düşünme faaliyeti genellikle bir soyutlama faaliyetidir. "akıl nedir", "insan nedir", "düşünme nedir", vb sorulara yanıt ararken, idealize ederiz kavramları. istemsizce iyiyi ve ideal olanı arar hep aklımız. oysa bir de realite söz konusu. o halde biraz da realite üzerine düşünmek icab eder; dürüstlük gereği...
insan, kendini "konuşarak anlaşan, düşünerek uzlaşan" bir varlık olarak tanımlar. kendisine, hayvanlar aleminden farklı ve üstün bir bilinç atfeder. ama gerçek hayatta sergilediği davranışlar bu idealin çok uzağındadır.
sadece tarihte değil, şimdi de insan, çoğunlukla "güce dayalı aksiyonlar - çözümlerle hareket eden" bir canlıdır. yani fiiliyatta hayvanlara benzer ama bunu kabul etmez.
dünyanın bir çok yerinde kadın ve çocukların, erkeklerin savaşında kurşun-bomba altında kalmaları ve hatta binlercesinin ölmesi bahse konu edindiğimiz problemi reddi mümkün olmayacak şekilde ortaya koymakta.
ama ne kadar barbar olursa olsun insan, kendisini doğadan soyutlamaya çalışır, ama doğanın yasalarıyla yaşadığını fark etmeden... barbar insan, ürettiği gerekçelerle medeni olduğunu iddia eder yani.
burada çok önemli bir dilsel çarpıtma da bu çelişkiye eşlik eder. bizim bugün "konuşmak" fiili olarak kullandığımız kelime öz türkçede "kon-" kökünden türer ve özünde "bir yere konmak, yerleşmek, inmek" anlamına gelir.
kuşun dala konması ya da bir kervanın konaklaması gibi. bu kök üzerine gelen işteşlik ekiyle oluşan "kon-uş-mak" ise, birden fazla canlının aynı yere yönelmesi, bir araya gelmesi anlamına gelir. yani kelime yapısal olarak, fiziksel ya da sembolik bir buluşmayı ifade eder.
konak, konaklamak, konuk, komşu (aslı konşı), konum kelimeleri de konuşmak kelimesi ile aynı kökten türer.
konuşmak fiili özünde, sözlü anlamda bir düşünce alışverişi içermez. bu yüzden günümüzde "konuşmak" fiilinden beklenen anlam, kelimenin etimolojik yapısıyla örtüşmez.
zaten insanlar çoğu zaman konuşmaz; sadece konumlarını paylaşır, varlıklarını duyurur ve güçlerini sergiler...
halbuki gerçek anlamda "söz söylemek" ya da "söz üretmek", yani bilinçli bir düşünce aktarımı köken olarak "tanu-" fiiline dayanır.
divanü lügat'it türk'te bu fiil "söz buyurmak, tavsiye etmek" anlamında "tanı-mak" fiilidir.
yani gerçek söz, muhatabı tanımaya yönelik bir bilinç içerir. eğer konuşma, muhatabını tanımak ve anlamak için yapılmıyorsa, o zaman ne aanlam taşır ki?
bu nedenle gelinen günde düşünmeden kullandığımız "konuşmak" kelimesi, gerçek anlamıyla daha çok "danışmak" fiiliyle ifade edilmelidir (ya da bu açıdan düşüncenin konusu edilmelidir).
danışmak, muhatabını tanımak, birlikte düşünmek, birlikte akıl yürütmek ve sözün bir taraf değil iki taraf için de dönüştürücü olmasını sağlamaktır. bu bağlamda konuşmak, güç göstermek değil, ortak bilinç oluşturmak olmalıdır.
gerçek hayatta insanların büyük çoğunluğu bu karşılıklılığı (işteşliği) gözetmez. konuşma, çoğu zaman karşısındakini kendi düşüncesine ikna etmek, bastırmak ya da pes ettirmek için kullanılır. böylece konuşma, bir uzlaşı aracı olmaktan çıkar, bir araçsallaşmış güç haline gelir. zihinle bastırma, beden gücüyle bastırmanın yerini alır. bu durumda konuşmak da tıpkı fiziksel şiddet gibi, bir üstünlük kurma çabasına dönüşür.
dolayısıyla "insanlar konuşarak anlaşır" ifadesi, gerçekte bir yanılsamadır. çünkü insanlar, genellikle ancak çıkarları kesiştiğinde uzlaşırlar. bu kesişme de içsel bir empati ya da anlayışla değil, dışsal bir zorunlulukla ortaya çıkar. taraflar güçlerini ölçer, riskleri tartar ve ancak karşılıklı kayıp ihtimali ortaya çıktığında "konuşmayı" tercih eder. bu konuşma da barışçıl bir doğanın değil, dengenin zorunlu sonucudur. örneğin iki devlet, birbirine saldıracak güçleri olduğu kadar, birbirine kaybettirecek güçleri de olduğunu bildiğinde masa kurulur. o masa, barışın değil, tehdidin dengesidir.
tarih boyunca insanlık bunu tekrar tekrar yaşamıştır. savaşlar, sömürüler, katliamlar hep güce dayalı yürütülmüş, masa ise ancak güç dengesi sağlandığında kurulmuştur. sömürgeci devletler, askeri ve ekonomik üstünlüklerini kullanarak başka toplumların kaynaklarını yıllarca talan etmiş; ne zaman ki bu halklar direnme gücüne ulaşmış, o zaman masa gündeme gelmiştir.
konuşma, ancak güç dengesi kurulduğunda başlar. uzlaşı, güçsüzlüğün zorunlu sonucu olur. yani uzlaşmak, çoğu zaman etik bir bilinç değil, konjonktürel bir zorunluluktur. bu nedenle insan, uzlaşan bir bilinç taşıdığı için değil, başka çaresi kalmadığı için uzlaşır.
bireysel düzeyde de bu gerçeklik değişmez. örneğin bir iş yerinde güçlü konumda olan bir yönetici, çalışanların taleplerini dinlemez, konuşmaz, görmezden gelir. ama bu çalışanlar örgütlenip, hak aramaya başladığında; yani güç dengesi değiştiğinde, o yönetici konuşmayı tercih eder. burada konuşma, bir anlayıştan değil, riskten doğmuştur. yine bir evlilikte, bir taraf sürekli olarak diğerini bastırıyorsa, orada konuşma değil monolog vardır. ne zaman ki, karşı taraf kendi sınırlarını belirler ve denge kurmaya başlarsa, ancak o zaman gerçek anlamda konuşma mümkün olur.
insan, gücünü kullanarak bir "kazanç" elde ettiğinde bunu "haklılık" ya da "gerçek bir kazanım" sanır. ama bu yanıltıcıdır.
çünkü kazanç, düşüncenin ya da doğruluğun ürünü değil, pozisyon ve imkanın sonucudur. örneğin bir şirket piyasadaki diğer küçük firmaları yok ederek büyürse, bu onu haklı yapmaz. ama o şirket, gücünü kullanarak elde ettiği sonucu "başarı" diye tanımlar.
tıpkı doğada güçlü olanın avlanma hakkını elde etmesi gibi. bir aslan, ormandaki diğer hayvanlara göre daha güçlüdür. bu nedenle avlanır, hükmeder, lider olur. bu onun düşünsel ya da ahlaki olarak haklı olduğunu göstermez. sadece güçlü olduğunu gösterir. insan da çoğu zaman bu hayvani yasalarla hareket eder ama bu gerçeği görmez (hatta görmemek için çabalar).
bu noktada insanı "düşünen hayvan" olarak tanımlamak bile fazla iyimser olabilir. çünkü düşünmek, sadece fikir üretmek değil, o fikri neden ürettiğini bilmek; ona karşı dürüst olmaktır. ama insan, çoğu zaman kendi fikirlerine dahi dürüst değildir.
kendi gücünü, kendi çıkarını, kendi pozisyonunu savunurken bunu evrensel bir doğruluk gibi sunar (bahanesi bitmez. oysa tüm bahaneler gayri aklidir). böylece hem güç kullanır hem de bunu "uygar bir hak" gibi gösterir. bu da insanı, hem doğaya benzeyen hem doğasını inkar eden bir çelişkiye iter. insan doğaya benzer; çünkü tıpkı diğer canlılar gibi hayatta kalmak, üstünlük kurmak, kazanmak peşindedir. ama aynı zamanda doğayı inkar eder; çünkü bu benzerliği kabul etmez, kendini hep doğadan ayrı ve yukarıda konumlandırır ("insan, düşünen canlıdır" güzellemesinde olduğu gibi).
sonuç olarak insan, ne konuşmanın ne uzlaşının ne de düşünmenin ne anlama geldiğini tam anlamıyla kavramış değildir. elde etmek, başarmak, kazanmak, haklı olmak gibi dürtülerle hareket eder. bu dürtülerle istediğini elde ettiğinde kendini haklı ve başarılı sayar. ama bu sadece bir yanılsamadır. çünkü bu kazanım düşünsel ya da ahlaki bir temele değil, hayvani bir içgüdüye dayanır. insan, doğayı aşıp bilinçli bir varlık olmak isterken, doğanın en ilkel yasalarıyla hareket eder. böylece kendi doğasına benzediği ölçüde, doğasını inkar ederek bir başka büyük çelişkiye daha sürüklenmiş olur. işte bu, insan olmanın en temel ama en az fark edilen çelişkilerinden biridir; doğaya benzediğini inkar ederek, doğayı aşmaya çalışmak… ama o doğanın yasalarıyla yaşamaya devam ederek!
bu çelişki sadece bireyde değil, toplumsal kurumların tümünde görülür. siyasette, barış, uzlaşı ve diyalog ideal olarak öne sürülür, ama iktidar çoğu zaman güç üzerinden kurulur. bir siyasi liderin en büyük meziyeti, ikna etmek değil, rakiplerini etkisiz hale getirmek olur. yasalar, anayasa, temsil sistemi konuşmayı mümkün kılar görünse de, fiiliyatta bu bir dengeyi bozmama arayışıdır. muhalefet iktidar olduğunda sesi yükselir, davranışları değişir. bundan hiç biri kaçınamaz. çünkü mesele söz değil, pozisyondur. konuşmak, gücün biçimini değiştirmenin aracıdır sadece.
dinlerde de bu çelişki belirgindir. barış, hoşgörü, sevgi gibi kavramlar dinlerin merkezinde yer alır ama tarih boyunca dinlerin güce dönüşen yorumları savaşlara, ayrımlara, dışlamalara neden olmuştur. farklı düşünenin aforoz edilmesi, sorgulayanın sapkın ilan edilmesi, inancı paylaşmayanın yok sayılması, hep güçle yapılan müdahalelerdir. dinde sözün değeri, ancak güce tabi olduğu sürece korunur. hakikat konuşmak değil, hakikati sahiplenmiş olmakla ilişkilendirilir. böylece "tanu-" kökünden gelen gerçek söz (muhatabını tanıma edimi), yerini buyruğa bırakır.
ailede ise konuşmanın değeri çoğu kez hiyerarşiye tabidir. ebeveyn-çocuk, erkek-kadın ilişkisinde konuşmak, çoğu kez eşit iki öznenin buluşması değil, bir tarafın diğerine ne yapması gerektiğini bildirmesidir. aile içi uzlaşı, güce dayalı sessizlikle sağlanır. konuşmak ise çoğunlukla çatışma korkusuyla ertelenir. çocuk dinlenmeden büyür, kadın susturularak uyum sağlar, erkek söz sahibi olduğu için haklı sayılır. burada da konmak fiili yürürlüktedir; çarpık biçimde herkes yerini bilir, yerini terk eden yadırganır.
hukuk alanında da benzer bir yapı işler. mahkemeler konuşma alanlarıdır görünürde, ama bu konuşmalar da gücün belirlediği sınırlar içinde geçer. yargıç bir şey söyler, avukat bir şey söyler, tanık bir şey söyler ama bunların hepsi belirlenmiş roller içinde konuşur. burada da gerçek anlamda bir tanuşmak (karşılıklı tanıma) değil, prosedürel bir hüküm süreci işler. adaletin amacı, hakikati tanımak değil; düzeni sürdürmektir çoğu zaman.
böylece ister birey, ister kurum, ister toplum düzeyinde olsun, konuşmak; uzlaşmak, düşünmek, tanımak gibi yüksek bilinç düzeylerine değil, güç dengesine bağlı olarak devreye girer.
insanlar konuşarak anlaşmazlar; ancak mecbur kaldıklarında konuşur gibi yaparlar. hakikat, çoğu kez ancak dengelenmiş korkunun ve sınırlanmış çıkarın içinde konuşulabilir olur.
işte bu yüzden, insanın konuşmakla övünmesi, konuşmayı tanımadığı içindir. tanu köküyle gelen söz, artık bir tanıma eylemi değil, bir konum ilanıdır sadece. ve bu da insanı, hem hayvanlara benzeyen hem de hayvanlara benzemediğini söyleyerek daha da hayvansılaşan bir canlı haline getirir.