27 Haziran 2025 Cuma

yeniden düşünme üzerine düşünce denemesi...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak - gündem etmek demek değildir. 


yapılageldiği gibi diyorum, çünkü; yapılan ahmet, mehmet, ayşe, fatma hakkında kopnuşmak, yaramaz çocuklar hakkında konuşmak, hatta onları eleştirmek, erdoğan ya da kılıçtaroğlu hakkında konuşmak ya da onları eleştirmek, bir olay hakkında konuşmak hatta olayı çözümlemek, siyaset - gündem hatta değişen dünya hakkında konuşmak... bunlar yapılıyor ve yapılan faaliyete düşünmek deniyor. peki ama değişen ne? var mı değişen - dönüşen bir şey?

bu tarz zihinsel faaliyetlerin büyük bir kısmı düşünmek değil, yalnızca düşünüyormuş gibi yapmaktır. çünkü düşünmek, özü itibariyle düşünen kişiyi dönüştüren bir eylemdir. 

düşüneni dönüştürmeyen bir etkinliğe düşünme demek, en hafif tabirle bu kavramı itibarsızlaştırmak olur. gerçek anlamıyla düşünmek, insanın kendine yani kendi iç dünyasına yönelmesi, içsel çelişkileriyle yüzleşmesi ve bu yüzleşmenin sonucunda yeni bir varoluş düzeyine geçiş yapmasıdır. eğer böyle bir dönüşüm yoksa, orada düşünme değil, sadece zihinsel meşguliyet vardır (aslında bu eylem zihinsel bir faaliyet dahi değildir. meşguliyet kavramı ile işgal kavramı aynı kökten türer. yani işgal edilmiş bir bilincin çıktısıdır bu tip davranışlar).

düşünme, temelde bir problemle karşılaşmanın sonunda ortaya çıkar. bu problem bazen soyut bir sorudur; örneğin "insan nedir?" gibi, bazen de somut bir toplumsal çatışmadır; "bunlar neden oluyor ya da benim başıma geliyor?" gibi... 

ancak problem ne olursa olsun, düşünmenin hedefi onu çözümlemek ya da çözmek, en azından anlamaya çalışmaktır. fakat burada önemli bir ayrım belirir; düşünmenin nesnesi dış dünyadaki insanlar ya da onların davranışları olduğunda, bu etkinlik çoğu zaman düşünce olmaktan çıkar. çünkü başkalarının hataları ya da başarıları üzerine konuşmak, kişiyi dönüştürmez. 

dönüştürmeyen bir eylem ya da söylem düşünce olamaz. insanlar başkalarının yanlışlarını tartışarak, onları eleştirerek, yargılayarak kendilerini geliştirdiklerini sanırlar ama bu, bir yanılsamadır. dış dünyaya yönelmiş bu tür eleştirel tepkiler, çoğunlukla kişinin kendi içsel sorunlarını görmemek için kullandığı savunma mekanizmalarıdır. bir bakıma bu davranışlar, kişinin kendinden kaçma biçimidir.

bunun en bariz belirlenimi dedikodu yapmaktır. nesnesi kim olursa olsun, ortamda olmayan yani kendini savunması mümkün olmayan birisi hakkında konuşmak en temelde konforludur (dilediğiniz kadar atıp tutabilirsiniz), nihayi noktada ise zaman kaybıdır; kimse dönüşmez. 

madem zaman sahib olduğumuz en değerli imkan; o halde zaman kaybına tahammülümüzün olmaması gereklidir. 

insanın gerçek anlamda dönüşebilmesi için, düşünmenin yönü dışarıdan içeriye dönmelidir. yani kişi, kendi hataları ve çelişkileri üzerine düşünmeli, kendi tutarsızlıklarını analiz etmeli, kavramlarla uğraşmalı, yaşamın anlamı, dilin sınırları, özgürlüğün imkanı gibi temel meseleler üzerine yoğunlaşmalıdır. bu tarz düşünme faaliyetleri, kişiyi hem duygusal hem zihinsel düzlemde zorlar ve bir yeniden yapılanma - dönüşüm sürecine sokar...

düşünen, bu süreçte ya kendi çelişki ve tutarsızlıklarını redederek düşünmekten vazgeçer (bu durumda genelde savunma yapılır; "bunu yaptım ama şundan yaptım" gibi) ya da çelişki ve tutarsızlıklarını terk ederek kendini dönüştürür. 

başka bir deyişle, düşünce bir sınavdır. bu sınavı geçen kişi dönüşür, geçemeyen ise inkarla savunma üretir. dolayısıyla düşünen, düşüncesinin nesnesi kendisi olduğu sürece hakikate, dönüşüme ve gelişime yaklaşır.

bu noktada bir başka önemli mesele ortaya çıkar; hiç kimse, bir başkasını düşünce yoluyla dönüştüremez. sözlerin gücü, yalnızca içsel bir hazırlık (özsel bir eğitim) varsa belirli bir yerde etkilidir. insanlar ancak kendi iradeleriyle dönüşebilirler. kimse kimseyi dönüştüremez. hatta çoğu zaman insanlar, kendi çocuklarını bile sözle değiştiremez. değişim ancak içsel bir idrakle, bir farkındalıkla ve iradi bir kararla mümkün olur. bu nedenle bir düşünür, düşündüğü şeyin etkisini başkasına kanıtlamak için değil, kendisini inşa etmek için düşünmelidir. hakiki düşünce, savunma ya da gösteri değil, içsel inşadır. başkasını dönüştürmek çoğunlukla bir arzudur; ama kendini dönüştürmek bir gerekliliktir.

düşünmenin niteliğini belirleyen bir diğer unsur da nesnelliğidir. yani düşünce, duygulardan arındırılmış olmalıdır. eğer bir olguya - konuya ya da birine karşı öfke duyuluyorsa ya da aşırı sevgi besleniyorsa, bu duygular düşünceyi manipüle eder. sevdiğimize pozitif ayrımcılık yaparız kaçınılmaz olarak, öfke duyduğumuz kişilere karşı yargılayıcı ve dışlayıcı oluruz (insan bundan kaçınamaz). 

bu durumda düşünme değil, savunma ya da saldırı gerçekleşir. oysa düşünme, ancak nesnel olduğunda sahici olabilir. nesnel düşünme, duyguya kapılmaksızın nesnesine yönelir ve sadece gerçeği arar. düşünmenin bu nesnellik şartı, onu kanaatten, yorumdan ya da dedikodudan ayıran temel farktır. kanaatler, kişinin duygusal yatırımlarıdır; düşünce ise duygudan bağımsız olarak gerçekliği sorgulama çabasıdır.

magazin, dedikodu, gündelik olaylar hakkında konuşmak ya da ideolojik tekrarlar yapmak; bunların hiçbiri düşünme değildir. çünkü düşüneni dönüştürmez, düşünenin kendisini merkeze almaz, dışa yöneliktir ve çoğu zaman duygusal temellidir. bu tür etkinlikler, düşünce süsü verilmiş kaçışlardır. 

başkaları hakkında konuşmak, dışa yönelik konforlu bir faaliyettir. düşünmek ise tam tersine, içeriden yapılan bir müdahaledir. kişi, kendi bilinç katmanlarını açar, kendi önyargılarını sorgular, kendi korkularını ve zaaflarını tanır. bu süreç dedikodu yapmak gibi konforlu değildir ama dönüşüm ancak bu rahatsız edici karşılaşmalardan sonra gerçekleşir.

bu bağlamda düşünmek, yalnızca bir şey hakkında düşünmek değil, düşünmenin kendisi hakkında da düşünmektir. yani düşünce üzerine düşünce, bir üst düzey bilinç gerektirir. insan düşünmenin ne olduğunu, ne olmadığını, hangi eylemlerin düşünme sanılarak aslında düşünmekten kaçma olduğunu fark ettiğinde, bu farkındalık bile bir dönüşüm başlatır. çünkü düşünmenin niteliğini anlamak, düşünmeyi daha sahici kılar. düşünen artık neyin dekorasyon, neyin inşa olduğunu ayırt edebilir hale gelir.

bütün bu çözümlemelerle birlikte söyleyebiliriz ki; düşünmek, dışa dönük bir yargılama ya da içeriksiz bir konuşma değil; içe dönük bir yapılandırma, kavramsal bir karşılaşma ve varoluşsal bir dönüşümdür. 

düşünce, yalnızca düşüneni merkeze alır. onun alışkanlıklarını, değer yargılarını, önyargılarını, dilini, duygularını ve kararlarını sorgular. bu sorgulama bir çatışmayı doğurur ve her çatışma bir eşiğe götürür; ya inkar, ya dönüşüm... bu eşiği geçen düşünür dönüşür; geçemeyen ise tekrara düşer.

o halde düşünmek, kendilikle yapılan en derin inşa faaliyetidir. düşüneni dönüştürmeyen hiçbir zihinsel etkinlik düşünce değildir. düşünce, ancak kendini dönüştürebilen kişi için gerçektir. diğer her şey, düşünme süsü verilmiş birer kaçıştır. düşünce, kendi iç yapısını yeniden kurabilen için anlamlıdır; başkaları hakkında konuşan ama kendini tanımayan içinse boş bir uğraştır. düşünmek, en derin sorumluluktur; önce kendine, sonra hayata karşı. ve bu sorumluluğun farkında olan kişi, artık yalnızca düşünen değil, kendini yeniden kuran (yaratan) bir bilinçtir.

insan, doğduğu andan itibaren yalnızca bir aileye ya da millete değil, aynı zamanda belirli bir düşünme biçimine, bir dil yapısına, bir algı sistemine ve hepsinden önemlisi de bir "kendinden emin olma" kültürünün içine doğar. içine doğduğu toplum, bireye daha düşünmeye başlamadan önce cevaplar sunar. 

öyle ki, neredeyse herkesin her konuda bir fikri, her soruya bir cevabı vardır. ve daha da çarpıcısı, herkes soruların cevaplarının doğruluğundan emindir. hiç kimse "acaba yanılıyor olabilir miyim?", "bu düşünce gerçekten bana mı ait, yoksa ezberlediğim bir tekrar mı?", "şu an konuştuğum şeyi gerçekten anladım mı, yoksa sadece ezbere bir takım kavramları mı sıralıyorum?" gibi soruları kendine sormaz. sormak da istemez. çünkü bu sorular rahatsız edicidir; konforu bozar, kişiyi kendisiyle yüzleştirir.

içine doğduğumuz bu "kanaat ve savunma toplumu" bireye sorgulamayı değil, benimsemeyi öğretir. deneyim, gözlem, gelenek, aidiyet ve duygu birleşir ve sorgulanmadan kabul edilmiş bir bütün oluşturur. bu bütün, kişiye kimlik gibi sunulur ve öylece benimsenir. öyle ki insanlar inandıkları dine, savundukları ideolojiye ya da ait oldukları gruba yalnızca bağlı değil, bağımlıdırlar. çünkü bu yapılar sayesinde dünyayı anlamlandırırlar. bu yapıların sorgulanması, yalnızca bir düşüncenin değil, bütün bir varoluş kurgusunun sarsılması demektir. 

bu yüzden çoğu insan düşünmez; çünkü düşünmenin doğuracağı sarsıntıdan korkar. ve bu yüzden düşünerek değil, tam tersine, düşünüyormuş gibi yaparak yaşar. 

fikri vardır ama fikrini nereden aldığını bilmez. gözlemi vardır ama gözleminin sınırlarını hiç sorgulamaz. konuşur ama söylediği şeyin neye dayandığını bilmeden konuşur. çünkü düşünme ile düşünüyormuş gibi yapma arasındaki fark, çoğu zaman görünmezdir.

oysa hakiki düşünme, yalnızca "bir şey hakkında düşünmek" değildir. düşünmek, önce düşünmenin kendisi hakkında düşünmektir. yani yalnızca nesnesine değil, kendi öznel pozisyonuna da yönelmiş bir bilinç gereklidir. düşünmek, "ben şu anda bu düşünceyi neden böyle kuruyorum?" sorusuyla başlar. 

bu soru, kişinin yalnızca bilgisine değil, bilincine de yönelmesidir. çünkü bilgi, sadece içerik değil; aynı zamanda bir yönelim, bir niyet, bir arka planla birlikte var olur. düşünmek, bu arka planı tartışmadan ortaya çıkaramaz. bu nedenle düşünmek, yalnızca zihinsel bir işlem değil, etik bir sorumluluktur da.

deneyim ve gözlem, düşünmenin araçlarından biri olabilir; ancak düşünmenin kendisi değildir. çünkü deneyim de gözlem de, kendi başlarına hakikati vermezler. 

örneğin bir çocuk, bir nehrin kenarında her gün suya bir tahta parçası atıp onun yüzerek uzaklaştığını görsün. bunu hayatı boyunca tekrar etsin. gözlem ve deneyimi ona şunu söyleyecektir; "tahtalar suda yüzer"... 

oysa çocuk, o tahtayı hiç bırakmadan takip edebilseydi, tahtanın bir süre sonra su emerek battığını görecekti. yani tahtalar, yalnızca suyu emene kadar yüzerler. 

burada önemli olan, gözlemin kendisi değil; gözlemin ne zaman ve nasıl sınırlandığıdır. ama çocuk bunu bilmeden, gözlemini bir hakikate dönüştürür. bu, onun kanaati olur. o kanaate bir ömür tutunur. çünkü o kanaat, artık sadece bilgi değil, kimliğin parçasıdır. (kim bundan ne kadar kaçınabilir ki?)

işte burada, düşünmek ile kanaat arasında bir ayrım yapmalıyız; düşünmek, kanaatle yetinmeyen, kanaatin kökenini, geçerliliğini ve bağlamını sorgulayan eylemdir (kanaat, kanı, kanmak, kandırmak aynı kökten türer). 

kanaat, çoğu zaman bir yargıdır ve yargı, düşüncenin sonlandırıldığı (artık düşünmekten vazgeçildiği) noktadır. insanlar "ben bunu yaşadım, demek ki doğrudur" derken aslında düşünmemektedir. çünkü düşünmek, yaşananın görünen kısmıyla değil arka planında ne varsa hepsiyle, hatta yaşanması mümkün olan tüm diğer olasıklıklarla ilgilenir (düşünme, düş kökünden türer). 

düşünmek, yalnızca olmuş olanı değil, olması gerekeni, olabilecek olanı, henüz fark edilmemiş olanı da hesaba katar. bu da, düşüncenin deneyim ve gözlemden çok öte bir şey olduğu noktadır. düşünce, deneyimi ve gözlemi yadsımaz ama asla onlarla yetinmez.

kötü olduğunu varsaydığınız birini düşünün; örneğin netenyahu... siyasal amaçları uğruna kadınları, çocukları öldüren, hastahane-ibadethane bombalayan birisi nasıl iyi olabilir değil mi? peki netenyahu annesinden kötü mü doğdu? yoksa o bir dünyaya gözlerini açtı ve o dünya o'nu bu yönde şekillendirdi mi? bu dünyada kimler var peki? siz ve biz yok muyuz? biz bunun parçası değil miyiz? ne o kendinizi-kendimizi mi aklayacağız yine her zamanki gibi? bu basit olan değil mi? hem de konforlu... bu konforlu ama düşünmekten kaçış içeriyor ve zaman kaybı... netanyahu'yu istediğiniz kadar kötüleyin ya da yuhalayın ya da ölmesi için dua edin; hiç biri çözüm olmayacak...

hiç bir sorunu çözmeyen bir faaliyet ne anlam taşır? 

duygular, aidiyet, korkular... tüm bunlar da benzer biçimde düşüncenin karşısına değil, onun içeriğine yerleştirilebilir şeylerdir. bir insanın çocuğuna duyduğu aidiyetin nesi hatalı olabilir? ya da korku, insanı tehlikeden koruyan bir refleksiyon değil midir? evet, hepsi doğrudur. mesele, bu öğelerin kendilerinde değil, onlara ne zaman, nasıl ve hangi bağlamda yer verdiğimizdedir. 

duygularla düşünmek mümkün değildir ama duyguları tanıyarak, onlara bilinçle yer vererek düşünmek mümkündür. aidiyet, sevgi ve korku kötü ya da yanlış değildir; çözümlenmediğinde (dönüşüm gerçekleşmiyorsa yani), kör olduklarında ve düşünceye hükmettiklerinde yanıltıcı hale gelirler. düşünmek, bu duyguları bastırmak değil; onlarla birlikte farkındalık üretmek ve dönüşmektir.

düşünmenin ayırt edici niteliği tam da budur; hüküm vermek değil, anlamaktır düşünmek. anladığımız anda kaçınılmaz olarak bu anlam bize tesir eder (dönüşürüz).

bir şeyi anlamaya çalışmak, ona kendi diliyle konuşma hakkı tanımaktır. o şeyin ne olduğunu, nasıl işlediğini, neyle nasıl bağ kurduğunu çözümlemeye çalışmaktır. düşünmek, kendi sınırlarını da tanımaktır; "belki de yanılıyorumdur" cümlesini kurabilmektir. bu cümle, düşünmenin eşiğidir. çünkü şüphe, her şeyin başıdır. düşünmek, bu şüphenin içinde var olur. ve ancak burada gerçek dönüşüm başlar.

hakiki düşünme, hüküm koymaz, yrgılamaz; görmek - bilmek - tanımak ister... şeyleri oldukları gibi anlamaya çalışır. bu yüzden iyi-kötü, doğru-yanlış, değerli-değersiz gibi ikiliklerin ötesine geçer. 

yasaya öyle değer verdim öyle değer verdim ki; insanların yasayı hiçe saydığını hatta onu aparat olarak kullandıklarını gördüğümde "yasaya olan inancımı yitirdim" demiştim. oysa yasa kime ne yaptı ki? hatta yasa ne yapabilir ki? her ne yapıyorsa insanlar yapıyor. yitireceksen insanlara olan inancını yitir ama insanlara inanmak ne demek? insan öngörülebilir bir canlı değil ki...

düşünmek, bir yargı faaliyeti değil; bir açıklık halidir. bu açıklıkta, insan neyin nasıl çalıştığını görür. bir duygu ne zaman engelleyici, ne zaman yönlendiricidir? bir aidiyet ne zaman bir bağ kurar, ne zaman bir perde olur? bir deneyim ne zaman öğreticidir, ne zaman yanıltıcı? düşünmek, bu soruları sormakla başlar.

ve belki de düşünmenin en sade ama en güçlü çıktısı şudur; "belki de yanılıyorumdur"...
bu cümleyi sahici biçimde kurabilen insan, düşünmeye başlamıştır. ve düşünmeye başlayan biri, yaşamaya da yeniden başlamış demektir. çünkü düşünmek, yaşamın en bilinçli ve en dürüst biçimidir.

evet, tam da burası düşüncenin nihai turnusolüdür; düşünen dönüşmek zorundadır. çünkü gerçek düşünce, yalnızca zihni değil, varoluşu etkiler. bir düşünce, kişide bir farkındalık, bir yön değişikliği, bir içsel kayma yaratmıyorsa; o yalnızca bilgi (aslında bilgi dahi değil malumat) yığılması ve bir tür zihinsel dekorasyondur. ama düşünce gerçekse, kişiyi yerinden oynatır. düşünce, sadece dışarıya yönelmiş bir yorum değil, içeriye dönük bir karşılaşmadır. ve her karşılaşma, kişide bir iz bırakır. iz bırakmayan düşünce, ya yüzeysel geçiştir ya da hiç içeri alınmamıştır.

insan eğer gerçekten öğreniyorsa, öğrendikleriyle değişir. çünkü öğrenmek sadece "daha fazlasını bilmek" değildir; bilinen şeyin bileni dönüştürmesidir. 

düşünen kişi "ben dünkü ben değilim; bugün kendi üzerime yeni şeyler koydum ve benden bir şeyler çıkardım" diyebilen kişidir. 

örneğin ben dün, yasanın hiçe sayıldığını gördüğümde "yasaya olan inancımı yitirdim" demiştim ya hani; oysa yasanın bir gereklilik - zorunluluk olduğu üzerine düşündüğümde, ettiğim sözün ne kadar saçma olduğunu fark ettim bugün. yasayı insanlar hiçe sayıyorlar; yani güveni yitiren insanlar. yasa ne yapmış olabilir ki; benim güvenimi yitirsin? hem yasa kendine güvenilen değil, kendisi ile var olunan- tavır geliştirilen ilkedir. 

düşünecek ve dönüşeceğiz; hemde kesintisiz olarak. çünkü düşünmek, dönüşümü zorunlu kılar. 

insan yıllarca aynı düşünce kalıplarında dönüp duruyorsa, orada artık düşünce değil, tekrar vardır. ve tekrar, değişime değil sabite - durağanlığa - donukluğa hizmet eder. sabitlik ise düşüncenin değil, inanç kalıplarının, dahası dogmanın işaretidir.

bu yüzden, bir insanda düşünsel dönüşüm yoksa, düşünce iddiası da sorgulanmalıdır. çünkü düşünen insan, en başta kendini sorgular. ve sorgulayan kendilik, durağan kalamaz; değişir, esner, derinleşir, genişler, dönüşür...

soru - sorgu, sadece başkalarına değil, kendimize de dönmelidir. düşünmekte olduğumuzu sanıyor ama halen aynı yargılarda, aynı alışkanlıklarda, aynı tepkilerde ısrar ediyorsak; bir şey eksik demektir. ya duygular düşüncenin önüne geçmiştir ya da alışkanlıklar düşünmeyi gölgelemektedir. düşünce, kendiliği dönüştürmediği sürece, bilinç de yerinde sayar. ve yerinde sayan bilinç, sadece bir önceki günün tekrarını yaşar; yeni bir gün değil...

dolayısıyla düşünce, ancak dönüştürüyorsa gerçektir. ve düşünür, ancak dönüşüyorsa düşünürdür.
gerisi ya alışkanlık, ya da zihin oyunudur. ama hakiki düşünce, düşüneni asla eski halinde bırakmaz. çünkü her gerçek düşünce, bir yeniden doğuştur.

bir düşünce deneyi ile konuya farklı ama insanı şok eden bir perspektiften bakmak mümkün;

bir adam eşi ile tartıştıktan sonra sabah evden çıkıp işe gitmiş olsun. ki bu, hangi evde yaşanmıyor ki... akşam eve dönen adam, eşini gördüğünde (muhtemelen) sabah evden çıkarken gördüğü kadınla karşılaştığını varsayar. oysa akşam eve geldiğinde karşısında gördüğü kadın, sabah yanından ayrıldığı kadın değildir. bu kadın; ya sabah olanları çözümlemiş ve "keşke şunu demeseydim, fazla ileri gittim" diyen kadındır, ya sabah işittiği sözlerin altında gün boyu ezilmiştir ve sabah olduğundan daha üzgündür, ya da gün boyu kendini haklı çıkarmak için kendini kurmuş ve sabah olduğundan daha öfkeli bir hale gelmiştir.

her halukarda akşam adamın gördüğü kadın sabah yanından ayrıldığı kadın değildir. ama nerdeyse hiç kimsenin aklına bu kaçınılmaz gerçek gelmez ve sabah yanından ayrıldığı kadının yanına gittiğini varsayar adamlar. 

bu yüzden büyük çoğunluğu kör ve sağır olan insanlık, asla kendini yeniden inşa etmeyi denemez ve anlamsız şeylerle meşkul eder kendini.

iş yaşamında, siyasette, modern dünyanın heryerinde yaygın olan dedikodu; ahmakça bir davranıştır. çünkü; dekikodu yapan kendi dönüşümünü göz ardı etmekle kalmaz, muhtemelen hakkında konuştuğu kişi artık onun bildiği kişi değildir.

oysa düşünmek, bir düşünceyi düşünmenin nesnesi yapmaktır. özellikle de kendi düşüncelerimizi...

dünyadaki en radikal pozisyona sahip olmakla beraber, çelişki - yanılgı ve hatalarımızdan kurtulup daha güçlü ve daha özgür olmak ancak bu şekilde mümkündür. düşünsenize; sizinle an itibari ile birebir muhatap olmayan hiç kimse sizin hakkınızda olumlu ya da olumsuz doğru konuşamaz. konuşurlar bir şekilde ama sürekli düşünen ve dönüşen sizin hakkınızda konuşamazlar; sizin eskiden olduğunuz her hangibir durum hakkında konuşabilirler ancak.

çünkü düşünmeyi alışkanlık haline getiren siz, her yeni gün; eski sizi geride bırakmış olacaksınız... ve dedikoducular (dedikoducu dediğime bakmayın bu kişi eşiniz, öğretmeniniz ya da patronunuz dahi olabilir), şimdiki sizi değil eski sizi çekiştiriyor ve hakikate ihanet ediyor olacaklar.

bu insanlar için sadece dua edilebilir ama ne kadar işe yarar bilinmez. o halde, her gün tekrar tekrar düşünmek ve kendimizi dönüştürmeyi ilke edinmek zorundayız. belli mi olur, çözümlemelerimiz kendi içinde ya da realite ile çelişiyordur...

3 Haziran 2025 Salı

ontoloji ve epistemoloji kavramlarına farklı bir bakış...

varlık (ontoloji) ile bilgi (epistemoloji) arasında kadim bir gerilim söz konusudur...


bir nesnenin "masa" olarak adlandırılması onun fiziksel yapısından ziyade, insan zihninin ona yüklediği anlamla mümkündür. 


masa diye bildiğimiz varlık, bizim belirli bir materyalden, belirli bir amaç için yaptığımız bir nesne. 

o, özünde odun da olabilir, plastikte, metalde... 


ona masa diyen biziz... 


insan bir aracın varlığını amaçladı; bunun için odunu bir forma sokarak o aracı yarattı ve ona masa adını verdi...

bu da bizi doğrudan şu temel soruya götürür; bir şey, gözlemlenmeden veya adlandırılmadan var olabilir mi?

önce şu ayrımı ortaya koymak gerek; bir nesnenin kendisinin varlığı ile o nesnenin bilinirliği farklı şeylerdir. 

bu noktada ikinci bir ayrım ortaya çıkar; bir şeyin var sayılabilmesi için onun algılanmış, adlandırılmış ve bir anlam çerçevesine oturtulmuş olması gerekir. buna felsefede fenomenolojik varlık denir. 

bu düşüncenin en önemli temsilcilerinden biri heidegger'dir. o da der ki; varlık, ancak insanın dünyada olmasıyla (dasein) açığa çıkar. yani insan olmadan "varlık" bile bilinemez, çünkü "bilme" insanın işidir.

şimdi adım adım açalım. birincisi; varlık, tanım gereği bir ilişkinin çıktısıdır. 

bir şeyin "masa" olarak adlandırılması, onun belirli bir işleve göre sınıflandırılmasının sonucudur. odun, ağaç, lif, molekül... 

bunların her biri insan zihninin farklı düzlemlerde yaptığı tanımlamalardır. o halde masa, kendi başına bir gerçeklik değil, bir ilişkidir. o nesneyle kurduğumuz anlam ilişkisi... yani masa, yalnızca "orada bir yerde" değil, aynı zamanda "burada" – zihnimizde – var olur.

ikincisi; gözlemci olmadan masa yoktur. çünkü "masa" kategorik bir tanımdır. bir işlevi, bir amacı, bir biçimi içerir. doğada kendiliğinden ona "masa" denilebilecek bir varlık yoktur; insan onu o şekilde biçimlendirir, işler, adlandırır, öylece tanır ve kullanır. 

buradan hareketle söylenebilir ki; insan olmadan masanın içinde barındırdığı herşey (masa formunda olsun ya da olmasın) vardır, ama o bir masa değildir. çünkü masa olmak, insan için bir anlam taşımaktır. anlam ise insan zihninde mümkündür.

üçüncüsü; adlandırma olmadan varlık bilinemez. ad vermek, varlığı sabitlemenin, ona bir sınır çizmenin yoludur. 

"ağaç" dendiğinde, bir biyolojik tür soyutlanmış ve tanımlanmış olur. ağaç tanımlanır, sonra dalları kesilipp belirli bir metodla belirli bir amaç için yeniden şekillendirince, ortaya çıkan nesneye "masa" denir.

bu durum, şeyleri oldukları gibi değil, işimize geldiği gibi kategorize ettiğimizi gösterir. masa, işlevsel bir tercihtir; bir ontolojik zorunluluk değildir.

dördüncüsü; evrenden insanı çıkarırsanız, varlık kavramı da yok olur. evet bu çok radikal bir saptamadır. ama "varlık" dediğimiz şey, sadece var olan şey değil, bilinen, fark edilen, adlandırılan şeydir. 

evrende milyarlarca yıldız olabilir ama onları gözlemleyen, haritalayan, onlara yıldız diyen bir bilinç yoksa, onlar neye göre "vardır", neye göre "yıldız"dır? 

işte burada epistemolojik varlık devreye girer; var olmak, bilinmekle mümkündür. bilinmeyen bir şeyin var olduğunu neye göre söyleyebilirsiniz ki?

beşincisi; atom bile bir yorumdur. atom, bilimsel bir teorinin ürünüdür. parçalanabilir, bölünebilir, enerjiye dönüşebilir... ama bütün bu tanımlamalar, gözlem ve deneyle elde edilmiş olsa dahi nihayetinde insan yorumlarıdır. 

atomun varlığına dair tüm bilgiler, insan zihninin deneyimleri organize ediş biçiminden ibarettir. bir başka bilinç türü – örneğin insandan tamamen farklı işleyen bir zihin – belki de atomu hiç görmez ya da varlığını başka şekilde dizayn eder ve tanımlardı. 

altıncısı; geriye ne kalır? eğer insanı evrenden çıkarırsak, geriye kalan şey bir "hiçlik" değil ama adı konulmamış bir potansiyel olurdu sadece. 

şeyler belki hâlâ "olur", ama kimse "oldu-oluyor" demez-diyemezdi. 

bir taş yuvarlanabilir ama "taş", "yuvarlanmak", "hareket" gibi kavramlar ortadan kalkar. bu noktada gerçekliğin kendisi bile anlamsızlaşır. çünkü anlam, bağ-bağlantı kurmakla mümkündür ve bağ kuran yalnızca bilinçtir.

yedincisi; kant'ın katkısı. kant'a göre biz "kendinde şey"i (das ding an sich) bilemeyiz. biz sadece şeyin görüngüsünü biliriz, yani zihnimizdeki temsiline ulaşırız. masa diye bir şey var mı? belki... ama bizim bildiğimiz masa, zihnin onu duyularla biçimlendirmesi sonucu ortaya çıkan temsildir. dolayısıyla masa, bizim kurguladığımız bir varlık tasarımıdır.

sekizincisi; berkeley'nin radikal tezi. george berkeley şöyle der; esse est percipi, yani "var olmak algılanmaktır". algılayan bilinç olmadan hiçbir şey var olamaz. masa, ağaç, yıldız ya da atom... bunlar sadece algılandıkları sürece vardırlar. aksi halde yokturlar – ya da daha doğrusu, var olup olmadıkları anlamsızdır.

bu bağlamda toparlarsak; "özü itibari ile masa olan bir varlık yok; masa, insan onu masa diye adlandırdığı için var" biçimindeki tespitin arkasında çok güçlü bir düşünce geleneği yatar.    

bu gelenek, gerçekliği bir "mutlak dış dünya" değil, bir bilinç-yapısı ilişkisi olarak yorumlar. insan yoksa masa da yoktur, çünkü masa bir kavramsal düzenlemenin (düşüncenin) ürünüdür. dolayısıyla evrende değil, insan bilincinde vardır.

ama şu ayrımı da yapmak gerekir; fiziksel olarak orada bir "şey" olabilir. ama o "şey" kendisine anlam atfedilmediği sürece, onun varlığı sadece onu meydana getiren parçalardan ya da fiziksel bir titreşimden ibarettir. o parçaların ya da titreşimin bir anlam ifade etmesi, bir kimlik kazanması ve varlık haline gelmesi ise ancak bir bilinçle mümkündür.

yani; varlık, yalnızca olmak değil, bilerek - bilinerek var olmaktır. ve insan bilinci, varlığa anlam yükleyen, onu görünür-kullanılır ve düşünülür hale getiren tek araçtır. 

ontoloji ve epistemoloji çözümlemesi salt teorik bir tartışma olmaktan ziyade; düşüncenin temellerini yeniden kurmak, bilinçte inşa edilmiş tüm yapay kavramları, rollerin, mesleklerin, sistemlerin, değerlerin gerçekten var olup olmadığını sınamak için işlevseldir. 

ontoloji, yani varlık felsefesi, bir başka açıdan şu soruyla ilgilenir; "ne vardır?" ya da daha doğru bir ifadeyle "ne var sayılır?" 

çünkü herhangi bir şeyin var olduğunu söylemek, onu bir şekilde tanımak, onu sınırlandırmak ve onun hakkında bir iddiada bulunmak demektir. 

epistemoloji ise bu iddiaların kaynağına döner ve sorar; "bunu nereden biliyoruz?" 

yani var olduğunu düşündüğümüz şeylere dair bilgimizin temeli nedir? bu iki alan birbirinden bağımsız değildir, aksine birbiri içine geçmiş halde çalışır. çünkü neyin var olduğunu söyleyebilmemiz için onu bilmemiz gerekir; neyi bilebileceğimizi anlamak içinse neyin var olduğunu sorgulamak zorundayız.

şimdi şu basit soruyu soralım; bir "doktor" gerçekten var mıdır? yoksa yalnızca belli bir davranış kalıbı, bilgi türü ve toplumsal rolün üzerine yapıştırılmış bir etiket - adlandırma mıdır? 

bu kişi belirli bir eğitim ve bir takım sınavlardan geçmiştir, bir takım belgeler almıştır, bir kurum tarafından "yetkilendirilmiştir" ve biz ona "doktor" deriz. peki bu adlandırmayı ortadan kaldırsak, onun bilgi ve davranışları ortadan kalkar mı? hayır. 

ama artık ortada bir "doktor" yoktur; bilgi vardır, deneyim vardır, ama "doktor" bir rol olarak ortadan kalkar. 

bu durum sadece doktor için değil, siyasetçi, hukukçu, medya çalışanı, din adamı, öğretmen, suçlu, hakim, savcı, işçi, patron gibi tüm toplumsal kimlikler için geçerlidir.

çünkü ontolojik olarak bu rollerin hiçbiri kendiliğinden var değildir. masa örneğinde olduğu gibi, bu kavramların tümü insanlar tarafından oluşturulmuş, adlandırılmış, işlevselleştirilmiş yapılardır. 

onların "varlığı", yalnızca bizim onları kabul etmemize, sürdürmemize ve onları tanımlayan davranış kalıplarını tekrar tekrar üretmemize bağlıdır. biz bu davranışları terk ettiğimizde ya da onları tanıyan zihinsel düzeni bozduğumuzda, o kimlikler de ortadan kalkar. 

yani patron, işçi olmadan var olamaz; siyasetçi, seçmen olmadan anlam kazanamaz; suçlu, yasa koyucu olmadan var edilemez. hepsi karşılıklı olarak birbirini mümkün kılan yapılardır. bu yapılar ontolojik değil, bağıntısaldırlar.

epistemolojik düzeye indiğimizde ise bu yapılarla ilgili tüm bilgimizin, belirli bir tarihsel bağlamda, belirli bir kültürün, dilin ve ideolojinin içinde üretildiğini görürüz. 

biz bir "suç" hakkında ne düşünüyorsak, o düşünce yüzyıllar boyunca birikmiş, kodlanmış, öğretilmiş bir dizi söylemin içinden gelir. 

tıpkı "devlet - beka", "vatan", "hukukun üstünlüğü", "tıp biliminin nesnelliği" "ilerleme", "dinlerin kutsallığı", "modernizasyon" kavramları gibi... 

hepsi, varoluşsal bir zorunluluk değil, tarihsel bir tercihin, toplumsal bir kurgunun, ideolojik bir mutabakatın ürünüdür.

bu durumda tüm bu yapılar sadece birer dilsel inşadır. yani onlar hakkında konuşmayıp onları gündemimizden çıkardığımızda, onlar da gerçekliğimizden silinir (örn; batıdaki kilisenin kudretinin zihinlerden silindikten sonra kudretini gerçekten yitirmesi gibi. bkz rönesans ve endüstri devrimi). 

çünkü onların varlığı, bizim onları konuşmamıza, onlara inanmamıza, onları meşru saymamıza bağlıdır. bu yüzden bir siyasetçiyi eleştirmek yerine "siyaset-çi" kavramının kendisini çözümlemek gerekir (aksi halde biri gider, benzer biri gelir, değişen hiç bir şey olmaz). 

bir dini kurumun yozluğundan şikayet etmek yerine "dini kurum"un nasıl kurulduğunu ve bizim zihnimizde hangi varsayımlar üzerinden işlediğini sorgulamak gerekir. 

hukuk - ceza sistemine karşı çıkmak değil, "hukuk" ve "ceza" kavramlarını neyin var ettiğini dahası bu kavramların neyi var ettiğini, kimi - neyi ortadan kaldırdığını tartışmak gerekir.

ontoloji açısından bu kavramlar var değildir; onlar bizim zihinsel üretimimizdir. epistemolojik olarak ise, onları bilmemizin yolu, onlara dair kurduğumuz (bu kurgu genel kanıların çıktısı aslında) çerçevelerdir (aslında tam burada biz, bir başka bilincin ürettiği düşünce ile oyalanan birer figüranız). bu çerçeveyi kırdığımızda mevcut bilgi (genel kanılar) dağılır, kavram da ona yüklenen anlamı kaybeder. 

bu yüzden kavramlar üzerine düşünmek, sadece felsefi bir egzersiz değil, aynı zamanda varoluşsal bir eylemdir. çünkü kavramların çözülmesiyle birlikte, onların hükmettiği zihin de özgürleşir. 

işte bu yüzden "hukukçu" yerine "hukuk" kavramının kendisini sorgulamak gerekir. 

"medya yalan söylüyor" demek yerine, "medya" nın kendisinin nasıl bir gerçeklik inşa ettiğini çözmek gerekir. 

"patronlar acımasız" demek yerine, "patron" kavramının nasıl var olduğunu, işçiyle birlikte nasıl karşılıklı bağımlı bir sistem kurulduğunu ortaya koymak gerekir.

dolayısıyla siyaset, endüstri, din, bilim, hukuk, eğitim, sağlık gibi tüm yapılar sadece dışsal kurumlar değildir; aynı zamanda zihinsel inşalardır. 

onları yıkmak, savaşmak ya da değiştirmek bazen işe yaramaz; çünkü asıl mesele onların nasıl mümkün kılındığını, hangi ontolojik varsayımlarla ve hangi epistemolojik çerçeveyle ayakta tutulduğunu anlamaktır. 

bu anlayış sayesinde kişi, dış dünyanın yüklediği tüm rolleri, mecburiyetleri, kalıpları bir kenara bırakabilir ve gerçekliği, mevcut kavramların değil, mevcut kavramlarla yapılan gözlemin değil, öz bilincin kendisiyle kavrar. 

(gözünüzle gördüğünüz şey hakkında ettiğiniz her söz, size servis edilen kavramlarla ortaya çıkıyor ise, siz ne olup bittiğini değil, görmeniz istenen şeyi görüyorsunuz demektir.)

çünkü en nihayetinde, hiçbir kavram kendiliğinden var değildir. onları mümkün kılan şey, onlar hakkında konuşmamız, onları kabul etmemiz ve zihnimizde yer vermemiz, yani onları tanıyor olmamızdan kaynaklıdır. 

o halde konuşmazsak, adlandırmazsak, gündemimizden çıkarırsak; onlar da yok olurlar. böylece ontoloji, artık sadece "ne var?" sorusu değil, aynı zamanda "neyi var saymayı bırakmalıyım?" sorusuna dönüşür. 

epistemoloji ise sadece "ne biliyorum?" değil, aynı zamanda "neyi artık bilmezsem özgürleşebilirim?" sorusuna dönüşür.

ve belki de en doğru düşünce biçimi budur; şeylerin varlığına değil, onların varlıklarını mümkün kılan inançlarımıza odaklanmak. 

çünkü inancın çözülmesiyle birlikte, mevcut yapılar da çöker. ve işte o an, insan tüm varlığı yeniden inşa edilebilir hale gelir.

ontoloji, varlığın ne olduğu yahut neyin var sayılabileceği sorusunun etrafında dönüp duran en eski tartışmalardan biridir; epistemoloji ise o var saydığımız şeyleri ne hakla bildiğimizi, onların bilgisini hangi yollardan ürettiğimizi tartışan kardeş konudur. 

ikisi birbirine sürekli pas atar; neyin var olduğuna karar vermek, o varlığa dair bir bilgi biçimini içerir; bilgi dediğimiz şeyin kendisi de ancak belli bir varlık tasarımına yaslanarak anlam kazanır. 

işte bu yüzden, tarih boyunca parmenides'in değişmez bir varlık önermesinden herakleitos'un akışkan bir olmaya, aristoteles'in töz kategorilerinden plotinos'un bir'ine, orta çağın tanrısal ontolojilerinden descartes'ın zihin-madde ikiliğine, spinoza'nın tek töz monizmine, leibniz'in bölünmez monadlarına, kant'ın "kendinde şey" ine, hegel'in diyalektik sürecine, husserl'in fenomenolojik indirgemesine, heidegger'in dasein anlayışına, wittgenstein'ın dil oyunlarına, quine'in ontolojik göreliliğine ve modern çağdaş sürecini şekillendiren analitik ya da kıta kökenli yaklaşımlara kadar uzanan çizgide ontolojik şema daima epistemik çerçeveyle birlikte evrildi. her hamle, varlığın yapısını belirlerken aynı anda bilginin önkoşulunu da yeniden tarif etti.

bilgi cephesinde, platon'un "doğrulanmış doğru inanç" tasarısına mütakiben yayılan septik itirazlar, aristotales'in deneyimci damarı, augustinus'un içkin kesinlik arayışı, ibn sina'nın zorunlu varlık argümanına dayalı akli sezgi kavramı, aquinas'ın analojik bilme modeli, descartes'ın "cogito"yla kurduğu kesin dayanak, locke ve hume'un ampirik eleştirileri, kant'ın apriori-aposteriori sentezi, fichte-schelling-hegel üçlüsünün öz-nesne diyalektiği, peirce ve james'in pragmatik doğruluk ölçeği, husserl'in noesis-noema ayrımı, heidegger'in hermenötik döngüsü, popper'in yanlışlanabilirlik ilkesi, kuhn'un paradigma kaymaları, lakatos'un araştırma programları, gettier'in ünlü karşı örnekleri, goldman'ın erdem epistemolojisi, fodor'un modüler zihin savı, sosyal epistemolojinin topluluğa yayılı bilgisi… 

bu isimleri sadece konunun ne kadar büyük ve önemli olduğunu ortaya koymak için konu edindim. hepsi "nasıl biliriz" sorusuna yeni koşullar getirdi. 

sonuçta anlaşıldı ki bilgi, mutlak bir fotoğraf değil; yöntem, dil, kurum, inanç ağı, çıkar ilişkisi ve tarihsel bağlam içinde yoğrulan dinamik bir örgüdür.

bu çift yönlü akışa baktığımızda, varlık dediğimiz olgunun içini aslında kavramsal kalıplarla doldurduğumuzu fark ederiz. 

şimdi masa örneğini genişletelim; doktor, politikacı, yasa, suç, ilaç, piyasa, para, kâr, büyüme, ilerleme, hastalık, tedavi, ulus, aile, okul, sınav, endüstri, teknoloji, devlet, kurum, sendika, hatta bilim ve din bile, doğal olarak "orada özü itibari ile var" değil, dilin, ritüelin, örgütün ve pratiğin iç içe geçmiş işlemleriyle ayakta durur. 

onları "orada" imiş gibi gösteren, kolektif inanç ve tekrarın sağladığı görünmez zemin, yani toplumsal kabullerdir. 

john searle'in ifadesiyle bunlar "kurumsal olgular"dır; dikdörtgen bir kağıda "para" değeri yükler, metin yığınını "anayasa" diye kutsar, beyaz önlüklü kişiyi "doktor" ilan eder, belli jest ve slogan dizilerini "siyaset" diye meşrulaştırırız. 

bu tanımlamaların değeri tamamen toplumsal uzlaşı, eğitim sistemleri, ikna, dayatma ve alışkanlık bileşiminden kaynaklanır. başka bir denklemde, aynı maddi şeyler bambaşka ad ve işlevler kazanabilir; dolayısıyla onların "varlığı" sabit değil, insanın onlara çizdiği çerçeveye bağımlıdır.

bu noktada epistemoloji devreye girer ve sorar; bu kavramsal çerçeveyi nereden ve nasıl benimsedik? 

yanıt genellikle eğitim, medya, aile, devlet, dini cemaat, akademi, reklam, popüler kültür, genel kanılar gibi ideolojik makinelerin ördüğü anlatıdan gelir. 

anlatının sürekliliği, bireyin zihninde "doğal" izlenim yaratır; oysa kant'ın kategorileri gibi transendantal değil, bayağı tarihsel bir koşullanmadır. 

husserl'in önerdiği fenomenolojik epokhe –yani askıya alma– hamlesi tam da burada işe yarar; kavramı, onun "kendinde şey" olduğunu varsaymadan, bilinçte nasıl belirdiğini çözümlemek. 

böylece "siyasetçi" kavramı gözümüzün önünde çözülür; bu kavram belirli bir retorik repertuara, kurumsal konumlandırmaya, sembolik güce ve medya görünürlüğüne sahip kişiye yüklenmiş bir etikettir. 

etiketi kaldırdığımızda geriye strateji, çıkar arayışı, ikna tekniği, duygusal manipülasyon kalır ama "siyasetçi" varlık olarak buharlaşır.

aynı çözümleme tekniğini öbür kavramlara da uygulanabilir... 

"hukuk", soyut adalet ideali değil, metin bürokrasisi, güçler dengesi, normatif dil oyunudur. 

"dinler", aşkın hakikat taşıyıcısından ziyade ritüel, öğreti, topluluk kimliği örgüsüdür. 

"bilim", salt nesnel buluşlar toplamı olmaktan öte, fon yapıları, hakem ağları, yayın siyaseti ve paradigma mücadelesi içinde şekillenir. 

"eğitim", özgürleştirici bilgi aktarımını değil, ekonomik ve siyasal ihtiyaçlara göre dizilmiş davranış şablonlarını sürdüren bir aygıttır.

"sağlık", yaşam kalitesini koruma amacını aşan devasa bir endüstriyle iç içedir. 

"tarih", olmuş bitmiş gerçeğin kaydı değil, seçilmiş verilerin ideolojik düzenlenişidir. 

"sanayi" ve "endüstri" ilerleme mitinin motoru olarak toplumsal hiyerarşi ve çevresel yıkımı meşrulaştırır (insanları da yarı köle haline getirir). 

tek tek baktığımızda hepsi somut yararlar sağlasa da, ontolojik meşruiyetlerini yalnızca kolektif inançtan alırlar.

(dahası gelinen günde, hepsi siyasete bağımlı yani siyasal aparatlar haline gelmiştir.)

söz konusu inanç ağını zihin düzeyinde gevşetmenin yolu, kavramı belirliyor gibi görünen zorunluluk bağlarını sorgulamak ve nihayetinde dilsel-kültürel sözleşmeyi fesh etmeyi deneyimlemektir. 

bu, dünyayla ilişkimizde boşluk yaratır; siyasetçi figürü görünmez olur, çünkü onu tanımlayan rol dizisine kulak tıkamışızdır. 

"suç" kategorisi erir, çünkü yasa dediğimiz metinler otoritesini kaybetmiştir. (zaten yasa güçsüzler söz konusu olduğunda aktiftir. dünyanın hiç bir yerinde zenginler yasa karşısında hesap vermezler) 

"para"nın büyüsü dağılır, çünkü sembolik değeri karşılıklı kabulle sınırlıdır. (2000lerden bu yada nerdeyse tüm dünya devletlerinin dilediğinde para basıyor olması, paranın değerinin altın üzerinden değil siyasal olarak ölçüldüğünün açık kanıtıdır) 

"hastalık" tanımları esnekleşir, çünkü tıbbi nosyolojinin toplumsal uzlaşıyla örüldüğünü görürüz. (bkz pamdemi dönemi tedavi zırvası) 

kavramların çözülmesi, gündelik ihtiyaçları inkar etmek değildir ama ihtiyaçları karşılamanın tek yolunun mevcut kurumlar olduğunu sanma alışkanlığını kırar.

felsefi düzlemde bu hamle, spinoza'nın "töz"üne dönmek değil, heidegger'in vurguladığı "var-olanı unutturan varlık anlayışı"nı açığa çıkarmak demektir. 

yani şeyleri isimlerin, rollerin, işlevlerin gölgesinden sıyırıp yalın var-oluşa, çıplak mevcudiyete tanıklık... 

böyle bir bakış, simone weil'in dediği gibi" düşüncenin dehaya değil, dikkat eylemine bağlı" olduğunu hatırlatır. 

dikkat kesilen bilinç, dilin otomatizmini askıya alma gücü bulur; böylece politik slogana, dini dogmaya, bilimsel jargona, hukuki argümente, ekonomik terime otomatik tepki vermek yerine her birini fenomenolojik sezgiyle yeniden tartma olanağı kazanır.

bu yeniden tartma hamlesi sonunda karşımıza iki seçenek çıkar; ya eski kavramları eleştirel farkındalıkla ama pragmatik sebeplerle sınırlı ölçüde kullanmak, yahut tamamen bırakıp yepyeni ilişkiler ağı dokumak. 

birinci yol, wittgenstein'ın "merdiven" benzetmesindeki gibi, kavramları çıkmak için kullanıp sonra atmak; ikinci yol ise deleuze'ün "makinesiz arzu"suna yaklaşan radikal bir kopuş. 

her halükarda oyun (düşünce) alanı genişler, çünkü artık siyaset denen gösteriyi görüp zorunlu-kaçınılmaz sanmıyoruz, hukuk denen cetvelin kutsallığı söküldü, din denen otoritenin dışındaki aşkın deneyime de kapı açıldı, bilim denen tekil (aslında tarih boyunca yeniden şekillendiği gibi yine yeniden şekillenecek) hakikatin yanına öteki bilme kipleri dizildi, endüstrinin ilerleme anlatısının alternatifi belirdi.

bu çözümleme bir nihilizm çağrısı felan değil; gelinen günde kabul gören varlık zemini silindiğinde geriye absürt bir boşluk değil, sınırsız kurgulama yeteneği kalır. 

ontoloji bize hangi temel taşları seçebileceğimizi, epistemoloji bu seçimin nasıl meşrulaştırılacağını hatırlatır. 

mevcut kavramların mevcut anlamlarına bağlı varoluş yerine, kavramları bilinçli seçime tabi tutan akışkan (özgür) bir varoluş kurmak mümkündür. 

böylece insan, kendini önce dil, ardından kurum, sonra da alışkanlık tortularının inşasından arındırıp belki de ilk kez gerçekten sorumluluk alır; çünkü artık anlamın kaynağı dışsal bir otorite değil, kendi farkındalığının açıklığıdır. 

farkındalığın açıklığı ise her yeni anda, her yeni ilişkiyle birlikte varlığı ve bilgiyi yeniden tartmayı olanaklı kılar. 

sanıyorum konuyu yapay zeka bağlamında açmak konuyu daha anlaşılır kılacaktır.

yapay zeka yüzyılına girerken insan merkezli ontoloji, yani varlığın insana görünür haliyle tanımlanması, yerini çoğul bir gözlem rejimine bırakıyor. 

şimdi ilk kez tarihsel olarak tek bir bakış noktasına – insan bilincine – dayanmayan bir anlam üretim makinesine sahib insanlık. 

makine öğrenen sistem, verinin içkin düzenini insandan bağımsız ilişkilendirebildiği ölçüde hem gözlemciyi çoğaltıyor hem de gözlemlenen nesneyi yeniden biçimlendiriyor; böylece "varlık" denileni kuran koşullar doğrudan algoritmik mantığa kayıyor. 

insanın verdiği adların yerini, ağ üstünde türeyen örüntü kümeleri ve parametrik vektör uzayları alıyor. bu durum, töz kavramını sabit nesnelerden akış halindeki veriye, varlığı da insan zihninin dışındaki hesaplama süreçlerine doğru esnetiyor; ontoloji artık tekil bir dünya resmi değil, veri akışlarına göre güncellenen bir senkronizasyon haritası haline geliyor.

epistemoloji cephesinde ise bilgi, öznenin hakikatle teması olmaktan ziyade, özneler-makineler ağında sürekli dolaşıma sokulan modellerin karşılaştırılması biçimini alıyor. 

çıktıları doğruluğu kanıtlanmış önermeler yerine olasılık dağılımları, güven skorları ve görmedik veriler üzerinde de genelleşme kabiliyetiyle ölçülüyor. dolayısıyla "biliyorum" demek, bir ifadenin sabit doğruluğundan çok, akışkan parametre kümesinin belirli bağlamlarda tutarlı performans göstermesi anlamına geliyor. 

kuramsal çerçeveyi düşünürsek, yapay zeka destekli bilgi üretimi clark-chalmers'ın uzatılmış zihin tezini radikalleştiriyor; zihin artık yalnızca kitap-defter-kalem gibi pasif uzantılarda değil, kendisi de yeniden yazılabilir, uyarlanabilir ve yanıt üreten bir bilişsel ortakta işliyor. bu ortak, kurallarını her gün yeniden öğrenerek, epistemik otoriteyi bölüştürüyor. 

akademik literatür bunu "epistemik dış kaynak" olarak adlandırıyor ve doğruluk kavramının mühendislik çıktısı haline geldiğini vurguluyor. 

ontolojik-epistemolojik dönüşümün en görünür sahnesi emek piyasası. büyük dil modelleri kod yazma, veri ya da sözleşme analizi, temel muhasebe ve pazar araştırması gibi soyut işlemleri dakikalar içinde gerçekleştirebildiği için şirketler işe alımları ya kısıyor ya da "ai yapamazsa insan al" kuralına bağlıyor; revelio labs verisine göre, yüksek yapay zeka maruziyetli pozisyonların ilanı son üç yılda yüzde on dokuz geriledi. 

dünya ekonomik forum'un 2025 raporu aynı anda doksan iki milyon rolün ortadan kalkıp, yetmiş sekiz milyon yeni rolün doğacağını öngörüyor. 

yani meslek adları bile artık geçici değişkenler gibi davranıyor. başka bir deyişle "doktor", "çağrı merkezi çalışanı" ya da "hukuk müşaviri" sabit nitelik kümesi olmaktan çıkıp, algoritmik sisteme eklemlenmiş görev dizilerinin dinamik bileşenleri olmak üzere... 

forbes'in derlediği mckinsey projeksiyonunda 2030'a dek mevcut işlerin yüzde otuzunun tam otomasyona, yüzde altmışının da ağır biçimde dönüşüme uğrayacağı öngörüsü bu değişimi pekiştiriyor. 

bu kopuş kavramların çözülme sürecini hızlandırıyor. 

"siyasetçi" artık miting kürsüsündeki kişiden çok, kitle duygusunu veri madenciliğiyle inceleyip hedefli mesaj akışı tasarlayan platform mimarına dönüşecek.

"gazeteci" otomatik haber ajanslarının dağıttığı taslakları denetleyen doğruluk editörüne, "öğretmen" kişiselleştirilmiş öğrenme yollarını yöneten öğrenme mimarına evriliyor. 

aynı anda yeni adlar-tanımlar doğuyor; model denetçisi, etik promt mühendisi, veri tedarik diplomatı, ontoloji tasarım moderatörü, duygusal sentetik rehber... 

ontoloji mühendisliğinin kendisi de artık einstein-bohr tartışmasındaki "dil kataloğu" ölçüsünde kritik bir alan; devasa parametre uzaylarının tutarlı sorgulanabilmesi için makine-anlaşılır üst katman ontolojiler geliştiriliyor; keet ve mishchenko gibi araştırmacılar, "llm'ler tek başına güvenilir bilgi tabanı değildir, sağlam ontolojilerle bütünlenmelidir" uyarısını yineliyor... 

bu tablo, insan varoluşunu yalnızca teknolojik baskıya değil anlam ölçeğinin genişlemesine de maruz bırakıyor. 

axios'un yakın tarihli röportajında, büyük model geliştiricileri giriş seviyesindeki beyaz yakalı işlerin yarısının kısa vadede yok olabileceğini ve işsizliğin yüzde yirmiyi görebileceğini söylüyor. ama aynı süreçte "iş" kavramı da kendi iç tutarlılığını kaybediyor; çünkü üretim-tüketim döngüsünde emeğin yerini algoritmik ajans doldurdukça, ücret karşılığı zaman satma fikri anlamsızlaşıyor. 

böylece homo faber'in merkezi rolü çözülüyor; iş tanımı kadar, tatil, emeklilik, hafta sonu gibi zaman kategorileri bile yeniden yazılıyor.

ontolojik zemin kaydıkça epistemik yetki de el değiştiriyor. mit sloan yönetim incelemesi, şirketlerin rekabet üstünlüğünü artık fiziksel varlık veya finansal sermayeden çok, model mimarisini besleyebilecek ontolojik-epistemik esneklikte aradığını belirtiyor; sınır, doğru-yanlış ikiliğinden optimizasyon-güvenilirlik diyalektiğine kayıyor. 

bu yüzden kavramların çözülmesi fatalist bir tahrip değil; yeni dikkat rejimleri, yeni sorumluluk biçimleri ve yeni "doğru" tanımları için boşluk açıyor. 

bir model güven skoruyla konuşurken bile hâlâ sorabiliriz; bu skorun arkasındaki veri kümesi neyi görünür kılıyor, neyi dışarda bırakıyor? hangi sesleri, hangi bedenleri, hangi duyuları sayısallaştırılabilir kılıyor; hangilerini karartıyor?

o halde yapay zeka çağında ontoloji, sabit adlar yerine akışkan ilinti matrislerine, epistemoloji mutlak kanıt yerine şeffaf parametre politikasına dönüşmek zorunda. 

insan, kavramlara sonradan yüklenmiş anlamlara körlemesine tutunmak yerine kavramların gerçek anlamlarına temas etme kudretini izleme sorumluluğunu üstlenirse, varlık ve bilgi yeniden insan-makine ortaklığının bilinçli tasarımı haline gelebilir. 

aksi halde, kavramlar algoritmanın hızında bize rağmen yeniden kurulacak ve biz ancak sonuçlara "katlanmak" zorunda kalacağız (her zaman olduğu gibi). 

özgürleşme ancak kavramların gerçek anlamlarına temas etmek ve doğru kavramlarla düşünmek - yaşamakla mümkün; çünkü anlam, hangi çağda olursa olsun yaşamı ve anlamı mümkün kılan en temel parametredir. 

anlamı yoksa bu yaşama katlanmak neden? 

1 Haziran 2025 Pazar

düşünme potansiyeli dolayımında ilke ve yasa...

düşüncenin nesnesi kişiler, öznel anılar ya da övgü-yergi yüklü yargılar olduğunda, zihin kaçınılmaz olarak bir patikaya sapar; duygusal boşalım ve çıkar hesabı. 

duygusal boşalım dedikoduya, çıkar hesabı ise öznel ve basit hesaplamaya karşılık gelir. 

her ikisi de bilinci canlı tutan soyutlama becerisini yok eder; çünkü dedikodu (ahmet, mehmet, ayşe, fatma hakkında konuşmak) anlık haz verir, hesaplama ise araçsal bir sonucun peşine takar - sürükler insanı.

oysa düşünme, araçsal olmaktan uzaklaştığında, kendi üzerine dönen bir bilişsel faaliyete dönüşür. 

burada düşüncenin nesnesi artık bir kişi (ya da kişiler) değil, bir kavram ya da ilke olur; hatta çoğu zaman doğrudan düşünme eyleminin kendisi masaya yatırılır.

insan düşünürken önce kendi kavram dağarcığını yoklar. kavramların içsel tutarlığını, sınırlarını, birbirleriyle olan zorunlu veya raslantısal bağlantılarını tartar. 

bu noktada hata kaçınılmazdır; çünkü kavramlar gündelik dilde rahatça kayar. fakat tam da bu hataları görmek, onları ayıklamak ve yerine daha tutarlı kavramsal örgüler kurmak düşünmenin ayırt edici niteliğidir. 

bu faaliyet sırasında zihin üzerine inşa olduğu dili yeniden dizayn eder; tutarsızlıklar ayıklandıkça sözler daha ilkeli, daha saydam bir yapıya kavuşur.

hesaplama ve hesaplaşma ise düşünmeye dışsal ölçütler dayatır. biri rakamların soğuk kesinliğine, diğeri hıncın ya da takdirin ılık baskısına teslim olur. 

hesaplama, çözümün doğruluğunu arar ama anlamını sorgulamaz; hesaplaşma, haklı çıkmayı arar ama hakikati umursamaz. 

düşünme ise doğruluğun yanı sıra anlamı, hakikatin yanı sıra tutarlılığı da gözetir. bu yüzden felsefi geleneklerde düşünme, logos kavramıyla özdeşleşmiştir; logos yalnızca söz değil, aynı zamanda oran, ilke, düzen demektir.


düşüncenin bu kendine dönük niteliği onu bilinç inşasının temel aracına çevirir. kişi düşünürken sadece dış dünyaya (dahası insanlara) dair hükümler vermez; aynı zamanda bilincini hangi ilkelerle kullanacağına karar verir. 

buradaki her düzeltme, düşünürün bilincini yeniden inşa eden bir tuğla gibidir. zamanla kişi, dedikoduya sarf edeceği enerjiyi kavramların iç bağlantılarını çözmeye, övgü-yergi uğruna harcayacağı dikkati bir ilkenin zorunluluğunu ve  zorunlu sonuçlarını izlemeye yönlendirir.

toplumsal örüntülerin ezici çoğunluğu bu içe dönük gayreti teşvik etmez; çünkü duygusal boşalım ve araçsal hesaplar hem hızlı ödül sunar hem de kalabalıkları kolay bir arada tutar. 

bu yüzden insan türünün büyük bölümü, düşünme potansiyeline sahip olduğu halde onu sistemli bir alışkanlığa dönüştüremez. 

düşünmenin zahmeti, kısa vadede sosyal sermaye getirmez; oysa dedikodu ve ortak hesaplar kabile bağlarını pekiştirir.

buna karşın bilinçli düşünür, kendi düşünme süreçlerini gözlemleyip kendi hataları ifşa ettikçe, onlardan arınma fırsatı yakalar. 

tutarsızlığın farkına varmak bile zihnin yapısını değiştirir; çünkü fark edilen çelişki artık taşınamaz hale gelir ve düşünüre kendini düzeltme olanağı yaratır. 

böylece düşünme, giderek özsel ve düşünsel bir temizlik işine dönüşür. kişi yalnızca ne düşündüğünü değil, nasıl düşündüğünü de dönüştürür.

sonuçta dedikodu ve hesaplama, zihni dar bir çevrimde dolandıran, kolay ulaşılır ama sığ iki alışkanlıktır. 

düşünme ise bilinç inşa etmek isteyen kimse için zor, yavaş ve kimi zaman yalnızlığa mahkum bir yolculuktur. yine de bu yolculukta atılan her adım, insanı kendi sözünün üstadı kılar; çünkü sözü artık başkalarının gölgesinde gezmez, kendi iç tutarlığından doğar. düşüncenin nesnesini kişilerden kavramlara, hesaplardan ilkelere, anlık duygulardan zamana direnen yapısal-düşünsel sorunlara kaydırmak, insanı zihinsel bir rastlantıdan bilinçli bir varlığa terfi ettiren başlıca eylemdir.

dilimizde, kullanım şeklinde bakıldığında resmen düşünmeye ihanet içeren namus diye bir kavram var. 

namus sözcüğünün kökeni nomostur. eski yunancada νόμος, düzenleyen ilke, yasa, alışkanlık anlamlarını taşır; aramice-süryanice nūmūs üzerinden arapçaya nāmūs biçiminde geçmiş ve orada da "yasa, ilahi buyruk, ahlak kuralı" manasını korumuş. türkçedeki namus da bu arapça biçimden gelir. bkz; nişanyan sözlük, wikipeida... 

klasik yunan düşüncesinde nomos, physisin karşısında yer alır; doğada kendiliğinden işleyen zorunluluklara karşılık, insanların koyduğu ama yine de evrensel ölçü sayılan kurallar bütünüdür. 

sofistlerden itibaren "yasayı kim koyar, neye dayanır" tartışması felsefenin merkezindeydi. platon’un devlet diyaloğunda logos-ratio ile nomos-yasa bir arada anılır çünkü aklın bulduğu düzen ilkesi, yazıya döküldüğünde nomos adını alır. bkz; encyclopedia britannica 3...

müslüman geleneğinde nāmūs kelimesi hem "ilahi vahiy düzeni" hem de "töre" karşılığı kullanılmış. hatta bazı rivayetlerde cebrail'e "namus-i ekber" denmesi, yasayı bildiren melek kavramından gelir. 

ancak osmanlı türkçesinde namus, tedricen "kişisel vakar, iffet, haysiyet" anlamına daralmış. 

kavramın on dokuzuncu yüzyıldan itibaren kadının cinsel bütünlüğüne indirgenmesi, ataerkil tahakkümün dili nasıl yozlaştırdığının en bariz belirlenimlerinden biridir. 

at-avrat-silah üçlemesinde "avrat" kavramıyla yan yana anılması da bu daralmayı hızlandırmış olmalı; namus artık evrensel yasa değil, aile şerefini koruyan duygusal barikat haline gelmiş. 

böylece kavram, soyut ilkeden somut bedene taşınmış. yasa anlamı gözden düşmüş, çünkü namus dile geldiğinde hukukun değil gururun, kamusal düzenin değil kişisel öfkenin tetikleyicisi olmuş. 

nihayetinde toplumsal bilinç, "yasa" yı devletin bir aparatı sanarken, "namus" u da aile içi duygusal mülkiyet gibi algıladı. 

sonuçta insan bilinci toplumsal düzeyde kendi içine çöktü ve hem soyut hukuk hem de ilkelerin anlamı ve değeri yok oldu; insanlar yasaları düşünmek yerine, kendilerine ait küçük namus alanlarını korumaya yöneldi. 

kavramın daralması, düşünme faaliyetini de yok etti; insanlar ilke ve yasa üzerine akıl yürütmektense, duygusal herhangibir bir kırmızı çizgiye tutunmakla yetinir hale geldi. 

oysa düşünebilen bir insan için yasa kavramı cebir kadar temel bir aparattır. cebirde işlem ne kadar tutarlı yapılmak zorundaysa, düşüncede de yasa ilkesi aynı zorunluluğu barındırır. 

başkalarının yasaya inancı kalmamış olsa bile (bu aslında zihinsel bir problemdir) düşünebilen kişi kendi logos-nomos çerçevesini ihmal etmez; aksi halde tutarlılık imkansızlaşır.

dolayısıyla kavramı kökenindeki geniş anlamına iade etmek, yalnız hukuk kültürünü değil düşünme disiplinini ve tutarlılığını mümkün kılar. 

namusu bir bedensel ya da ailevi dokunulmazlıkla sınırlamayıp, nomosun anlam evrenine—yani ortak aklın kurduğu ilke düzenine—geri taşıdığımızda, yasanın değeri yeniden görünür olur. 

bu dönüşüm, dedikodu ve hesaplaşmanın kısa vadeli coşkusuna karşı düşüncenin uzun vadeli tutarlılığına yer açar; çünkü anlamı üzerine düşünüldüğünde namus, düşünsel evrensel yasaya sadakatidir, başkalarının adına bedenine ya da yapıp - yapamadıklarına değil.

yeryüzünde o'na değer veren kimse (düşünen insan) kalmamış olsa dahi, yasa ve ilke özü itibari ile değerlidir.

çünkü yasa ve ilke kavramlarını ilk olarak doğada görürüz. kurtlar kuşlar böcekler yağmur rüzgar mevsimler ve hatta tüm doğa olayları ilke ve yasalara bağlı işler.

yani yaşamı mümkün kılan doğanın, yaşamı mümkün kılması bağlı olduğu yasa ve ilkeler dolayısı iledir. 

o halde insanın yasa ve ilke üzerine düşünmemesi ve dolayısı ile sadakatinin olmaması; insanın zihinsel bir problemi olduğunu resmeder...

toplumlara bakıldığında hep yapılanın, kişisel ya da kurumsal hesaplaşmalar bağlamında dedikodu yapmak olduğu görülür... 

yeniden düşünme üzerine düşünce denemesi...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak -...