insan bencil bir varlıktır. bunu kabul etmeyen ya kendini kandırıyordur ya da bir başkasını. herkes önce kendisini düşünür. başkasını düşünüyormuş gibi yaptığı anlarda bile aslında dolaylı bir çıkar, bir kabul görme, bir onaylanma beklentisi vardır.
"kendini feda eden" insan bile bunu yaptığı için içten içe değerli hissetmeyi umar. öyle ya da böyle insan, her daim kendini ve kendi çıkarlarını önceler.
adalet dediğimiz şey çoğu zaman intikamın makyajlı halidir. insanlar adaleti sadece mağdur olduklarında hatırlarlar. ve o anda da sistemin herkes için işlemesini değil, kendi yaralarının karşılığını isterler.
adalet, onların dilinde, yaşadığı zararın dengelenmesinden ziyade, karşı tarafa hissettirilmesi gereken bir cezadır. çoğu insanın adalet anlayışı bu kadar yüzeyseldir.
ilkesel olarak adil biri bırakın kendinden olmayanı, düşman olduğuna kimseye dahi haksızlık edilsin istemez. ama nerdeyse dünyanın hiç bir yerinde böylesini göremeyiz. genellikle herkes kendisi yada bağlı bulunduğu grubun başına gelenler için bağırır çağırır...
hoşgörüye gelince; insanlar hoşgörüyü sever ama sadece kendilerine gösterildiğinde. farklı fikirlere kimsenin tahammül yoktur. herkes kendi gibi olanı "normal", farklı olanı "anormal" olarak algılar.
solcu solcunun hassasiyetini, sağcı sağcının tepkisini anlayışla karşılar ama tam karşısındakini görür görmez nefretini kusar hepsi. kimse kimseyi gerçekten anlamaya çalışmaz. herkes kendi kabuğunun içinde doğrularını kutsallaştırır, başkasının doğrusunu düşmanlaştırır.
iş dünyası da bundan farklı değildir. patronlar çalışanlarını "insan kaynağı" diye adlandırır. işçi kaynaktır, çünkü yerine yenisi konabilir. ücret ödenen her insanın bütün varlığı, o ücretin karşılığına indirgenir.
insani değerler, sadakat, bağlılık… tümü yaldızlı sözlerden ibarettir. günün sonunda kar varsa varsındır, yoksa yoksundur. insanın değerini piyasa belirler. (insan hakları bildirgesini yazanlar dahi kölelerini serbest bırakmadılar. onlar bildirgede insan derken kendilerinden olan insanı kastetti)
siyasette de durum aynıdır. hiçbir siyasetçi her daim önce kendi geleceğini düşünür. düşünmeyen zaten bu sistemde barınamaz. halk için çalıştığını söyleyenler aslında kendi gelecekleri, kendi güçleri, kendi yandaşları için çalışırlar. adalet dağıtmazlar; oy verene dokunmaz, karşı gelene hesap sorarlar.
kanunlar herkese aynı gibi görünse de uygulama her daim ayrıcalıklıdır. hukukçular, yöneticiler, güçlüler; hepsi adaletin üstünde bir yerde konumlanır. çünkü gücün olduğu yerde hak tanımı yeniden yazılır.
insan doğası gereği adil değildir. adalet yüksek bir bilinç ister. çoğu insan o bilinçten habersiz yaşar. çünkü bilinç zahmetlidir, çıkar kolaydır.
dürüstlük, hoşgörü, eşitlik gibi kavramlar ancak birer süs olarak işlev görür. insanlar kendilerini iyi hissetmek için bu kavramlarla konuşur ama eylemleri bu kavramların zıddıdır.
bugün sokakta "adalet istiyoruz" diyenler bile, eğer adaleti sağlayacak güce gelselerdi, muhtemelen aynı çarkın başka bir dişi olurlardı. çünkü insanlar çoğu zaman adil olmak istemez, sadece avantajlı olmak ister.
çoğu insan adaleti bir değer olarak değil, bir araç olarak kullanır. işine geldiğinde adildir, işine gelmediğinde gerekçe bulur.
adaletin herkesin ağzında oyuncak olması tam bir trajedidir. çünkü adalet, gerçekten onun değerini bilenler için ağır bir sorumluluktur.
onu konuşan çok, taşıyan azdır. ve bu yüzden dünyada adalet sözcüğünü çok duyarız tesirini ise çok az yada hiç...
eğitimli bir bilinç doğal ve kaçınılmaz olanı olduğu gibi kabul eder. fakat yine eğitim, tüm insanlar alışkanlık haline getirse ve hatta bu durum normalleşse dahi yapayalnız kalmak pahasına insanların tümünden daha değerli kavramlardan yana kullanır reyini. söz konusu olan açıktan düşman olduğunu ilan eden biri olsa dahi.
ne yani düşman olduğunu ilan edenin özgürlük hakkı değil midir?