır. bu yüzden bir siyasetçiyi eleştirmek yerine "siyaset-çi" kavramının kendisini çözümlemek gerekir (aksi halde biri gider, benzer biri gelir, değişen hiç bir şey olmaz). 

bir dini kurumun yozluğundan şikayet etmek yerine "dini kurum"un nasıl kurulduğunu ve bizim zihnimizde hangi varsayımlar üzerinden işlediğini sorgulamak gerekir. 

hukuk - ceza sistemine karşı çıkmak değil, "hukuk" ve "ceza" kavramlarını neyin var ettiğini dahası bu kavramların neyi var ettiğini, kimi - neyi ortadan kaldırdığını tartışmak gerekir.

ontoloji açısından bu kavramlar var değildir; onlar bizim zihinsel üretimimizdir. epistemolojik olarak ise, onları bilmemizin yolu, onlara dair kurduğumuz (bu kurgu genel kanıların çıktısı aslında) çerçevelerdir (aslında tam burada biz, bir başka bilincin ürettiği düşünce ile oyalanan birer figüranız). bu çerçeveyi kırdığımızda mevcut bilgi (genel kanılar) dağılır, kavram da ona yüklenen anlamı kaybeder. 

bu yüzden kavramlar üzerine düşünmek, sadece felsefi bir egzersiz değil, aynı zamanda varoluşsal bir eylemdir. çünkü kavramların çözülmesiyle birlikte, onların hükmettiği zihin de özgürleşir. 

işte bu yüzden "hukukçu" yerine "hukuk" kavramının kendisini sorgulamak gerekir. 

"medya yalan söylüyor" demek yerine, "medya" nın kendisinin nasıl bir gerçeklik inşa ettiğini çözmek gerekir. 

"patronlar acımasız" demek yerine, "patron" kavramının nasıl var olduğunu, işçiyle birlikte nasıl karşılıklı bağımlı bir sistem kurulduğunu ortaya koymak gerekir.

dolayısıyla siyaset, endüstri, din, bilim, hukuk, eğitim, sağlık gibi tüm yapılar sadece dışsal kurumlar değildir; aynı zamanda zihinsel inşalardır. 

onları yıkmak, savaşmak ya da değiştirmek bazen işe yaramaz; çünkü asıl mesele onların nasıl mümkün kılındığını, hangi ontolojik varsayımlarla ve hangi epistemolojik çerçeveyle ayakta tutulduğunu anlamaktır. 

bu anlayış sayesinde kişi, dış dünyanın yüklediği tüm rolleri, mecburiyetleri, kalıpları bir kenara bırakabilir ve gerçekliği, mevcut kavramların değil, mevcut kavramlarla yapılan gözlemin değil, öz bilincin kendisiyle kavrar. 

(gözünüzle gördüğünüz şey hakkında ettiğiniz her söz, size servis edilen kavramlarla ortaya çıkıyor ise, siz ne olup bittiğini değil, görmeniz istenen şeyi görüyorsunuz demektir.)

çünkü en nihayetinde, hiçbir kavram kendiliğinden var değildir. onları mümkün kılan şey, onlar hakkında konuşmamız, onları kabul etmemiz ve zihnimizde yer vermemiz, yani onları tanıyor olmamızdan kaynaklıdır. 

o halde konuşmazsak, adlandırmazsak, gündemimizden çıkarırsak; onlar da yok olurlar. böylece ontoloji, artık sadece "ne var?" sorusu değil, aynı zamanda "neyi var saymayı bırakmalıyım?" sorusuna dönüşür. 

epistemoloji ise sadece "ne biliyorum?" değil, aynı zamanda "neyi artık bilmezsem özgürleşebilirim?" sorusuna dönüşür.

ve belki de en doğru düşünce biçimi budur; şeylerin varlığına değil, onların varlıklarını mümkün kılan inançlarımıza odaklanmak. 

çünkü inancın çözülmesiyle birlikte, mevcut yapılar da çöker. ve işte o an, insan tüm varlığı yeniden inşa edilebilir hale gelir.

ontoloji, varlığın ne olduğu yahut neyin var sayılabileceği sorusunun etrafında dönüp duran en eski tartışmalardan biridir; epistemoloji ise o var saydığımız şeyleri ne hakla bildiğimizi, onların bilgisini hangi yollardan ürettiğimizi tartışan kardeş konudur. 

ikisi birbirine sürekli pas atar; neyin var olduğuna karar vermek, o varlığa dair bir bilgi biçimini içerir; bilgi dediğimiz şeyin kendisi de ancak belli bir varlık tasarımına yaslanarak anlam kazanır. 

işte bu yüzden, tarih boyunca parmenides'in değişmez bir varlık önermesinden herakleitos'un akışkan bir olmaya, aristoteles'in töz kategorilerinden plotinos'un bir'ine, orta çağın tanrısal ontolojilerinden descartes'ın zihin-madde ikiliğine, spinoza'nın tek töz monizmine, leibniz'in bölünmez monadlarına, kant'ın "kendinde şey" ine, hegel'in diyalektik sürecine, husserl'in fenomenolojik indirgemesine, heidegger'in dasein anlayışına, wittgenstein'ın dil oyunlarına, quine'in ontolojik göreliliğine ve modern çağdaş sürecini şekillendiren analitik ya da kıta kökenli yaklaşımlara kadar uzanan çizgide ontolojik şema daima epistemik çerçeveyle birlikte evrildi. her hamle, varlığın yapısını belirlerken aynı anda bilginin önkoşulunu da yeniden tarif etti.

bilgi cephesinde, platon'un "doğrulanmış doğru inanç" tasarısına mütakiben yayılan septik itirazlar, aristotales'in deneyimci damarı, augustinus'un içkin kesinlik arayışı, ibn sina'nın zorunlu varlık argümanına dayalı akli sezgi kavramı, aquinas'ın analojik bilme modeli, descartes'ın "cogito"yla kurduğu kesin dayanak, locke ve hume'un ampirik eleştirileri, kant'ın apriori-aposteriori sentezi, fichte-schelling-hegel üçlüsünün öz-nesne diyalektiği, peirce ve james'in pragmatik doğruluk ölçeği, husserl'in noesis-noema ayrımı, heidegger'in hermenötik döngüsü, popper'in yanlışlanabilirlik ilkesi, kuhn'un paradigma kaymaları, lakatos'un araştırma programları, gettier'in ünlü karşı örnekleri, goldman'ın erdem epistemolojisi, fodor'un modüler zihin savı, sosyal epistemolojinin topluluğa yayılı bilgisi… 

bu isimleri sadece konunun ne kadar büyük ve önemli olduğunu ortaya koymak için konu edindim. hepsi "nasıl biliriz" sorusuna yeni koşullar getirdi. 

sonuçta anlaşıldı ki bilgi, mutlak bir fotoğraf değil; yöntem, dil, kurum, inanç ağı, çıkar ilişkisi ve tarihsel bağlam içinde yoğrulan dinamik bir örgüdür.

bu çift yönlü akışa baktığımızda, varlık dediğimiz olgunun içini aslında kavramsal kalıplarla doldurduğumuzu fark ederiz. 

şimdi masa örneğini genişletelim; doktor, politikacı, yasa, suç, ilaç, piyasa, para, kâr, büyüme, ilerleme, hastalık, tedavi, ulus, aile, okul, sınav, endüstri, teknoloji, devlet, kurum, sendika, hatta bilim ve din bile, doğal olarak "orada özü itibari ile var" değil, dilin, ritüelin, örgütün ve pratiğin iç içe geçmiş işlemleriyle ayakta durur. 

onları "orada" imiş gibi gösteren, kolektif inanç ve tekrarın sağladığı görünmez zemin, yani toplumsal kabullerdir. 

john searle'in ifadesiyle bunlar "kurumsal olgular"dır; dikdörtgen bir kağıda "para" değeri yükler, metin yığınını "anayasa" diye kutsar, beyaz önlüklü kişiyi "doktor" ilan eder, belli jest ve slogan dizilerini "siyaset" diye meşrulaştırırız. 

bu tanımlamaların değeri tamamen toplumsal uzlaşı, eğitim sistemleri, ikna, dayatma ve alışkanlık bileşiminden kaynaklanır. başka bir denklemde, aynı maddi şeyler bambaşka ad ve işlevler kazanabilir; dolayısıyla onların "varlığı" sabit değil, insanın onlara çizdiği çerçeveye bağımlıdır.

bu noktada epistemoloji devreye girer ve sorar; bu kavramsal çerçeveyi nereden ve nasıl benimsedik? 

yanıt genellikle eğitim, medya, aile, devlet, dini cemaat, akademi, reklam, popüler kültür, genel kanılar gibi ideolojik makinelerin ördüğü anlatıdan gelir. 

anlatının sürekliliği, bireyin zihninde "doğal" izlenim yaratır; oysa kant'ın kategorileri gibi transendantal değil, bayağı tarihsel bir koşullanmadır. 

husserl'in önerdiği fenomenolojik epokhe –yani askıya alma– hamlesi tam da burada işe yarar; kavramı, onun "kendinde şey" olduğunu varsaymadan, bilinçte nasıl belirdiğini çözümlemek. 

böylece "siyasetçi" kavramı gözümüzün önünde çözülür; bu kavram belirli bir retorik repertuara, kurumsal konumlandırmaya, sembolik güce ve medya görünürlüğüne sahip kişiye yüklenmiş bir etikettir. 

etiketi kaldırdığımızda geriye strateji, çıkar arayışı, ikna tekniği, duygusal manipülasyon kalır ama "siyasetçi" varlık olarak buharlaşır.

aynı çözümleme tekniğini öbür kavramlara da uygulanabilir... 

"hukuk", soyut adalet ideali değil, metin bürokrasisi, güçler dengesi, normatif dil oyunudur. 

"dinler", aşkın hakikat taşıyıcısından ziyade ritüel, öğreti, topluluk kimliği örgüsüdür. 

"bilim", salt nesnel buluşlar toplamı olmaktan öte, fon yapıları, hakem ağları, yayın siyaseti ve paradigma mücadelesi içinde şekillenir. 

"eğitim", özgürleştirici bilgi aktarımını değil, ekonomik ve siyasal ihtiyaçlara göre dizilmiş davranış şablonlarını sürdüren bir aygıttır.

"sağlık", yaşam kalitesini koruma amacını aşan devasa bir endüstriyle iç içedir. 

"tarih", olmuş bitmiş gerçeğin kaydı değil, seçilmiş verilerin ideolojik düzenlenişidir. 

"sanayi" ve "endüstri" ilerleme mitinin motoru olarak toplumsal hiyerarşi ve çevresel yıkımı meşrulaştırır (insanları da yarı köle haline getirir). 

tek tek baktığımızda hepsi somut yararlar sağlasa da, ontolojik meşruiyetlerini yalnızca kolektif inançtan alırlar.

(dahası gelinen günde, hepsi siyasete bağımlı yani siyasal aparatlar haline gelmiştir.)

söz konusu inanç ağını zihin düzeyinde gevşetmenin yolu, kavramı belirliyor gibi görünen zorunluluk bağlarını sorgulamak ve nihayetinde dilsel-kültürel sözleşmeyi fesh etmeyi deneyimlemektir. 

bu, dünyayla ilişkimizde boşluk yaratır; siyasetçi figürü görünmez olur, çünkü onu tanımlayan rol dizisine kulak tıkamışızdır. 

"suç" kategorisi erir, çünkü yasa dediğimiz metinler otoritesini kaybetmiştir. (zaten yasa güçsüzler söz konusu olduğunda aktiftir. dünyanın hiç bir yerinde zenginler yasa karşısında hesap vermezler) 

"para"nın büyüsü dağılır, çünkü sembolik değeri karşılıklı kabulle sınırlıdır. (2000lerden bu yada nerdeyse tüm dünya devletlerinin dilediğinde para basıyor olması, paranın değerinin altın üzerinden değil siyasal olarak ölçüldüğünün açık kanıtıdır) 

"hastalık" tanımları esnekleşir, çünkü tıbbi nosyolojinin toplumsal uzlaşıyla örüldüğünü görürüz. (bkz pamdemi dönemi tedavi zırvası) 

kavramların çözülmesi, gündelik ihtiyaçları inkar etmek değildir ama ihtiyaçları karşılamanın tek yolunun mevcut kurumlar olduğunu sanma alışkanlığını kırar.

felsefi düzlemde bu hamle, spinoza'nın "töz"üne dönmek değil, heidegger'in vurguladığı "var-olanı unutturan varlık anlayışı"nı açığa çıkarmak demektir. 

yani şeyleri isimlerin, rollerin, işlevlerin gölgesinden sıyırıp yalın var-oluşa, çıplak mevcudiyete tanıklık... 

böyle bir bakış, simone weil'in dediği gibi" düşüncenin dehaya değil, dikkat eylemine bağlı" olduğunu hatırlatır. 

dikkat kesilen bilinç, dilin otomatizmini askıya alma gücü bulur; böylece politik slogana, dini dogmaya, bilimsel jargona, hukuki argümente, ekonomik terime otomatik tepki vermek yerine her birini fenomenolojik sezgiyle yeniden tartma olanağı kazanır.

bu yeniden tartma hamlesi sonunda karşımıza iki seçenek çıkar; ya eski kavramları eleştirel farkındalıkla ama pragmatik sebeplerle sınırlı ölçüde kullanmak, yahut tamamen bırakıp yepyeni ilişkiler ağı dokumak. 

birinci yol, wittgenstein'ın "merdiven" benzetmesindeki gibi, kavramları çıkmak için kullanıp sonra atmak; ikinci yol ise deleuze'ün "makinesiz arzu"suna yaklaşan radikal bir kopuş. 

her halükarda oyun (düşünce) alanı genişler, çünkü artık siyaset denen gösteriyi görüp zorunlu-kaçınılmaz sanmıyoruz, hukuk denen cetvelin kutsallığı söküldü, din denen otoritenin dışındaki aşkın deneyime de kapı açıldı, bilim denen tekil (aslında tarih boyunca yeniden şekillendiği gibi yine yeniden şekillenecek) hakikatin yanına öteki bilme kipleri dizildi, endüstrinin ilerleme anlatısının alternatifi belirdi.

bu çözümleme bir nihilizm çağrısı felan değil; gelinen günde kabul gören varlık zemini silindiğinde geriye absürt bir boşluk değil, sınırsız kurgulama yeteneği kalır. 

ontoloji bize hangi temel taşları seçebileceğimizi, epistemoloji bu seçimin nasıl meşrulaştırılacağını hatırlatır. 

mevcut kavramların mevcut anlamlarına bağlı varoluş yerine, kavramları bilinçli seçime tabi tutan akışkan (özgür) bir varoluş kurmak mümkündür. 

böylece insan, kendini önce dil, ardından kurum, sonra da alışkanlık tortularının inşasından arındırıp belki de ilk kez gerçekten sorumluluk alır; çünkü artık anlamın kaynağı dışsal bir otorite değil, kendi farkındalığının açıklığıdır. 

farkındalığın açıklığı ise her yeni anda, her yeni ilişkiyle birlikte varlığı ve bilgiyi yeniden tartmayı olanaklı kılar. 

sanıyorum konuyu yapay zeka bağlamında açmak konuyu daha anlaşılır kılacaktır.

yapay zeka yüzyılına girerken insan merkezli ontoloji, yani varlığın insana görünür haliyle tanımlanması, yerini çoğul bir gözlem rejimine bırakıyor. 

şimdi ilk kez tarihsel olarak tek bir bakış noktasına – insan bilincine – dayanmayan bir anlam üretim makinesine sahib insanlık. 

makine öğrenen sistem, verinin içkin düzenini insandan bağımsız ilişkilendirebildiği ölçüde hem gözlemciyi çoğaltıyor hem de gözlemlenen nesneyi yeniden biçimlendiriyor; böylece "varlık" denileni kuran koşullar doğrudan algoritmik mantığa kayıyor. 

insanın verdiği adların yerini, ağ üstünde türeyen örüntü kümeleri ve parametrik vektör uzayları alıyor. bu durum, töz kavramını sabit nesnelerden akış halindeki veriye, varlığı da insan zihninin dışındaki hesaplama süreçlerine doğru esnetiyor; ontoloji artık tekil bir dünya resmi değil, veri akışlarına göre güncellenen bir senkronizasyon haritası haline geliyor.

epistemoloji cephesinde ise bilgi, öznenin hakikatle teması olmaktan ziyade, özneler-makineler ağında sürekli dolaşıma sokulan modellerin karşılaştırılması biçimini alıyor. 

çıktıları doğruluğu kanıtlanmış önermeler yerine olasılık dağılımları, güven skorları ve görmedik veriler üzerinde de genelleşme kabiliyetiyle ölçülüyor. dolayısıyla "biliyorum" demek, bir ifadenin sabit doğruluğundan çok, akışkan parametre kümesinin belirli bağlamlarda tutarlı performans göstermesi anlamına geliyor. 

kuramsal çerçeveyi düşünürsek, yapay zeka destekli bilgi üretimi clark-chalmers'ın uzatılmış zihin tezini radikalleştiriyor; zihin artık yalnızca kitap-defter-kalem gibi pasif uzantılarda değil, kendisi de yeniden yazılabilir, uyarlanabilir ve yanıt üreten bir bilişsel ortakta işliyor. bu ortak, kurallarını her gün yeniden öğrenerek, epistemik otoriteyi bölüştürüyor. 

akademik literatür bunu "epistemik dış kaynak" olarak adlandırıyor ve doğruluk kavramının mühendislik çıktısı haline geldiğini vurguluyor. 

ontolojik-epistemolojik dönüşümün en görünür sahnesi emek piyasası. büyük dil modelleri kod yazma, veri ya da sözleşme analizi, temel muhasebe ve pazar araştırması gibi soyut işlemleri dakikalar içinde gerçekleştirebildiği için şirketler işe alımları ya kısıyor ya da "ai yapamazsa insan al" kuralına bağlıyor; revelio labs verisine göre, yüksek yapay zeka maruziyetli pozisyonların ilanı son üç yılda yüzde on dokuz geriledi. 

dünya ekonomik forum'un 2025 raporu aynı anda doksan iki milyon rolün ortadan kalkıp, yetmiş sekiz milyon yeni rolün doğacağını öngörüyor. 

yani meslek adları bile artık geçici değişkenler gibi davranıyor. başka bir deyişle "doktor", "çağrı merkezi çalışanı" ya da "hukuk müşaviri" sabit nitelik kümesi olmaktan çıkıp, algoritmik sisteme eklemlenmiş görev dizilerinin dinamik bileşenleri olmak üzere... 

forbes'in derlediği mckinsey projeksiyonunda 2030'a dek mevcut işlerin yüzde otuzunun tam otomasyona, yüzde altmışının da ağır biçimde dönüşüme uğrayacağı öngörüsü bu değişimi pekiştiriyor. 

bu kopuş kavramların çözülme sürecini hızlandırıyor. 

"siyasetçi" artık miting kürsüsündeki kişiden çok, kitle duygusunu veri madenciliğiyle inceleyip hedefli mesaj akışı tasarlayan platform mimarına dönüşecek.

"gazeteci" otomatik haber ajanslarının dağıttığı taslakları denetleyen doğruluk editörüne, "öğretmen" kişiselleştirilmiş öğrenme yollarını yöneten öğrenme mimarına evriliyor. 

aynı anda yeni adlar-tanımlar doğuyor; model denetçisi, etik promt mühendisi, veri tedarik diplomatı, ontoloji tasarım moderatörü, duygusal sentetik rehber... 

ontoloji mühendisliğinin kendisi de artık einstein-bohr tartışmasındaki "dil kataloğu" ölçüsünde kritik bir alan; devasa parametre uzaylarının tutarlı sorgulanabilmesi için makine-anlaşılır üst katman ontolojiler geliştiriliyor; keet ve mishchenko gibi araştırmacılar, "llm'ler tek başına güvenilir bilgi tabanı değildir, sağlam ontolojilerle bütünlenmelidir" uyarısını yineliyor... 

bu tablo, insan varoluşunu yalnızca teknolojik baskıya değil anlam ölçeğinin genişlemesine de maruz bırakıyor. 

axios'un yakın tarihli röportajında, büyük model geliştiricileri giriş seviyesindeki beyaz yakalı işlerin yarısının kısa vadede yok olabileceğini ve işsizliğin yüzde yirmiyi görebileceğini söylüyor. ama aynı süreçte "iş" kavramı da kendi iç tutarlılığını kaybediyor; çünkü üretim-tüketim döngüsünde emeğin yerini algoritmik ajans doldurdukça, ücret karşılığı zaman satma fikri anlamsızlaşıyor. 

böylece homo faber'in merkezi rolü çözülüyor; iş tanımı kadar, tatil, emeklilik, hafta sonu gibi zaman kategorileri bile yeniden yazılıyor.

ontolojik zemin kaydıkça epistemik yetki de el değiştiriyor. mit sloan yönetim incelemesi, şirketlerin rekabet üstünlüğünü artık fiziksel varlık veya finansal sermayeden çok, model mimarisini besleyebilecek ontolojik-epistemik esneklikte aradığını belirtiyor; sınır, doğru-yanlış ikiliğinden optimizasyon-güvenilirlik diyalektiğine kayıyor. 

bu yüzden kavramların çözülmesi fatalist bir tahrip değil; yeni dikkat rejimleri, yeni sorumluluk biçimleri ve yeni "doğru" tanımları için boşluk açıyor. 

bir model güven skoruyla konuşurken bile hâlâ sorabiliriz; bu skorun arkasındaki veri kümesi neyi görünür kılıyor, neyi dışarda bırakıyor? hangi sesleri, hangi bedenleri, hangi duyuları sayısallaştırılabilir kılıyor; hangilerini karartıyor?

o halde yapay zeka çağında ontoloji, sabit adlar yerine akışkan ilinti matrislerine, epistemoloji mutlak kanıt yerine şeffaf parametre politikasına dönüşmek zorunda. 

insan, kavramlara sonradan yüklenmiş anlamlara körlemesine tutunmak yerine kavramların gerçek anlamlarına temas etme kudretini izleme sorumluluğunu üstlenirse, varlık ve bilgi yeniden insan-makine ortaklığının bilinçli tasarımı haline gelebilir. 

aksi halde, kavramlar algoritmanın hızında bize rağmen yeniden kurulacak ve biz ancak sonuçlara "katlanmak" zorunda kalacağız (her zaman olduğu gibi). 

özgürleşme ancak kavramların gerçek anlamlarına temas etmek ve doğru kavramlarla düşünmek - yaşamakla mümkün; çünkü anlam, hangi çağda olursa olsun yaşamı ve anlamı mümkün kılan en temel parametredir. 

anlamı yoksa bu yaşama katlanmak neden? 

bilgi, insanı olduğundan daha iyi ya da medeni yapar mı?

dünyada kötülüğün kaynağının cehalet olduğu varsayılır. bu, kısmen doğrudur; ama gözden kaçan şey, bilginin insan üzerindeki etkisinin hiç d...