zihnin bu teslimiyeti yaşaması kolay değil. çünkü insan kendini bir taraf seçmek zorunda hisseder; birine yada bir şeye iyi deyip safına geçmek ya da kötü deyip karşı durmak.
oysa bu bakış açısı yine dıştan beslenir. gerçeği anlamak ise, onun içinde yer almamakla mümkündür. dışarıdan bakabilmek için ne yanında ne karşısında olmak gerekir.
tarafsızlık burada pasiflik değil, zihinsel bir uyanıklıktır. ne oluyorsa olması gerektiği için oluyor. herkes inandığı şeyi yapıyor. ben de, sen de, onlar da...
kimsenin bir başkasını dönüştürme gibi bir sorumluluğu ve dahası yetkinliği yok.
allah dahi olan bitene doğrudan müdahale etmezken, insanın müdahale etme arzusu yalnızca kendi kibirinden beslenir.
allah’ın müdahalesi sadece kelimelerledir. kelimeyi gönderir, sözü bildirir, kıssayı anlatır. ama kimseyi zorlamaz. müdahale etmeden uyarır.
bu sebepten insanın ilk ve tek görevin kendi bilincine yatırım yapmaktır. başka insanların iyi ya da kötü olması seni ilgilendirmez. onların yargılanması da sana ait bir mesele değildir. her insan kendi bilinciyle inşa olur ya da yıkılır.
işte bu noktada zamanın değeri ortaya çıkar; zaman eşsiz ve muazzam bir değer ve bir imkandır.
çoğu insan bu değeri sadece söyler, yaşamaz. herkes zamanın kıymetini bildiğini iddia eder ama kullanmaz. o halde bilmiyor demektir.
çünkü bilmek, kullanırdı. harekete geçmeyen bilgi sadece bir kelimedir. ve bu yüzden bilmek sandığımızdan daha büyük bir şeydir. belki de boyumuzu aşan bir kavramdır. ben yıllarca her şeyle ilgilenip düşünmeyi ihmal etmiş biriyim. şimdi düşünmeye başladıkça, geçmişteki kendi ahmaklığım bile bana sorun gibi görünmüyor artık. çünkü başka türlüsü mümkün değildi. zihnim o zamanlar bu kadarını yapabiliyordu. iyi mi bu? kötü mü? bilmiyorum. zaten başka bir ihtimal yokken iyi ya da kötü demek boş bir yargıdan başka bir şey değil.
oysa şimdi zamanın kıymetini ve bilmenin, farkındalığın, özgürlüğün, yalnızlığın, adaletin, cesaretin değerini bildiğimi varsayıyorum ve başka türlü yapamam. yaşamı mümkün kılan en temel ihtiyaçları karşıladıktan sonra (yada aynı anda) düşünmek dışında ikinci bir seçeneğim yok.
geçmiş geçmiştir. bırakın geçmişte olan biteni dert etmeyi, geçmişi konuşmak dahi anlamsızdır. ne yani konuştuk, düşündük, hata bulduk onu değiştirebilecek değiliz ya... ama şimdi şu an doğru bilinen her ne varsa hepsini çözümleyip, hiç düşünülmemiş gibi yeniden düşünüp kendimizi yeniden yaratabiliriz.
bu söylediklerim radikal gelebilir oysa düşünmek zaten radikal bir eylemdir. sorgulama, düşünme yada aydınlanma ile ilgili hemen her görselde aynı sahne var; kalabalıktan ayrılan ve yalnız yürüyen bir kişi.
bu kişi diğerlerini yargıladığı için ayrılmaz. sadece eksiklerini tamamlamadan başkalarına bir şey yapamayacağını bilir. bu yüzden çekilir. ayrılır.
yalnız yürümek, başkalarını hiçe saymak değil, kendi eksikliğinin farkında olmaktır. düşünmek burada başlar. kendini adam etmeden başkaları için bir şey yapamazsın. ama insanlar bu temeli görmez ve başkalarını yargılamaya devam ederler.
herkes kendi küçük tanrıcığını yaratır. kendi değer ölçülerine göre başkalarını yargılar. sanki insan sayısı kadar tanrı var gibi. oysa allah bile kimseyi henüz yargılamıyorken...
bu düşünsel pozisyon kurandaki tüm resul kıssalarında tekrar tekrar görülür. ibrahim, isa, musa, yusuf...
hiçbiri içinde yaşadığı toplumu dönüştürmedi. dönüştüremedikleri için değil, bunu hiç denemediler dahi.
hepsi sadece düşünsel bir tartışma ortaya koydu. muhatapları onları anlamadığında onlarla savaşmadılar, onları zorlamadılar, yadırgamadılar. aksine çekildiler.
en bariz örnek musa'nın hicretidir. mısır'da (anlaşılmak için mısır diyorum, orası mısır mı, bu kelimenin anlamı ne, mekan mı yoksa bir durum mu kast ediyor bilmiyorum ben) açıkça bir toplumsal baskıya, zorbalığa, haksızlığa karşı bir itirazı vardı ama bu itirazla bir savaş çıkarmadı. oradan ayrıldı. çekildi.
çünkü gördü ki toplum dönüşmek istemiyor. böyle bir toplumla savaşmak değil, oradan uzaklaşıp kendi yolunu çizmek daha doğru. çünkü bir toplumu zorla dönüştürmeye çalışmak faydasızdır. gerçek dönüşüm ancak içeriden gelir. musa’nın yaptığı şey de buydu. gördü ki bu toplum yıkıma gidiyor...
onları kurtarmaya kalkmadı çünkü kurtuluş ancak isteyen için mümkündür. zorla dönüşüm olmaz. sen sadece kendi yolunu çizersin. başkalarını yargılamadan ama onlarla aynı kaderi de paylaşmadan...
kuran kıssaları sanıldığı gibi yalnızca dini öyküler değil hukuki ve toplumsal zorunlulukları - kaçınılmaz olanı göz önüne seren bir öğretmen gibidir. gerçi öğretmen yazar ama başka kelime bulamadım. neyse...
konuya dönecek olursak şu sonuca ulaşılır; hiç kimse kendi istemi dışında dönüşemez. zorla doğruya, zorla ahlaka, zorla iyiliğe çekilemez kimse.
hukuk da bu yüzden adaleti bir yaptırım olarak değil, bir bilinçle birlikte ele almak zorundadır. yoksa cezalandırmak, bilinçsiz bir varlığı cezalandırmak olur. oysa suçun kaynağı çoğu zaman bilinç eksikliğidir. bu nedenle cezalar çoğunlukla hiçbir işe yaramaz.
kişi bilinçsizse, cezanın anlamını da anlamaz. bilinçliyse zaten suçu işlemez. bu çelişki, bilinen tüm insani hukuk sistemlerinin temel zaafıdır.
cezayla dönüşüm ummak, o şeytanın adem'i manüpüle ederek onu cennetten düşürdüğü anlayışla aynı kökten gelir. başkasını yönlendirmek, dönüştürmeye çalışmak, bir dış müdahaledir ve çoğunlukla işe yaramaz. adem tevbe etti ve tevbesi kabul gördü. geçmişte ne olup bittiği adem için anlamsız bir hal aldı. şeytan kendini dilediği gibi avutsun, bahane arayanın bahanesi bitecek değil ya nasılsa...
insan sadece kendi iç dönüşümüyle yükselir. bu yüzden adalet ancak içten bir fark edişle mümkündür. dıştan verilen ceza sadece acıtır ama bilinç inşa etmez.
toplumlar da bireyler gibidir. kendi istekleri olmadan dönüşmezler. bu yüzden resuller kendi toplumlarını zorla değiştirmeye çalışmadılar. kıssalar bunu açıkça ortaya koyar. ibrahim, kavminin putlarına karşı çıktı ama kimseyi zorlamadı. musa firavunla karşı karşıya geldi ama kaçtı. yusuf'a kardeşleri neler yaptı neler fakat o intikam almadı. isa zalimlerin karşısında durdu ama onların kötülüğünü silahla bastırmaya çalışmadı.
bu kıssaların tümü ortak bir mesaj verir; anlamak, kavga etmekten daha üstündür. çekilmek, yok saymak değil; karşı tarafın dönüşmeye niyetli olmadığını fark etmektir. işte hukuk burada devreye girer; hukuk, anlamayanı cezalandırmak için değil, anlayabilen için bir sınır çizmek adına vardır. ama bu sınır içselleştirilmediğinde yasa da bir anlam taşımaz. çünkü yasa dıştan gelirse direnç doğurur. içselleşirse sorumluluk doğurur.
buraya kadar ele aldıklarımın (yazdıklarım doğru olsun yada olmasın) anlaşılması dönüşüme açık olmakla mümkündür. sağcıyken solcu olmak, solcuyken sağcı olmak, siyasetle ilgilenirken siyasetten iğrenmek, osmanlıcı iken atatürkçü olmak, eskiden iyi dedilleri şeylere şimdi kötü demek, kelimelere artık farklı anlam vermek, ehli sünnet iken kurancı olmak gibi sıradan yer değişimleri değil tüm genel yargılardan bağımsız düşünme becerisi yoksa yazdıklarım uçuk kaçık fikirlerden öte anlam taşımayacaktır okuyucu için.
eskiden olsa anlayamazdım ama artık anlayabiliyorum onlarcası için böyle olacağını. böyle olması gerekiyor, başka türlü olması için çok fazla şeyin değişmesi lazım. yargılamıyorum çünkü bu kaçınılmaz olan...
neyse, her halukarda nihayetinde ölüm kavramı devreye girer. çünkü ölüm, tüm bu olan bitenin kaçınılmaz sınırıdır. insan yaşarken kaçabildiği her şeyden ölümde kaçamaz. ölüm, kendini kandırmanın son bulduğu yerdir.
ne yazık ki toplumlar ölümü sadece bir yok oluş olarak görür. oysa ölüm, bilincin en derin aynasıdır. ölüm fikri, sorumluluk duygusunun kaynağıdır. çünkü ölüm, zamanın sınırlı olduğunu ve her anın bir seçim olduğunu hatırlatır.
ölüm karşısında insanın bahaneleri de dağılır. psikanaliz bu noktada önemli bir katkı sunar. sorumluluk bilinci gelişmemiş birey, suç işlerken kendi içsel kaosunu dışa vurur. kendine yabancı olan kişi, başkalarına zarar verir. ceza, bu kişinin bilinç seviyesini değiştirmediği sürece yalnızca onun bastırılmış suçluluk duygusunu artırır.
suçluluk hissi, dönüşüm yaratmaz. sadece daha derin bir bastırmaya neden olur. bu yüzden psikanalitik açıdan sorumluluk, dışsal bir ceza ile değil, içsel bir farkındalıkla oluşur. kişi, ölümle yüzleştiğinde hayatla uzlaşır. cezayla değil.
ölüm, yaşamın belki en sessiz öğretmenidir. çünkü ölüm her şeyi eşitler. toplumsal kimlikleri, hukuki etiketleri, sosyal başarıları ve hatta suçlar bile anlamını yitirir.
ölüm karşısında tek geçerli şey bilinçtir. ne kadar fark ettin, ne kadar içselleştirdin, ne kadar kendi yolunu çizdin...
velhasıl kelam; düşündüm, sorguladım, aydınlandım, vs diyen birinin kalabalıklara bakıp onları yargılaması; kötü yapıyorlar yerine iyi yapıyorlar dese dahi ne yaptığını yada ne dediğini anlamadığı anlamına gelir.
çünkü ne dediğini bilseydi, ne yaptığını bilmeyen insanları yargılamazdı. bilinçsiz birinin yargılanması aklen muhaldir.
allah'ın çelişkili bir iş yapması söz konusu olmadığı için kimsenin yaşamına iyi yada kötü diye bir fiil müdahil olmaz. olması dahi düşünülemez.
insan gözetmeksizin yapılan tüm yargılamalar adil olmaktan çok uzak.hemde çok...
peki ne yapmalıyız? kalabalık halde ne yapılmalı, neler yapılabilir bilemem ama bireysel anlamda sanıyorum yukarıda enine boyuna yazdım kanaatlerimi... ☑️