dünyada sayısız sorun var, o halde insanlar değişmeli - dönüşmeli. peki ya ben? sorun bende değil ki, diğer insanlar da...
"birçok sorun var ama benim değişmeme gerek yok" tutumu, insanın hem kendine hem dünyaya karşı kurduğu en temel çelişkidir. çünkü her sorun, çözüm çağrısıdır.
çözüm, genellikle bir başkasından beklenir. sanki birey, kendisini sabit bir merkez olarak kabul etmiş; değişmesi gereken şeylerin hep çevresindeki öğeler olduğuna kanaat getirmiştir. bu noktada kişi, dünyayı kendine uydurmaya çalışır ama kendi dönüşümünün bir zorunluluk olduğunu hiç düşünmez.
bu tutumun ardında iki temel motivasyon yatar; birincisi, bireyin konforunu kaybetme korkusu...
ikincisi, kendini sorgulama sürecinden kaçınma arzusu.
çünkü değişim, doğrudan benliği etkiler. alışkanlıklar, inançlar, değer yargıları, davranış kalıpları… tümü sorgulanmak zorunda kalır. bu da bireyde bir tehdit algısı doğurur. bu yüzden kişi, zihinsel savunma mekanizmalarını devreye sokar; inkar eder, rasyonalize eder, bahane üretir, dışarıdan bir suçlu bulur.
bu davranış biçimi çoğu zaman şöyle formüle edilir; "ben haklıyım (bende sorun yok), yanlış olan sistem (yada diğer insanlar)."
bu nedenle bir işçi patronunu değiştirmek ister, bir öğrenci öğretmenini, bir eş diğer eşini, bir yurttaş devleti...
çok az insan kendisine dönüp sorar; "bu düzende benim payım ne?", "ben bu sistemin neresindeyim?", "benim yaptıklarım ya da yapmadıklarım, bu sorunların neresinde yer alıyor?", "bakış açımı değiştirsem acaba neler değişir?", "düşünce kalıplarımı sorgulamalı mıyım acaba?...
halbuki sistem, bireylerden oluşur. birey değişmeden, sistem değişemez. çünkü her sistemin yapı taşını birey oluşturur. ama birey kendini bu yapının dışında, mağdur bir izleyici gibi görür. böylece hem sorumluluk almaz hem de eleştirme hakkını kendinde bulur. bu da bir tür çelişkili rahatlıktır; "ben kurbanım, bu yüzden masumum."
özgürlük ve sorumluluk arasında doğrudan bir bağ vardır. sorumluluk almak istemeyen özgürlük talep edemez. çünkü özgürlük, bireyin kendinde başlar. kendi düşüncelerini, tepkilerini, alışkanlıklarını, korkularını dönüştüremeyen biri, dış dünyayı dönüştürmeyi talep edemez-etmemeli. bu, temelsiz bir yapıyı inşa etmeye benzer.
dolayısıyla "her şey değişsin ama benim değişmeme gerek yok" yaklaşımı (bunu kimsenin sözlü olarak deklare etmesine gerek yok, yaşamda kendini gösterir bu düşünce), düşünsel bir çıkmazdır. çünkü sorunlar, bireyin dış dünyaya bakışıyla değil, kendi iç dünyasına bakmayı reddedişiyle derinleşir. dünya, bizimle birlikte değişebilir. ama biz değişmeden, dünyanın değiştiğine dair her beklenti yalnızca bir temenni, bir hayal, hatta bir kaçıştır.
gerçek değişim, bireyin kendi kendine dönerek şunu sormasıyla başlar; "benim bu düzende sürdürülebilir kıldığım şey ne?" bu soruyu dürüstçe sormayan herkes, değişimi dışsallaştırır. ve dışsallaştırılmış her değişim beklentisi, zamanla umutsuzluğa ve öfkeye dönüşür. çünkü dünya, tek tek bireylerin toplamıdır. ve hiçbiri değişmiyorsa, toplam da yerinde sayar.
değişim, dışarının değil, içerinin cesaretiyle başlar...