nsan zihni, geleceğe dair öngörüler üretme yetisiyle donatılmıştır. bu yeti, hayatta kalmak ve belki bir şeyler başarmak için bir avantaj gibi görünse de, beraberinde çeşitli duygusal yükleri de getirir.
insan sadece şimdi ile sınırlı bir varlık değildir. geçmişe takılır, geleceği kurgular, bu kurguların içinde yaşar. geçmişin takıntısından kurtulunsa bile (bunu herkes yapamaz), zihin kendini geleceğe bağlayarak başka bir takıntının içine düşer; beklenti. ve bu beklenti, insanı duygularının en yıpratıcı olanlarıyla karşı karşıya bırakır.
psikoloji, insan davranışlarının ve duygularının kökenini anlamaya çalışırken, beklentinin duygular üzerindeki etkisini göz ardı edemez.
beklenti, zihinsel bir senaryodur; henüz gerçekleşmemiş ama gerçekleşmesi umulan, istenen ya da korkulan bir olasılıklar dizisidir.
insan zihni bu diziyi gerçekmiş gibi yaşar. işte bu noktada, çeşitli duygular ortaya çıkar. kaygı, beklentinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine dair duyulan zihinsel gerilimdir.
kişi, kontrol edemeyeceği bir sonucun kendi aleyhine gelişeceğini sezdiğinde bu gerilim artar.
korku, beklentinin gerçekleşmesinin ciddi bir tehdit oluşturması halinde oluşur. kaotik bir duruma çıkış bulunamadığında, zihinsel kontrol yitirildiğinde, korku duygusu yükselir. burada beklenti, güvenlik ve bütünlük duygusunun altını oyar.
hüzün, beklentinin gerçekleştiği ancak tatmin etmediği, istenen sonucu vermediği veya geride bir boşluk bıraktığı durumda ortaya çıkar. bu duygu, özlemi gerçekleşmiş bir hayalin tat vermeyen gerçeğe dönüşmesi gibidir.
öfke ise, beklentinin tamamen boşa çıkması, hatta kişinin zarar görmesiyle sonuçlanması durumunda oluşur. burada beklentiye karşı bir hayal kırıklığı değil, bir başkaldırı vardır.
tüm bu duyguların kaynağı, dışsal olaylar değil, içsel kurgulardır. yani duygular, olaylardan değil, olaylara yüklenen anlamlardan, beklentilerden doğar.
insan, kendi zihinsel projeksiyonlarının kurbanı olur.
fakat bu projeksiyonlar durup dururken oluşmaz. insan beklentiyi doğuştan bilmez, öğrenir. bu öğrenme süreci çoğu zaman farkında bile olunmadan çocuklukta başlar. ebeveynlerin "aferin" ya da "asla" diyerek yön verdiği davranışlar, çocuğun dış koşullara göre nasıl şekillenmesi gerektiğini öğrenmesine neden olur.
sevgi, onay, değer görme gibi temel duygular, koşullu hale gelir. çocuk yalnızca belli şekilde davrandığında takdir edilirse, o davranışı beklentiyle tekrar eder.
zamanla bu koşulluluklar içselleşir ve çocuk, başkalarının ne beklediğini tahmin ederek kendine bir kimlik kurar. sadece anne baba değil, okul, öğretmen, akrabalar, toplumsal söylemler, reklamlar, başarı hikayeleri ve kahramanlık masalları da beklentinin altyapısını örer. böylece birey, henüz kendi varlığını anlamlandıramadan, başkalarının tahayyül ettiği geleceğe doğru yürümeye zorlanır.
bu zorlama bilinçsizdir, iyi niyetlidir ama sonuçları derindir. çünkü kişi, artık yalnızca kendi geleceğine değil, başkalarının ona biçtiği role göre bir geleceğe de bağlanır.
çocukken sürekli "iyi bir meslek sahibi ol", "herkes ne der sonra", "akıllı çocuk böyle yapmaz" gibi sözlerle büyüyen biri, yetişkin olduğunda kendi arzularıyla toplumun beklentileri arasında sıkışabilir (genellikle bu olur).
örneğin küçük yaşta "doktor ol" telkiniyle büyümüş bir çocuk, zamanla bunun ailesi için bir gurur kaynağı olduğunu öğrenir. yıllar içinde bu fikir onun kendi isteğiymiş gibi içselleşir. oysa aslında sanatla ilgilenmek isteyen biriyken, toplumsal kabul görmek uğruna tıp fakültesine girer. mezun olur, hatta başarılı da olur, fakat içindeki boşluk hissi geçmez. mutlu değildir ama nedenini anlamaz. çünkü mutsuzluğun sebebi, dışsal bir başarısızlık değil, içselleştirilmiş beklentilerin kendi gerçekliğinin önüne geçmesidir.
işte tam bu noktada bireysel özgürlük zedelenir. çünkü özgürlük yalnızca dışsal engellerin kalkmasıyla değil, içsel yönlendirmenin fark edilmesiyle mümkündür.
beklentilerle şekillenmiş bir kimlik, kendi özünden koparılmış bir benliktir. birey, neyi neden istediğini sorgulamaz hale geldiğinde, özgür gibi görünür, oysa aslında toplumsal tasarımların içine sıkışmıştır.
özgürlük, sadece seçim yapabilme değil, o seçimin arkasındaki yönlendirmeyi görebilme yetisidir. fakat bu yeti, kişinin içine doğduğu dünyaya bir başkaldırıdır. çünkü toplumsal yönlendirme, doğrudan talimatlar vermekle değil, beklenti inşa etmekle, çoğu zaman sinsice ve diğer herkes tarafından gerçekleştirilir.
toplumsal yönlendirmenin en güçlü araçlarından biri eğitim sistemidir. okul sadece bilgi vermez, aynı zamanda kim olunması gerektiğine dair örtük mesajlar da öğrencinin bilincine kazır. itaatkar, rekabetçi, uyumlu ve başarılı birey modeli sürekli olarak pekiştirilir.
reklamlar ise insanlara neye sahip olmaları gerektiğini, neyin değerli olduğunu, nasıl görünmeleri gerektiğini fısıldar.
bir kadın, bir erkek, bir anne, bir baba nasıl olmalıdır, nasıl konuşmalı, neye sevinmeli, neye üzülmelidir... tüm bunlar sistemli biçimde işlenir.
din de (ateizm deizm agnostizm dahil) bu yönlendirmeye dahil edilir; çoğu zaman bireyin ahlaki pusulası olması gerekirken, kimi zaman beklentiye dayalı ödül-ceza sistemine indirgenir.
toplumsal yönlendirme ne kadar yaygın ve görünmezse, o kadar güçlü olur. kişi, kendi kararı zannettiği şeylerin aslında ne kadar içselleştirilmiş beklenti olduğunu fark etmeden yaşar.
toplumlar da bireyler gibi beklenti üretir. kültür, bir anlamda kolektif beklenti sistemidir. nasıl biri olunmalı, ne zaman ne yapılmalı, nasıl başarı tanımlanmalı gibi normlar, birey üzerinde görünmez bir baskı oluşturur. bu beklentiler bireyde içselleşir ve kişinin kendisinden beklentileri haline gelir.
birey toplumsal yüklerle şekillendikçe, duygusal yoğunluğu da artar. toplumsal kaygı, "yetersiz" görünme korkusuyla beslenir.
korku, dışlanma, başarısızlık veya aşağılanma ihtimaliyle şekillenir.
hüzün, toplumsal normlara uyduğu halde mutsuz olduğunu fark ettiğinde duyulur.
öfke ise bu sistemin içinde sıkışmışlık hissiyle, bazen kendine bazen topluma yönelir.
insan, beklentiye boyun eğdiği ölçüde, kendi benliğinden uzaklaşır. duygusal yabancılaşma da burada başlar; kişi, kendi duygularının üreticisi olduğunu unutur, duygularını dışsal koşullara bağlar. oysa asıl üretici, zihnin inşa ettiği beklentidir.
insan, kendi duygularından sorumlu olduğu ölçüde özgürleşir. bu, duyguları bastırmak değil; onların kaynağını tanımak ve kökenlerini sorgulamakla mümkündür.
beklentinin farkında olmak, duygusal özgürlüğün ilk adımıdır. çünkü beklentisizlik bir kaçış değil, gerçekliğe teslimiyettir. ve belki de en derin huzur, artık bir şeyin olmasını değil, olanı olduğu gibi görebilmektir.
velhasıl kelam, hangi çağda hangi toplumda nasıl dünyaya gelirse gelsin, insan; uzunca bir süre (belki daima) içinde yaşadığı toplumun onu içine hapsettiği bilincin yarattığı dünyada yaşamaya mahkumdur.
beraat, teknik olarak çok basit görünmesine rağmen, ne olup bittiğini anlayanlar için travmasız gerçekleşmesi mümkün olmayan bir kaçıştır.
bu bir kaçıştır, çünkü toplum değerlerini sorgulayanlara tahammül edemez hatta onları yok etmek ister.
lakin toplumla yüzleşmeye gerek yok ki; herşey bilincimizin içeriğinde olup bitiyor. hal böyle olunca, yaşanacak olan travmada bilincin içinde, bilinç altının gösterdiği dirençle doğru orantılı olmak durumundadır. yani, insan bilinci, bilinç altına karşı.
bilinç altı; insanın içinde yaşadığı toplumun ona inandırdığı değerler, doğrular, korkular, kaygılar, beklentiler, ödüller, düşünme biçimi, vb...