3 Haziran 2025 Salı

ontoloji ve epistemoloji kavramlarına farklı bir bakış...

varlık (ontoloji) ile bilgi (epistemoloji) arasında kadim bir gerilim söz konusudur...


bir nesnenin "masa" olarak adlandırılması onun fiziksel yapısından ziyade, insan zihninin ona yüklediği anlamla mümkündür. 


masa diye bildiğimiz varlık, bizim belirli bir materyalden, belirli bir amaç için yaptığımız bir nesne. 

o, özünde odun da olabilir, plastikte, metalde... 


ona masa diyen biziz... 


insan bir aracın varlığını amaçladı; bunun için odunu bir forma sokarak o aracı yarattı ve ona masa adını verdi...

bu da bizi doğrudan şu temel soruya götürür; bir şey, gözlemlenmeden veya adlandırılmadan var olabilir mi?

önce şu ayrımı ortaya koymak gerek; bir nesnenin kendisinin varlığı ile o nesnenin bilinirliği farklı şeylerdir. 

bu noktada ikinci bir ayrım ortaya çıkar; bir şeyin var sayılabilmesi için onun algılanmış, adlandırılmış ve bir anlam çerçevesine oturtulmuş olması gerekir. buna felsefede fenomenolojik varlık denir. 

bu düşüncenin en önemli temsilcilerinden biri heidegger'dir. o da der ki; varlık, ancak insanın dünyada olmasıyla (dasein) açığa çıkar. yani insan olmadan "varlık" bile bilinemez, çünkü "bilme" insanın işidir.

şimdi adım adım açalım. birincisi; varlık, tanım gereği bir ilişkinin çıktısıdır. 

bir şeyin "masa" olarak adlandırılması, onun belirli bir işleve göre sınıflandırılmasının sonucudur. odun, ağaç, lif, molekül... 

bunların her biri insan zihninin farklı düzlemlerde yaptığı tanımlamalardır. o halde masa, kendi başına bir gerçeklik değil, bir ilişkidir. o nesneyle kurduğumuz anlam ilişkisi... yani masa, yalnızca "orada bir yerde" değil, aynı zamanda "burada" – zihnimizde – var olur.

ikincisi; gözlemci olmadan masa yoktur. çünkü "masa" kategorik bir tanımdır. bir işlevi, bir amacı, bir biçimi içerir. doğada kendiliğinden ona "masa" denilebilecek bir varlık yoktur; insan onu o şekilde biçimlendirir, işler, adlandırır, öylece tanır ve kullanır. 

buradan hareketle söylenebilir ki; insan olmadan masanın içinde barındırdığı herşey (masa formunda olsun ya da olmasın) vardır, ama o bir masa değildir. çünkü masa olmak, insan için bir anlam taşımaktır. anlam ise insan zihninde mümkündür.

üçüncüsü; adlandırma olmadan varlık bilinemez. ad vermek, varlığı sabitlemenin, ona bir sınır çizmenin yoludur. 

"ağaç" dendiğinde, bir biyolojik tür soyutlanmış ve tanımlanmış olur. ağaç tanımlanır, sonra dalları kesilipp belirli bir metodla belirli bir amaç için yeniden şekillendirince, ortaya çıkan nesneye "masa" denir.

bu durum, şeyleri oldukları gibi değil, işimize geldiği gibi kategorize ettiğimizi gösterir. masa, işlevsel bir tercihtir; bir ontolojik zorunluluk değildir.

dördüncüsü; evrenden insanı çıkarırsanız, varlık kavramı da yok olur. evet bu çok radikal bir saptamadır. ama "varlık" dediğimiz şey, sadece var olan şey değil, bilinen, fark edilen, adlandırılan şeydir. 

evrende milyarlarca yıldız olabilir ama onları gözlemleyen, haritalayan, onlara yıldız diyen bir bilinç yoksa, onlar neye göre "vardır", neye göre "yıldız"dır? 

işte burada epistemolojik varlık devreye girer; var olmak, bilinmekle mümkündür. bilinmeyen bir şeyin var olduğunu neye göre söyleyebilirsiniz ki?

beşincisi; atom bile bir yorumdur. atom, bilimsel bir teorinin ürünüdür. parçalanabilir, bölünebilir, enerjiye dönüşebilir... ama bütün bu tanımlamalar, gözlem ve deneyle elde edilmiş olsa dahi nihayetinde insan yorumlarıdır. 

atomun varlığına dair tüm bilgiler, insan zihninin deneyimleri organize ediş biçiminden ibarettir. bir başka bilinç türü – örneğin insandan tamamen farklı işleyen bir zihin – belki de atomu hiç görmez ya da varlığını başka şekilde dizayn eder ve tanımlardı. 

altıncısı; geriye ne kalır? eğer insanı evrenden çıkarırsak, geriye kalan şey bir "hiçlik" değil ama adı konulmamış bir potansiyel olurdu sadece. 

şeyler belki hâlâ "olur", ama kimse "oldu-oluyor" demez-diyemezdi. 

bir taş yuvarlanabilir ama "taş", "yuvarlanmak", "hareket" gibi kavramlar ortadan kalkar. bu noktada gerçekliğin kendisi bile anlamsızlaşır. çünkü anlam, bağ-bağlantı kurmakla mümkündür ve bağ kuran yalnızca bilinçtir.

yedincisi; kant'ın katkısı. kant'a göre biz "kendinde şey"i (das ding an sich) bilemeyiz. biz sadece şeyin görüngüsünü biliriz, yani zihnimizdeki temsiline ulaşırız. masa diye bir şey var mı? belki... ama bizim bildiğimiz masa, zihnin onu duyularla biçimlendirmesi sonucu ortaya çıkan temsildir. dolayısıyla masa, bizim kurguladığımız bir varlık tasarımıdır.

sekizincisi; berkeley'nin radikal tezi. george berkeley şöyle der; esse est percipi, yani "var olmak algılanmaktır". algılayan bilinç olmadan hiçbir şey var olamaz. masa, ağaç, yıldız ya da atom... bunlar sadece algılandıkları sürece vardırlar. aksi halde yokturlar – ya da daha doğrusu, var olup olmadıkları anlamsızdır.

bu bağlamda toparlarsak; "özü itibari ile masa olan bir varlık yok; masa, insan onu masa diye adlandırdığı için var" biçimindeki tespitin arkasında çok güçlü bir düşünce geleneği yatar.    

bu gelenek, gerçekliği bir "mutlak dış dünya" değil, bir bilinç-yapısı ilişkisi olarak yorumlar. insan yoksa masa da yoktur, çünkü masa bir kavramsal düzenlemenin (düşüncenin) ürünüdür. dolayısıyla evrende değil, insan bilincinde vardır.

ama şu ayrımı da yapmak gerekir; fiziksel olarak orada bir "şey" olabilir. ama o "şey" kendisine anlam atfedilmediği sürece, onun varlığı sadece onu meydana getiren parçalardan ya da fiziksel bir titreşimden ibarettir. o parçaların ya da titreşimin bir anlam ifade etmesi, bir kimlik kazanması ve varlık haline gelmesi ise ancak bir bilinçle mümkündür.

yani; varlık, yalnızca olmak değil, bilerek - bilinerek var olmaktır. ve insan bilinci, varlığa anlam yükleyen, onu görünür-kullanılır ve düşünülür hale getiren tek araçtır. 

ontoloji ve epistemoloji çözümlemesi salt teorik bir tartışma olmaktan ziyade; düşüncenin temellerini yeniden kurmak, bilinçte inşa edilmiş tüm yapay kavramları, rollerin, mesleklerin, sistemlerin, değerlerin gerçekten var olup olmadığını sınamak için işlevseldir. 

ontoloji, yani varlık felsefesi, bir başka açıdan şu soruyla ilgilenir; "ne vardır?" ya da daha doğru bir ifadeyle "ne var sayılır?" 

çünkü herhangi bir şeyin var olduğunu söylemek, onu bir şekilde tanımak, onu sınırlandırmak ve onun hakkında bir iddiada bulunmak demektir. 

epistemoloji ise bu iddiaların kaynağına döner ve sorar; "bunu nereden biliyoruz?" 

yani var olduğunu düşündüğümüz şeylere dair bilgimizin temeli nedir? bu iki alan birbirinden bağımsız değildir, aksine birbiri içine geçmiş halde çalışır. çünkü neyin var olduğunu söyleyebilmemiz için onu bilmemiz gerekir; neyi bilebileceğimizi anlamak içinse neyin var olduğunu sorgulamak zorundayız.

şimdi şu basit soruyu soralım; bir "doktor" gerçekten var mıdır? yoksa yalnızca belli bir davranış kalıbı, bilgi türü ve toplumsal rolün üzerine yapıştırılmış bir etiket - adlandırma mıdır? 

bu kişi belirli bir eğitim ve bir takım sınavlardan geçmiştir, bir takım belgeler almıştır, bir kurum tarafından "yetkilendirilmiştir" ve biz ona "doktor" deriz. peki bu adlandırmayı ortadan kaldırsak, onun bilgi ve davranışları ortadan kalkar mı? hayır. 

ama artık ortada bir "doktor" yoktur; bilgi vardır, deneyim vardır, ama "doktor" bir rol olarak ortadan kalkar. 

bu durum sadece doktor için değil, siyasetçi, hukukçu, medya çalışanı, din adamı, öğretmen, suçlu, hakim, savcı, işçi, patron gibi tüm toplumsal kimlikler için geçerlidir.

çünkü ontolojik olarak bu rollerin hiçbiri kendiliğinden var değildir. masa örneğinde olduğu gibi, bu kavramların tümü insanlar tarafından oluşturulmuş, adlandırılmış, işlevselleştirilmiş yapılardır. 

onların "varlığı", yalnızca bizim onları kabul etmemize, sürdürmemize ve onları tanımlayan davranış kalıplarını tekrar tekrar üretmemize bağlıdır. biz bu davranışları terk ettiğimizde ya da onları tanıyan zihinsel düzeni bozduğumuzda, o kimlikler de ortadan kalkar. 

yani patron, işçi olmadan var olamaz; siyasetçi, seçmen olmadan anlam kazanamaz; suçlu, yasa koyucu olmadan var edilemez. hepsi karşılıklı olarak birbirini mümkün kılan yapılardır. bu yapılar ontolojik değil, bağıntısaldırlar.

epistemolojik düzeye indiğimizde ise bu yapılarla ilgili tüm bilgimizin, belirli bir tarihsel bağlamda, belirli bir kültürün, dilin ve ideolojinin içinde üretildiğini görürüz. 

biz bir "suç" hakkında ne düşünüyorsak, o düşünce yüzyıllar boyunca birikmiş, kodlanmış, öğretilmiş bir dizi söylemin içinden gelir. 

tıpkı "devlet - beka", "vatan", "hukukun üstünlüğü", "tıp biliminin nesnelliği" "ilerleme", "dinlerin kutsallığı", "modernizasyon" kavramları gibi... 

hepsi, varoluşsal bir zorunluluk değil, tarihsel bir tercihin, toplumsal bir kurgunun, ideolojik bir mutabakatın ürünüdür.

bu durumda tüm bu yapılar sadece birer dilsel inşadır. yani onlar hakkında konuşmayıp onları gündemimizden çıkardığımızda, onlar da gerçekliğimizden silinir (örn; batıdaki kilisenin kudretinin zihinlerden silindikten sonra kudretini gerçekten yitirmesi gibi. bkz rönesans ve endüstri devrimi). 

çünkü onların varlığı, bizim onları konuşmamıza, onlara inanmamıza, onları meşru saymamıza bağlıdır. bu yüzden bir siyasetçiyi eleştirmek yerine "siyaset-çi" kavramının kendisini çözümlemek gerekir (aksi halde biri gider, benzer biri gelir, değişen hiç bir şey olmaz). 

bir dini kurumun yozluğundan şikayet etmek yerine "dini kurum"un nasıl kurulduğunu ve bizim zihnimizde hangi varsayımlar üzerinden işlediğini sorgulamak gerekir. 

hukuk - ceza sistemine karşı çıkmak değil, "hukuk" ve "ceza" kavramlarını neyin var ettiğini dahası bu kavramların neyi var ettiğini, kimi - neyi ortadan kaldırdığını tartışmak gerekir.

ontoloji açısından bu kavramlar var değildir; onlar bizim zihinsel üretimimizdir. epistemolojik olarak ise, onları bilmemizin yolu, onlara dair kurduğumuz (bu kurgu genel kanıların çıktısı aslında) çerçevelerdir (aslında tam burada biz, bir başka bilincin ürettiği düşünce ile oyalanan birer figüranız). bu çerçeveyi kırdığımızda mevcut bilgi (genel kanılar) dağılır, kavram da ona yüklenen anlamı kaybeder. 

bu yüzden kavramlar üzerine düşünmek, sadece felsefi bir egzersiz değil, aynı zamanda varoluşsal bir eylemdir. çünkü kavramların çözülmesiyle birlikte, onların hükmettiği zihin de özgürleşir. 

işte bu yüzden "hukukçu" yerine "hukuk" kavramının kendisini sorgulamak gerekir. 

"medya yalan söylüyor" demek yerine, "medya" nın kendisinin nasıl bir gerçeklik inşa ettiğini çözmek gerekir. 

"patronlar acımasız" demek yerine, "patron" kavramının nasıl var olduğunu, işçiyle birlikte nasıl karşılıklı bağımlı bir sistem kurulduğunu ortaya koymak gerekir.

dolayısıyla siyaset, endüstri, din, bilim, hukuk, eğitim, sağlık gibi tüm yapılar sadece dışsal kurumlar değildir; aynı zamanda zihinsel inşalardır. 

onları yıkmak, savaşmak ya da değiştirmek bazen işe yaramaz; çünkü asıl mesele onların nasıl mümkün kılındığını, hangi ontolojik varsayımlarla ve hangi epistemolojik çerçeveyle ayakta tutulduğunu anlamaktır. 

bu anlayış sayesinde kişi, dış dünyanın yüklediği tüm rolleri, mecburiyetleri, kalıpları bir kenara bırakabilir ve gerçekliği, mevcut kavramların değil, mevcut kavramlarla yapılan gözlemin değil, öz bilincin kendisiyle kavrar. 

(gözünüzle gördüğünüz şey hakkında ettiğiniz her söz, size servis edilen kavramlarla ortaya çıkıyor ise, siz ne olup bittiğini değil, görmeniz istenen şeyi görüyorsunuz demektir.)

çünkü en nihayetinde, hiçbir kavram kendiliğinden var değildir. onları mümkün kılan şey, onlar hakkında konuşmamız, onları kabul etmemiz ve zihnimizde yer vermemiz, yani onları tanıyor olmamızdan kaynaklıdır. 

o halde konuşmazsak, adlandırmazsak, gündemimizden çıkarırsak; onlar da yok olurlar. böylece ontoloji, artık sadece "ne var?" sorusu değil, aynı zamanda "neyi var saymayı bırakmalıyım?" sorusuna dönüşür. 

epistemoloji ise sadece "ne biliyorum?" değil, aynı zamanda "neyi artık bilmezsem özgürleşebilirim?" sorusuna dönüşür.

ve belki de en doğru düşünce biçimi budur; şeylerin varlığına değil, onların varlıklarını mümkün kılan inançlarımıza odaklanmak. 

çünkü inancın çözülmesiyle birlikte, mevcut yapılar da çöker. ve işte o an, insan tüm varlığı yeniden inşa edilebilir hale gelir.

ontoloji, varlığın ne olduğu yahut neyin var sayılabileceği sorusunun etrafında dönüp duran en eski tartışmalardan biridir; epistemoloji ise o var saydığımız şeyleri ne hakla bildiğimizi, onların bilgisini hangi yollardan ürettiğimizi tartışan kardeş konudur. 

ikisi birbirine sürekli pas atar; neyin var olduğuna karar vermek, o varlığa dair bir bilgi biçimini içerir; bilgi dediğimiz şeyin kendisi de ancak belli bir varlık tasarımına yaslanarak anlam kazanır. 

işte bu yüzden, tarih boyunca parmenides'in değişmez bir varlık önermesinden herakleitos'un akışkan bir olmaya, aristoteles'in töz kategorilerinden plotinos'un bir'ine, orta çağın tanrısal ontolojilerinden descartes'ın zihin-madde ikiliğine, spinoza'nın tek töz monizmine, leibniz'in bölünmez monadlarına, kant'ın "kendinde şey" ine, hegel'in diyalektik sürecine, husserl'in fenomenolojik indirgemesine, heidegger'in dasein anlayışına, wittgenstein'ın dil oyunlarına, quine'in ontolojik göreliliğine ve modern çağdaş sürecini şekillendiren analitik ya da kıta kökenli yaklaşımlara kadar uzanan çizgide ontolojik şema daima epistemik çerçeveyle birlikte evrildi. her hamle, varlığın yapısını belirlerken aynı anda bilginin önkoşulunu da yeniden tarif etti.

bilgi cephesinde, platon'un "doğrulanmış doğru inanç" tasarısına mütakiben yayılan septik itirazlar, aristotales'in deneyimci damarı, augustinus'un içkin kesinlik arayışı, ibn sina'nın zorunlu varlık argümanına dayalı akli sezgi kavramı, aquinas'ın analojik bilme modeli, descartes'ın "cogito"yla kurduğu kesin dayanak, locke ve hume'un ampirik eleştirileri, kant'ın apriori-aposteriori sentezi, fichte-schelling-hegel üçlüsünün öz-nesne diyalektiği, peirce ve james'in pragmatik doğruluk ölçeği, husserl'in noesis-noema ayrımı, heidegger'in hermenötik döngüsü, popper'in yanlışlanabilirlik ilkesi, kuhn'un paradigma kaymaları, lakatos'un araştırma programları, gettier'in ünlü karşı örnekleri, goldman'ın erdem epistemolojisi, fodor'un modüler zihin savı, sosyal epistemolojinin topluluğa yayılı bilgisi… 

bu isimleri sadece konunun ne kadar büyük ve önemli olduğunu ortaya koymak için konu edindim. hepsi "nasıl biliriz" sorusuna yeni koşullar getirdi. 

sonuçta anlaşıldı ki bilgi, mutlak bir fotoğraf değil; yöntem, dil, kurum, inanç ağı, çıkar ilişkisi ve tarihsel bağlam içinde yoğrulan dinamik bir örgüdür.

bu çift yönlü akışa baktığımızda, varlık dediğimiz olgunun içini aslında kavramsal kalıplarla doldurduğumuzu fark ederiz. 

şimdi masa örneğini genişletelim; doktor, politikacı, yasa, suç, ilaç, piyasa, para, kâr, büyüme, ilerleme, hastalık, tedavi, ulus, aile, okul, sınav, endüstri, teknoloji, devlet, kurum, sendika, hatta bilim ve din bile, doğal olarak "orada özü itibari ile var" değil, dilin, ritüelin, örgütün ve pratiğin iç içe geçmiş işlemleriyle ayakta durur. 

onları "orada" imiş gibi gösteren, kolektif inanç ve tekrarın sağladığı görünmez zemin, yani toplumsal kabullerdir. 

john searle'in ifadesiyle bunlar "kurumsal olgular"dır; dikdörtgen bir kağıda "para" değeri yükler, metin yığınını "anayasa" diye kutsar, beyaz önlüklü kişiyi "doktor" ilan eder, belli jest ve slogan dizilerini "siyaset" diye meşrulaştırırız. 

bu tanımlamaların değeri tamamen toplumsal uzlaşı, eğitim sistemleri, ikna, dayatma ve alışkanlık bileşiminden kaynaklanır. başka bir denklemde, aynı maddi şeyler bambaşka ad ve işlevler kazanabilir; dolayısıyla onların "varlığı" sabit değil, insanın onlara çizdiği çerçeveye bağımlıdır.

bu noktada epistemoloji devreye girer ve sorar; bu kavramsal çerçeveyi nereden ve nasıl benimsedik? 

yanıt genellikle eğitim, medya, aile, devlet, dini cemaat, akademi, reklam, popüler kültür, genel kanılar gibi ideolojik makinelerin ördüğü anlatıdan gelir. 

anlatının sürekliliği, bireyin zihninde "doğal" izlenim yaratır; oysa kant'ın kategorileri gibi transendantal değil, bayağı tarihsel bir koşullanmadır. 

husserl'in önerdiği fenomenolojik epokhe –yani askıya alma– hamlesi tam da burada işe yarar; kavramı, onun "kendinde şey" olduğunu varsaymadan, bilinçte nasıl belirdiğini çözümlemek. 

böylece "siyasetçi" kavramı gözümüzün önünde çözülür; bu kavram belirli bir retorik repertuara, kurumsal konumlandırmaya, sembolik güce ve medya görünürlüğüne sahip kişiye yüklenmiş bir etikettir. 

etiketi kaldırdığımızda geriye strateji, çıkar arayışı, ikna tekniği, duygusal manipülasyon kalır ama "siyasetçi" varlık olarak buharlaşır.

aynı çözümleme tekniğini öbür kavramlara da uygulanabilir... 

"hukuk", soyut adalet ideali değil, metin bürokrasisi, güçler dengesi, normatif dil oyunudur. 

"dinler", aşkın hakikat taşıyıcısından ziyade ritüel, öğreti, topluluk kimliği örgüsüdür. 

"bilim", salt nesnel buluşlar toplamı olmaktan öte, fon yapıları, hakem ağları, yayın siyaseti ve paradigma mücadelesi içinde şekillenir. 

"eğitim", özgürleştirici bilgi aktarımını değil, ekonomik ve siyasal ihtiyaçlara göre dizilmiş davranış şablonlarını sürdüren bir aygıttır.

"sağlık", yaşam kalitesini koruma amacını aşan devasa bir endüstriyle iç içedir. 

"tarih", olmuş bitmiş gerçeğin kaydı değil, seçilmiş verilerin ideolojik düzenlenişidir. 

"sanayi" ve "endüstri" ilerleme mitinin motoru olarak toplumsal hiyerarşi ve çevresel yıkımı meşrulaştırır (insanları da yarı köle haline getirir). 

tek tek baktığımızda hepsi somut yararlar sağlasa da, ontolojik meşruiyetlerini yalnızca kolektif inançtan alırlar.

(dahası gelinen günde, hepsi siyasete bağımlı yani siyasal aparatlar haline gelmiştir.)

söz konusu inanç ağını zihin düzeyinde gevşetmenin yolu, kavramı belirliyor gibi görünen zorunluluk bağlarını sorgulamak ve nihayetinde dilsel-kültürel sözleşmeyi fesh etmeyi deneyimlemektir. 

bu, dünyayla ilişkimizde boşluk yaratır; siyasetçi figürü görünmez olur, çünkü onu tanımlayan rol dizisine kulak tıkamışızdır. 

"suç" kategorisi erir, çünkü yasa dediğimiz metinler otoritesini kaybetmiştir. (zaten yasa güçsüzler söz konusu olduğunda aktiftir. dünyanın hiç bir yerinde zenginler yasa karşısında hesap vermezler) 

"para"nın büyüsü dağılır, çünkü sembolik değeri karşılıklı kabulle sınırlıdır. (2000lerden bu yada nerdeyse tüm dünya devletlerinin dilediğinde para basıyor olması, paranın değerinin altın üzerinden değil siyasal olarak ölçüldüğünün açık kanıtıdır) 

"hastalık" tanımları esnekleşir, çünkü tıbbi nosyolojinin toplumsal uzlaşıyla örüldüğünü görürüz. (bkz pamdemi dönemi tedavi zırvası) 

kavramların çözülmesi, gündelik ihtiyaçları inkar etmek değildir ama ihtiyaçları karşılamanın tek yolunun mevcut kurumlar olduğunu sanma alışkanlığını kırar.

felsefi düzlemde bu hamle, spinoza'nın "töz"üne dönmek değil, heidegger'in vurguladığı "var-olanı unutturan varlık anlayışı"nı açığa çıkarmak demektir. 

yani şeyleri isimlerin, rollerin, işlevlerin gölgesinden sıyırıp yalın var-oluşa, çıplak mevcudiyete tanıklık... 

böyle bir bakış, simone weil'in dediği gibi" düşüncenin dehaya değil, dikkat eylemine bağlı" olduğunu hatırlatır. 

dikkat kesilen bilinç, dilin otomatizmini askıya alma gücü bulur; böylece politik slogana, dini dogmaya, bilimsel jargona, hukuki argümente, ekonomik terime otomatik tepki vermek yerine her birini fenomenolojik sezgiyle yeniden tartma olanağı kazanır.

bu yeniden tartma hamlesi sonunda karşımıza iki seçenek çıkar; ya eski kavramları eleştirel farkındalıkla ama pragmatik sebeplerle sınırlı ölçüde kullanmak, yahut tamamen bırakıp yepyeni ilişkiler ağı dokumak. 

birinci yol, wittgenstein'ın "merdiven" benzetmesindeki gibi, kavramları çıkmak için kullanıp sonra atmak; ikinci yol ise deleuze'ün "makinesiz arzu"suna yaklaşan radikal bir kopuş. 

her halükarda oyun (düşünce) alanı genişler, çünkü artık siyaset denen gösteriyi görüp zorunlu-kaçınılmaz sanmıyoruz, hukuk denen cetvelin kutsallığı söküldü, din denen otoritenin dışındaki aşkın deneyime de kapı açıldı, bilim denen tekil (aslında tarih boyunca yeniden şekillendiği gibi yine yeniden şekillenecek) hakikatin yanına öteki bilme kipleri dizildi, endüstrinin ilerleme anlatısının alternatifi belirdi.

bu çözümleme bir nihilizm çağrısı felan değil; gelinen günde kabul gören varlık zemini silindiğinde geriye absürt bir boşluk değil, sınırsız kurgulama yeteneği kalır. 

ontoloji bize hangi temel taşları seçebileceğimizi, epistemoloji bu seçimin nasıl meşrulaştırılacağını hatırlatır. 

mevcut kavramların mevcut anlamlarına bağlı varoluş yerine, kavramları bilinçli seçime tabi tutan akışkan (özgür) bir varoluş kurmak mümkündür. 

böylece insan, kendini önce dil, ardından kurum, sonra da alışkanlık tortularının inşasından arındırıp belki de ilk kez gerçekten sorumluluk alır; çünkü artık anlamın kaynağı dışsal bir otorite değil, kendi farkındalığının açıklığıdır. 

farkındalığın açıklığı ise her yeni anda, her yeni ilişkiyle birlikte varlığı ve bilgiyi yeniden tartmayı olanaklı kılar. 

sanıyorum konuyu yapay zeka bağlamında açmak konuyu daha anlaşılır kılacaktır.

yapay zeka yüzyılına girerken insan merkezli ontoloji, yani varlığın insana görünür haliyle tanımlanması, yerini çoğul bir gözlem rejimine bırakıyor. 

şimdi ilk kez tarihsel olarak tek bir bakış noktasına – insan bilincine – dayanmayan bir anlam üretim makinesine sahib insanlık. 

makine öğrenen sistem, verinin içkin düzenini insandan bağımsız ilişkilendirebildiği ölçüde hem gözlemciyi çoğaltıyor hem de gözlemlenen nesneyi yeniden biçimlendiriyor; böylece "varlık" denileni kuran koşullar doğrudan algoritmik mantığa kayıyor. 

insanın verdiği adların yerini, ağ üstünde türeyen örüntü kümeleri ve parametrik vektör uzayları alıyor. bu durum, töz kavramını sabit nesnelerden akış halindeki veriye, varlığı da insan zihninin dışındaki hesaplama süreçlerine doğru esnetiyor; ontoloji artık tekil bir dünya resmi değil, veri akışlarına göre güncellenen bir senkronizasyon haritası haline geliyor.

epistemoloji cephesinde ise bilgi, öznenin hakikatle teması olmaktan ziyade, özneler-makineler ağında sürekli dolaşıma sokulan modellerin karşılaştırılması biçimini alıyor. 

çıktıları doğruluğu kanıtlanmış önermeler yerine olasılık dağılımları, güven skorları ve görmedik veriler üzerinde de genelleşme kabiliyetiyle ölçülüyor. dolayısıyla "biliyorum" demek, bir ifadenin sabit doğruluğundan çok, akışkan parametre kümesinin belirli bağlamlarda tutarlı performans göstermesi anlamına geliyor. 

kuramsal çerçeveyi düşünürsek, yapay zeka destekli bilgi üretimi clark-chalmers'ın uzatılmış zihin tezini radikalleştiriyor; zihin artık yalnızca kitap-defter-kalem gibi pasif uzantılarda değil, kendisi de yeniden yazılabilir, uyarlanabilir ve yanıt üreten bir bilişsel ortakta işliyor. bu ortak, kurallarını her gün yeniden öğrenerek, epistemik otoriteyi bölüştürüyor. 

akademik literatür bunu "epistemik dış kaynak" olarak adlandırıyor ve doğruluk kavramının mühendislik çıktısı haline geldiğini vurguluyor. 

ontolojik-epistemolojik dönüşümün en görünür sahnesi emek piyasası. büyük dil modelleri kod yazma, veri ya da sözleşme analizi, temel muhasebe ve pazar araştırması gibi soyut işlemleri dakikalar içinde gerçekleştirebildiği için şirketler işe alımları ya kısıyor ya da "ai yapamazsa insan al" kuralına bağlıyor; revelio labs verisine göre, yüksek yapay zeka maruziyetli pozisyonların ilanı son üç yılda yüzde on dokuz geriledi. 

dünya ekonomik forum'un 2025 raporu aynı anda doksan iki milyon rolün ortadan kalkıp, yetmiş sekiz milyon yeni rolün doğacağını öngörüyor. 

yani meslek adları bile artık geçici değişkenler gibi davranıyor. başka bir deyişle "doktor", "çağrı merkezi çalışanı" ya da "hukuk müşaviri" sabit nitelik kümesi olmaktan çıkıp, algoritmik sisteme eklemlenmiş görev dizilerinin dinamik bileşenleri olmak üzere... 

forbes'in derlediği mckinsey projeksiyonunda 2030'a dek mevcut işlerin yüzde otuzunun tam otomasyona, yüzde altmışının da ağır biçimde dönüşüme uğrayacağı öngörüsü bu değişimi pekiştiriyor. 

bu kopuş kavramların çözülme sürecini hızlandırıyor. 

"siyasetçi" artık miting kürsüsündeki kişiden çok, kitle duygusunu veri madenciliğiyle inceleyip hedefli mesaj akışı tasarlayan platform mimarına dönüşecek.

"gazeteci" otomatik haber ajanslarının dağıttığı taslakları denetleyen doğruluk editörüne, "öğretmen" kişiselleştirilmiş öğrenme yollarını yöneten öğrenme mimarına evriliyor. 

aynı anda yeni adlar-tanımlar doğuyor; model denetçisi, etik promt mühendisi, veri tedarik diplomatı, ontoloji tasarım moderatörü, duygusal sentetik rehber... 

ontoloji mühendisliğinin kendisi de artık einstein-bohr tartışmasındaki "dil kataloğu" ölçüsünde kritik bir alan; devasa parametre uzaylarının tutarlı sorgulanabilmesi için makine-anlaşılır üst katman ontolojiler geliştiriliyor; keet ve mishchenko gibi araştırmacılar, "llm'ler tek başına güvenilir bilgi tabanı değildir, sağlam ontolojilerle bütünlenmelidir" uyarısını yineliyor... 

bu tablo, insan varoluşunu yalnızca teknolojik baskıya değil anlam ölçeğinin genişlemesine de maruz bırakıyor. 

axios'un yakın tarihli röportajında, büyük model geliştiricileri giriş seviyesindeki beyaz yakalı işlerin yarısının kısa vadede yok olabileceğini ve işsizliğin yüzde yirmiyi görebileceğini söylüyor. ama aynı süreçte "iş" kavramı da kendi iç tutarlılığını kaybediyor; çünkü üretim-tüketim döngüsünde emeğin yerini algoritmik ajans doldurdukça, ücret karşılığı zaman satma fikri anlamsızlaşıyor. 

böylece homo faber'in merkezi rolü çözülüyor; iş tanımı kadar, tatil, emeklilik, hafta sonu gibi zaman kategorileri bile yeniden yazılıyor.

ontolojik zemin kaydıkça epistemik yetki de el değiştiriyor. mit sloan yönetim incelemesi, şirketlerin rekabet üstünlüğünü artık fiziksel varlık veya finansal sermayeden çok, model mimarisini besleyebilecek ontolojik-epistemik esneklikte aradığını belirtiyor; sınır, doğru-yanlış ikiliğinden optimizasyon-güvenilirlik diyalektiğine kayıyor. 

bu yüzden kavramların çözülmesi fatalist bir tahrip değil; yeni dikkat rejimleri, yeni sorumluluk biçimleri ve yeni "doğru" tanımları için boşluk açıyor. 

bir model güven skoruyla konuşurken bile hâlâ sorabiliriz; bu skorun arkasındaki veri kümesi neyi görünür kılıyor, neyi dışarda bırakıyor? hangi sesleri, hangi bedenleri, hangi duyuları sayısallaştırılabilir kılıyor; hangilerini karartıyor?

o halde yapay zeka çağında ontoloji, sabit adlar yerine akışkan ilinti matrislerine, epistemoloji mutlak kanıt yerine şeffaf parametre politikasına dönüşmek zorunda. 

insan, kavramlara sonradan yüklenmiş anlamlara körlemesine tutunmak yerine kavramların gerçek anlamlarına temas etme kudretini izleme sorumluluğunu üstlenirse, varlık ve bilgi yeniden insan-makine ortaklığının bilinçli tasarımı haline gelebilir. 

aksi halde, kavramlar algoritmanın hızında bize rağmen yeniden kurulacak ve biz ancak sonuçlara "katlanmak" zorunda kalacağız (her zaman olduğu gibi). 

özgürleşme ancak kavramların gerçek anlamlarına temas etmek ve doğru kavramlarla düşünmek - yaşamakla mümkün; çünkü anlam, hangi çağda olursa olsun yaşamı ve anlamı mümkün kılan en temel parametredir. 

anlamı yoksa bu yaşama katlanmak neden? 

yeniden düşünme üzerine düşünce denemesi...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak -...