düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak - gündem etmek demek değildir.
yapılageldiği gibi diyorum, çünkü; yapılan ahmet, mehmet, ayşe, fatma hakkında kopnuşmak, yaramaz çocuklar hakkında konuşmak, hatta onları eleştirmek, erdoğan ya da kılıçtaroğlu hakkında konuşmak ya da onları eleştirmek, bir olay hakkında konuşmak hatta olayı çözümlemek, siyaset - gündem hatta değişen dünya hakkında konuşmak... bunlar yapılıyor ve yapılan faaliyete düşünmek deniyor. peki ama değişen ne? var mı değişen - dönüşen bir şey?
bu tarz zihinsel faaliyetlerin büyük bir kısmı düşünmek değil, yalnızca düşünüyormuş gibi yapmaktır. çünkü düşünmek, özü itibariyle düşünen kişiyi dönüştüren bir eylemdir.
düşüneni dönüştürmeyen bir etkinliğe düşünme demek, en hafif tabirle bu kavramı itibarsızlaştırmak olur. gerçek anlamıyla düşünmek, insanın kendine yani kendi iç dünyasına yönelmesi, içsel çelişkileriyle yüzleşmesi ve bu yüzleşmenin sonucunda yeni bir varoluş düzeyine geçiş yapmasıdır. eğer böyle bir dönüşüm yoksa, orada düşünme değil, sadece zihinsel meşguliyet vardır (aslında bu eylem zihinsel bir faaliyet dahi değildir. meşguliyet kavramı ile işgal kavramı aynı kökten türer. yani işgal edilmiş bir bilincin çıktısıdır bu tip davranışlar).
düşünme, temelde bir problemle karşılaşmanın sonunda ortaya çıkar. bu problem bazen soyut bir sorudur; örneğin "insan nedir?" gibi, bazen de somut bir toplumsal çatışmadır; "bunlar neden oluyor ya da benim başıma geliyor?" gibi...
ancak problem ne olursa olsun, düşünmenin hedefi onu çözümlemek ya da çözmek, en azından anlamaya çalışmaktır. fakat burada önemli bir ayrım belirir; düşünmenin nesnesi dış dünyadaki insanlar ya da onların davranışları olduğunda, bu etkinlik çoğu zaman düşünce olmaktan çıkar. çünkü başkalarının hataları ya da başarıları üzerine konuşmak, kişiyi dönüştürmez.
dönüştürmeyen bir eylem ya da söylem düşünce olamaz. insanlar başkalarının yanlışlarını tartışarak, onları eleştirerek, yargılayarak kendilerini geliştirdiklerini sanırlar ama bu, bir yanılsamadır. dış dünyaya yönelmiş bu tür eleştirel tepkiler, çoğunlukla kişinin kendi içsel sorunlarını görmemek için kullandığı savunma mekanizmalarıdır. bir bakıma bu davranışlar, kişinin kendinden kaçma biçimidir.
bunun en bariz belirlenimi dedikodu yapmaktır. nesnesi kim olursa olsun, ortamda olmayan yani kendini savunması mümkün olmayan birisi hakkında konuşmak en temelde konforludur (dilediğiniz kadar atıp tutabilirsiniz), nihayi noktada ise zaman kaybıdır; kimse dönüşmez.
madem zaman sahib olduğumuz en değerli imkan; o halde zaman kaybına tahammülümüzün olmaması gereklidir.
insanın gerçek anlamda dönüşebilmesi için, düşünmenin yönü dışarıdan içeriye dönmelidir. yani kişi, kendi hataları ve çelişkileri üzerine düşünmeli, kendi tutarsızlıklarını analiz etmeli, kavramlarla uğraşmalı, yaşamın anlamı, dilin sınırları, özgürlüğün imkanı gibi temel meseleler üzerine yoğunlaşmalıdır. bu tarz düşünme faaliyetleri, kişiyi hem duygusal hem zihinsel düzlemde zorlar ve bir yeniden yapılanma - dönüşüm sürecine sokar...
düşünen, bu süreçte ya kendi çelişki ve tutarsızlıklarını redederek düşünmekten vazgeçer (bu durumda genelde savunma yapılır; "bunu yaptım ama şundan yaptım" gibi) ya da çelişki ve tutarsızlıklarını terk ederek kendini dönüştürür.
başka bir deyişle, düşünce bir sınavdır. bu sınavı geçen kişi dönüşür, geçemeyen ise inkarla savunma üretir. dolayısıyla düşünen, düşüncesinin nesnesi kendisi olduğu sürece hakikate, dönüşüme ve gelişime yaklaşır.
bu noktada bir başka önemli mesele ortaya çıkar; hiç kimse, bir başkasını düşünce yoluyla dönüştüremez. sözlerin gücü, yalnızca içsel bir hazırlık (özsel bir eğitim) varsa belirli bir yerde etkilidir. insanlar ancak kendi iradeleriyle dönüşebilirler. kimse kimseyi dönüştüremez. hatta çoğu zaman insanlar, kendi çocuklarını bile sözle değiştiremez. değişim ancak içsel bir idrakle, bir farkındalıkla ve iradi bir kararla mümkün olur. bu nedenle bir düşünür, düşündüğü şeyin etkisini başkasına kanıtlamak için değil, kendisini inşa etmek için düşünmelidir. hakiki düşünce, savunma ya da gösteri değil, içsel inşadır. başkasını dönüştürmek çoğunlukla bir arzudur; ama kendini dönüştürmek bir gerekliliktir.
düşünmenin niteliğini belirleyen bir diğer unsur da nesnelliğidir. yani düşünce, duygulardan arındırılmış olmalıdır. eğer bir olguya - konuya ya da birine karşı öfke duyuluyorsa ya da aşırı sevgi besleniyorsa, bu duygular düşünceyi manipüle eder. sevdiğimize pozitif ayrımcılık yaparız kaçınılmaz olarak, öfke duyduğumuz kişilere karşı yargılayıcı ve dışlayıcı oluruz (insan bundan kaçınamaz).
bu durumda düşünme değil, savunma ya da saldırı gerçekleşir. oysa düşünme, ancak nesnel olduğunda sahici olabilir. nesnel düşünme, duyguya kapılmaksızın nesnesine yönelir ve sadece gerçeği arar. düşünmenin bu nesnellik şartı, onu kanaatten, yorumdan ya da dedikodudan ayıran temel farktır. kanaatler, kişinin duygusal yatırımlarıdır; düşünce ise duygudan bağımsız olarak gerçekliği sorgulama çabasıdır.
magazin, dedikodu, gündelik olaylar hakkında konuşmak ya da ideolojik tekrarlar yapmak; bunların hiçbiri düşünme değildir. çünkü düşüneni dönüştürmez, düşünenin kendisini merkeze almaz, dışa yöneliktir ve çoğu zaman duygusal temellidir. bu tür etkinlikler, düşünce süsü verilmiş kaçışlardır.
başkaları hakkında konuşmak, dışa yönelik konforlu bir faaliyettir. düşünmek ise tam tersine, içeriden yapılan bir müdahaledir. kişi, kendi bilinç katmanlarını açar, kendi önyargılarını sorgular, kendi korkularını ve zaaflarını tanır. bu süreç dedikodu yapmak gibi konforlu değildir ama dönüşüm ancak bu rahatsız edici karşılaşmalardan sonra gerçekleşir.
bu bağlamda düşünmek, yalnızca bir şey hakkında düşünmek değil, düşünmenin kendisi hakkında da düşünmektir. yani düşünce üzerine düşünce, bir üst düzey bilinç gerektirir. insan düşünmenin ne olduğunu, ne olmadığını, hangi eylemlerin düşünme sanılarak aslında düşünmekten kaçma olduğunu fark ettiğinde, bu farkındalık bile bir dönüşüm başlatır. çünkü düşünmenin niteliğini anlamak, düşünmeyi daha sahici kılar. düşünen artık neyin dekorasyon, neyin inşa olduğunu ayırt edebilir hale gelir.
bütün bu çözümlemelerle birlikte söyleyebiliriz ki; düşünmek, dışa dönük bir yargılama ya da içeriksiz bir konuşma değil; içe dönük bir yapılandırma, kavramsal bir karşılaşma ve varoluşsal bir dönüşümdür.
düşünce, yalnızca düşüneni merkeze alır. onun alışkanlıklarını, değer yargılarını, önyargılarını, dilini, duygularını ve kararlarını sorgular. bu sorgulama bir çatışmayı doğurur ve her çatışma bir eşiğe götürür; ya inkar, ya dönüşüm... bu eşiği geçen düşünür dönüşür; geçemeyen ise tekrara düşer.
o halde düşünmek, kendilikle yapılan en derin inşa faaliyetidir. düşüneni dönüştürmeyen hiçbir zihinsel etkinlik düşünce değildir. düşünce, ancak kendini dönüştürebilen kişi için gerçektir. diğer her şey, düşünme süsü verilmiş birer kaçıştır. düşünce, kendi iç yapısını yeniden kurabilen için anlamlıdır; başkaları hakkında konuşan ama kendini tanımayan içinse boş bir uğraştır. düşünmek, en derin sorumluluktur; önce kendine, sonra hayata karşı. ve bu sorumluluğun farkında olan kişi, artık yalnızca düşünen değil, kendini yeniden kuran (yaratan) bir bilinçtir.
insan, doğduğu andan itibaren yalnızca bir aileye ya da millete değil, aynı zamanda belirli bir düşünme biçimine, bir dil yapısına, bir algı sistemine ve hepsinden önemlisi de bir "kendinden emin olma" kültürünün içine doğar. içine doğduğu toplum, bireye daha düşünmeye başlamadan önce cevaplar sunar.
öyle ki, neredeyse herkesin her konuda bir fikri, her soruya bir cevabı vardır. ve daha da çarpıcısı, herkes soruların cevaplarının doğruluğundan emindir. hiç kimse "acaba yanılıyor olabilir miyim?", "bu düşünce gerçekten bana mı ait, yoksa ezberlediğim bir tekrar mı?", "şu an konuştuğum şeyi gerçekten anladım mı, yoksa sadece ezbere bir takım kavramları mı sıralıyorum?" gibi soruları kendine sormaz. sormak da istemez. çünkü bu sorular rahatsız edicidir; konforu bozar, kişiyi kendisiyle yüzleştirir.
içine doğduğumuz bu "kanaat ve savunma toplumu" bireye sorgulamayı değil, benimsemeyi öğretir. deneyim, gözlem, gelenek, aidiyet ve duygu birleşir ve sorgulanmadan kabul edilmiş bir bütün oluşturur. bu bütün, kişiye kimlik gibi sunulur ve öylece benimsenir. öyle ki insanlar inandıkları dine, savundukları ideolojiye ya da ait oldukları gruba yalnızca bağlı değil, bağımlıdırlar. çünkü bu yapılar sayesinde dünyayı anlamlandırırlar. bu yapıların sorgulanması, yalnızca bir düşüncenin değil, bütün bir varoluş kurgusunun sarsılması demektir.
bu yüzden çoğu insan düşünmez; çünkü düşünmenin doğuracağı sarsıntıdan korkar. ve bu yüzden düşünerek değil, tam tersine, düşünüyormuş gibi yaparak yaşar.
fikri vardır ama fikrini nereden aldığını bilmez. gözlemi vardır ama gözleminin sınırlarını hiç sorgulamaz. konuşur ama söylediği şeyin neye dayandığını bilmeden konuşur. çünkü düşünme ile düşünüyormuş gibi yapma arasındaki fark, çoğu zaman görünmezdir.
oysa hakiki düşünme, yalnızca "bir şey hakkında düşünmek" değildir. düşünmek, önce düşünmenin kendisi hakkında düşünmektir. yani yalnızca nesnesine değil, kendi öznel pozisyonuna da yönelmiş bir bilinç gereklidir. düşünmek, "ben şu anda bu düşünceyi neden böyle kuruyorum?" sorusuyla başlar.
bu soru, kişinin yalnızca bilgisine değil, bilincine de yönelmesidir. çünkü bilgi, sadece içerik değil; aynı zamanda bir yönelim, bir niyet, bir arka planla birlikte var olur. düşünmek, bu arka planı tartışmadan ortaya çıkaramaz. bu nedenle düşünmek, yalnızca zihinsel bir işlem değil, etik bir sorumluluktur da.
deneyim ve gözlem, düşünmenin araçlarından biri olabilir; ancak düşünmenin kendisi değildir. çünkü deneyim de gözlem de, kendi başlarına hakikati vermezler.
örneğin bir çocuk, bir nehrin kenarında her gün suya bir tahta parçası atıp onun yüzerek uzaklaştığını görsün. bunu hayatı boyunca tekrar etsin. gözlem ve deneyimi ona şunu söyleyecektir; "tahtalar suda yüzer"...
oysa çocuk, o tahtayı hiç bırakmadan takip edebilseydi, tahtanın bir süre sonra su emerek battığını görecekti. yani tahtalar, yalnızca suyu emene kadar yüzerler.
burada önemli olan, gözlemin kendisi değil; gözlemin ne zaman ve nasıl sınırlandığıdır. ama çocuk bunu bilmeden, gözlemini bir hakikate dönüştürür. bu, onun kanaati olur. o kanaate bir ömür tutunur. çünkü o kanaat, artık sadece bilgi değil, kimliğin parçasıdır. (kim bundan ne kadar kaçınabilir ki?)
işte burada, düşünmek ile kanaat arasında bir ayrım yapmalıyız; düşünmek, kanaatle yetinmeyen, kanaatin kökenini, geçerliliğini ve bağlamını sorgulayan eylemdir (kanaat, kanı, kanmak, kandırmak aynı kökten türer).
kanaat, çoğu zaman bir yargıdır ve yargı, düşüncenin sonlandırıldığı (artık düşünmekten vazgeçildiği) noktadır. insanlar "ben bunu yaşadım, demek ki doğrudur" derken aslında düşünmemektedir. çünkü düşünmek, yaşananın görünen kısmıyla değil arka planında ne varsa hepsiyle, hatta yaşanması mümkün olan tüm diğer olasıklıklarla ilgilenir (düşünme, düş kökünden türer).
düşünmek, yalnızca olmuş olanı değil, olması gerekeni, olabilecek olanı, henüz fark edilmemiş olanı da hesaba katar. bu da, düşüncenin deneyim ve gözlemden çok öte bir şey olduğu noktadır. düşünce, deneyimi ve gözlemi yadsımaz ama asla onlarla yetinmez.
kötü olduğunu varsaydığınız birini düşünün; örneğin netenyahu... siyasal amaçları uğruna kadınları, çocukları öldüren, hastahane-ibadethane bombalayan birisi nasıl iyi olabilir değil mi? peki netenyahu annesinden kötü mü doğdu? yoksa o bir dünyaya gözlerini açtı ve o dünya o'nu bu yönde şekillendirdi mi? bu dünyada kimler var peki? siz ve biz yok muyuz? biz bunun parçası değil miyiz? ne o kendinizi-kendimizi mi aklayacağız yine her zamanki gibi? bu basit olan değil mi? hem de konforlu... bu konforlu ama düşünmekten kaçış içeriyor ve zaman kaybı... netanyahu'yu istediğiniz kadar kötüleyin ya da yuhalayın ya da ölmesi için dua edin; hiç biri çözüm olmayacak...
hiç bir sorunu çözmeyen bir faaliyet ne anlam taşır?
duygular, aidiyet, korkular... tüm bunlar da benzer biçimde düşüncenin karşısına değil, onun içeriğine yerleştirilebilir şeylerdir. bir insanın çocuğuna duyduğu aidiyetin nesi hatalı olabilir? ya da korku, insanı tehlikeden koruyan bir refleksiyon değil midir? evet, hepsi doğrudur. mesele, bu öğelerin kendilerinde değil, onlara ne zaman, nasıl ve hangi bağlamda yer verdiğimizdedir.
duygularla düşünmek mümkün değildir ama duyguları tanıyarak, onlara bilinçle yer vererek düşünmek mümkündür. aidiyet, sevgi ve korku kötü ya da yanlış değildir; çözümlenmediğinde (dönüşüm gerçekleşmiyorsa yani), kör olduklarında ve düşünceye hükmettiklerinde yanıltıcı hale gelirler. düşünmek, bu duyguları bastırmak değil; onlarla birlikte farkındalık üretmek ve dönüşmektir.
düşünmenin ayırt edici niteliği tam da budur; hüküm vermek değil, anlamaktır düşünmek. anladığımız anda kaçınılmaz olarak bu anlam bize tesir eder (dönüşürüz).
bir şeyi anlamaya çalışmak, ona kendi diliyle konuşma hakkı tanımaktır. o şeyin ne olduğunu, nasıl işlediğini, neyle nasıl bağ kurduğunu çözümlemeye çalışmaktır. düşünmek, kendi sınırlarını da tanımaktır; "belki de yanılıyorumdur" cümlesini kurabilmektir. bu cümle, düşünmenin eşiğidir. çünkü şüphe, her şeyin başıdır. düşünmek, bu şüphenin içinde var olur. ve ancak burada gerçek dönüşüm başlar.
hakiki düşünme, hüküm koymaz, yrgılamaz; görmek - bilmek - tanımak ister... şeyleri oldukları gibi anlamaya çalışır. bu yüzden iyi-kötü, doğru-yanlış, değerli-değersiz gibi ikiliklerin ötesine geçer.
yasaya öyle değer verdim öyle değer verdim ki; insanların yasayı hiçe saydığını hatta onu aparat olarak kullandıklarını gördüğümde "yasaya olan inancımı yitirdim" demiştim. oysa yasa kime ne yaptı ki? hatta yasa ne yapabilir ki? her ne yapıyorsa insanlar yapıyor. yitireceksen insanlara olan inancını yitir ama insanlara inanmak ne demek? insan öngörülebilir bir canlı değil ki...
düşünmek, bir yargı faaliyeti değil; bir açıklık halidir. bu açıklıkta, insan neyin nasıl çalıştığını görür. bir duygu ne zaman engelleyici, ne zaman yönlendiricidir? bir aidiyet ne zaman bir bağ kurar, ne zaman bir perde olur? bir deneyim ne zaman öğreticidir, ne zaman yanıltıcı? düşünmek, bu soruları sormakla başlar.
ve belki de düşünmenin en sade ama en güçlü çıktısı şudur; "belki de yanılıyorumdur"...
bu cümleyi sahici biçimde kurabilen insan, düşünmeye başlamıştır. ve düşünmeye başlayan biri, yaşamaya da yeniden başlamış demektir. çünkü düşünmek, yaşamın en bilinçli ve en dürüst biçimidir.
evet, tam da burası düşüncenin nihai turnusolüdür; düşünen dönüşmek zorundadır. çünkü gerçek düşünce, yalnızca zihni değil, varoluşu etkiler. bir düşünce, kişide bir farkındalık, bir yön değişikliği, bir içsel kayma yaratmıyorsa; o yalnızca bilgi (aslında bilgi dahi değil malumat) yığılması ve bir tür zihinsel dekorasyondur. ama düşünce gerçekse, kişiyi yerinden oynatır. düşünce, sadece dışarıya yönelmiş bir yorum değil, içeriye dönük bir karşılaşmadır. ve her karşılaşma, kişide bir iz bırakır. iz bırakmayan düşünce, ya yüzeysel geçiştir ya da hiç içeri alınmamıştır.
insan eğer gerçekten öğreniyorsa, öğrendikleriyle değişir. çünkü öğrenmek sadece "daha fazlasını bilmek" değildir; bilinen şeyin bileni dönüştürmesidir.
düşünen kişi "ben dünkü ben değilim; bugün kendi üzerime yeni şeyler koydum ve benden bir şeyler çıkardım" diyebilen kişidir.
örneğin ben dün, yasanın hiçe sayıldığını gördüğümde "yasaya olan inancımı yitirdim" demiştim ya hani; oysa yasanın bir gereklilik - zorunluluk olduğu üzerine düşündüğümde, ettiğim sözün ne kadar saçma olduğunu fark ettim bugün. yasayı insanlar hiçe sayıyorlar; yani güveni yitiren insanlar. yasa ne yapmış olabilir ki; benim güvenimi yitirsin? hem yasa kendine güvenilen değil, kendisi ile var olunan- tavır geliştirilen ilkedir.
düşünecek ve dönüşeceğiz; hemde kesintisiz olarak. çünkü düşünmek, dönüşümü zorunlu kılar.
insan yıllarca aynı düşünce kalıplarında dönüp duruyorsa, orada artık düşünce değil, tekrar vardır. ve tekrar, değişime değil sabite - durağanlığa - donukluğa hizmet eder. sabitlik ise düşüncenin değil, inanç kalıplarının, dahası dogmanın işaretidir.
bu yüzden, bir insanda düşünsel dönüşüm yoksa, düşünce iddiası da sorgulanmalıdır. çünkü düşünen insan, en başta kendini sorgular. ve sorgulayan kendilik, durağan kalamaz; değişir, esner, derinleşir, genişler, dönüşür...
soru - sorgu, sadece başkalarına değil, kendimize de dönmelidir. düşünmekte olduğumuzu sanıyor ama halen aynı yargılarda, aynı alışkanlıklarda, aynı tepkilerde ısrar ediyorsak; bir şey eksik demektir. ya duygular düşüncenin önüne geçmiştir ya da alışkanlıklar düşünmeyi gölgelemektedir. düşünce, kendiliği dönüştürmediği sürece, bilinç de yerinde sayar. ve yerinde sayan bilinç, sadece bir önceki günün tekrarını yaşar; yeni bir gün değil...
dolayısıyla düşünce, ancak dönüştürüyorsa gerçektir. ve düşünür, ancak dönüşüyorsa düşünürdür.
gerisi ya alışkanlık, ya da zihin oyunudur. ama hakiki düşünce, düşüneni asla eski halinde bırakmaz. çünkü her gerçek düşünce, bir yeniden doğuştur.
bir düşünce deneyi ile konuya farklı ama insanı şok eden bir perspektiften bakmak mümkün;
bir adam eşi ile tartıştıktan sonra sabah evden çıkıp işe gitmiş olsun. ki bu, hangi evde yaşanmıyor ki... akşam eve dönen adam, eşini gördüğünde (muhtemelen) sabah evden çıkarken gördüğü kadınla karşılaştığını varsayar. oysa akşam eve geldiğinde karşısında gördüğü kadın, sabah yanından ayrıldığı kadın değildir. bu kadın; ya sabah olanları çözümlemiş ve "keşke şunu demeseydim, fazla ileri gittim" diyen kadındır, ya sabah işittiği sözlerin altında gün boyu ezilmiştir ve sabah olduğundan daha üzgündür, ya da gün boyu kendini haklı çıkarmak için kendini kurmuş ve sabah olduğundan daha öfkeli bir hale gelmiştir.
her halukarda akşam adamın gördüğü kadın sabah yanından ayrıldığı kadın değildir. ama nerdeyse hiç kimsenin aklına bu kaçınılmaz gerçek gelmez ve sabah yanından ayrıldığı kadının yanına gittiğini varsayar adamlar.
bu yüzden büyük çoğunluğu kör ve sağır olan insanlık, asla kendini yeniden inşa etmeyi denemez ve anlamsız şeylerle meşkul eder kendini.
iş yaşamında, siyasette, modern dünyanın heryerinde yaygın olan dedikodu; ahmakça bir davranıştır. çünkü; dekikodu yapan kendi dönüşümünü göz ardı etmekle kalmaz, muhtemelen hakkında konuştuğu kişi artık onun bildiği kişi değildir.
oysa düşünmek, bir düşünceyi düşünmenin nesnesi yapmaktır. özellikle de kendi düşüncelerimizi...
dünyadaki en radikal pozisyona sahip olmakla beraber, çelişki - yanılgı ve hatalarımızdan kurtulup daha güçlü ve daha özgür olmak ancak bu şekilde mümkündür. düşünsenize; sizinle an itibari ile birebir muhatap olmayan hiç kimse sizin hakkınızda olumlu ya da olumsuz doğru konuşamaz. konuşurlar bir şekilde ama sürekli düşünen ve dönüşen sizin hakkınızda konuşamazlar; sizin eskiden olduğunuz her hangibir durum hakkında konuşabilirler ancak.
çünkü düşünmeyi alışkanlık haline getiren siz, her yeni gün; eski sizi geride bırakmış olacaksınız... ve dedikoducular (dedikoducu dediğime bakmayın bu kişi eşiniz, öğretmeniniz ya da patronunuz dahi olabilir), şimdiki sizi değil eski sizi çekiştiriyor ve hakikate ihanet ediyor olacaklar.
bu insanlar için sadece dua edilebilir ama ne kadar işe yarar bilinmez. o halde, her gün tekrar tekrar düşünmek ve kendimizi dönüştürmeyi ilke edinmek zorundayız. belli mi olur, çözümlemelerimiz kendi içinde ya da realite ile çelişiyordur...