insanlar artık konuşmuş olmak için konuşmakta düşünmek için değil, içini dökmek için kelimelere sarılmaktadır. her birey, bir şeyin mağduru olarak kendini anlatmaktadır; eş, baba, anne, çocuk, öğretmen, devlet, toplum, kader, sistem... hepsi birer suçlu; birey ise sadece maruz kalan, kurban edilen, haksızlığa uğrayan bir varlık olarak belirir.
neredeyse hiç kimse kendi hayatının faili olduğunu düşünmemektedir. hiç kimse "ben ne yaptım, neleri eksik bıraktım, neleri yanlış yorumladım" diye sorular üretmemekte, bunun yerine bir "haklılık duygusu" ile kendini aklamaya çalışmaktadır.
bu durum sadece duygusal bir sığınma değil, aynı zamanda düşünsel bir yetersizliğin de işaretidir. çünkü düşünmek, neden-sonuç ilişkisini kurmak, geçmiş seçimleriyle şimdiki sonuçlar arasında bağlantı kurmak demektir. bu bağlantı kurulduğunda ortaya çıkan şey sadece dışsal nedenler değil, içsel katkılar da olacaktır. ve bu katkıların fark edilmesi insanı rahatsız eder.
insanın kendi payına düşeni görmesi, bugünkü durumunun kendi geçmişinden kaynaklandığını fark etmesi çoğu zaman taşınması zor bir ağırlık yaratır. çünkü bu farkındalık beraberinde bir yüzleşme ve sorumluluk getirir. ve sorumluluk almak, her insanın göze alabileceği bir şey değildir.
düşünmek, kendini yeniden konumlandırmayı gerektirir. bir başka deyişle, düşünmek, konfor alanını terk etmektir. oysa insan, psikolojik olarak konforunu tehdit eden her şeyden kaçınma eğilimindedir. bu nedenle düşünmemek, duygusal olarak daha güvenlidir. çünkü düşünmek, insanın kendi inşa ettiği duvarları yıkmasını gerektirir.
düşünmek, kendine karşı dürüst olmayı ve zihinsel birikimi yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılar. bu ise kolay değildir. çünkü insan, kendi içini kazdığında acı, pişmanlık, ihmal, korku, öfke ve yetersizlikle karşılaşır. işte bu yüzden düşünmek konforlu değil, yıpratıcı bir süreçtir. bu yüzden insan düşünmekten kaçar.
şikayet etmek, yakınmak, bahane üretmek, bir başkasını suçlamak; bunların tümü, düşünmeye alternatif olarak kullanılan savunma biçimleridir.
çünkü düşünmek yerine bir başkasını suçlamak, bireyi sorumluluktan kurtarır. birey kendi hatasını, kendi ihmallerini, kendi seçimlerini sorgulamak yerine dışarıya yönelerek kendini rahatlatır.
suçlama ve yakınma, geçici bir rahatlama sağlar; ama gerçek bir çözüm sunmaz. çünkü çözüm ancak yüzleşmeyle ve düşünmeyle mümkündür.
düşünce, haklı olmayı değil, anlamayı ve değişimi-dönüşümü hedefler. insanın derdi ise çoğu zaman anlamak ya da dönüşmek değil, yalnızca haklı olmaktır.
bu düşünsel tembelliğin tezahürlerini yaşamın her alanında gözlemlemek mümkündür.
karı koca arasında yaşanan bir tartışmada, taraflar genellikle birbirlerini suçlamaya odaklanır. "beni hiç anlamıyor", "zaten hep ben fedakarlık yapıyorum", "o bana böyle davranmasaydı ben de böyle olmazdım" gibi ifadeler, her iki tarafın da kendisini mağdur ilan ettiği, karşı tarafı fail konumuna koyduğu ağlama kalıplarıdır. oysa hiçbiri kendisine dönüp şunu sormaz; bu evlilikte ben neyi ihmal ettim? neyi görmezden geldim? hangi alışkanlıklarımı sorgulamadım? hangi beklentilerimi açıkça konuşmadım?
öğrencilerde benzer şekilde davranır. "hoca bana taktı", "notlarımı bilerek kırdı", "benimle yeterince ilgilenmediler", "bu eğitim sistemi saçma" diyerek başarısızlığının tüm sorumluluğunu dış dünyaya yükleyen öğrenci, kendi potansiyelini analiz etmez. çalışma alışkanlıklarını, zaman yönetimini, dikkatini verimli kullanma becerisini sorgulamaz. oysa aynı öğrenci düzenli çalışsa, anlamadığı yerleri soruştursa, sınavlarda daha hazırlıklı olsa, bugünkü sonuçları çok farklı olabilirdi. ama düşünmek yerine sistem eleştirisi yapmak daha kolaydır.
bir çalışan, şikayet etmeye başladığında ilk refleksi genelde ya "patron kötü" ya da "çalışma ortamı kötü" şeklinde olur. "bizi köle gibi çalıştırıyorlar", "hiçbir hakkımız yok", "zaten bu ülke yaşanacak yer değil" diyerek dışsal bir çaresizlik anlatısı kurar. ama aynı çalışan, kendi potansiyeline yatırım yapmaz, örgütlenme ya da sendikalaşmayı düşünmez, iş arkadaşlarıyla birleşip hak talebinde bulunmaz, kendi haklarını öğrenip ses çıkarmaz. çünkü bunlar eylem ve düşünce gerektirir. şikayet etmek, sadece yakınmayı ister. yakınmak kolaydır; mücadele değil.
bir yurttaş, yaşadığı ekonomik zorluklar karşısında sadece devleti, iktidarı ya da şartları suçlar. oysa yeteneklerine odaklanabilir, kendini geliştirebilirdi. kendi eksiklerini tespit edip, tamamlayabilirdi. farklı iş imkanlarını değerlendirebilirdi. ama kendine yönelmek zahmetlidir, eğitim, çaba, direnme, mücadele ve neden sonuç ilişkileri üzerine düşünmeyi ister. bunları yapmak zahmetlidir. düşünmek bir yükümlülüktür, hem zihinsel hem ahlaki. birey bu yükümlülükten kaçtığı sürece, kişisel sorumluluğu sadece şikayet etmekle sınırlı hale gelir.
bir mühendis ya da teknisyen, mesleğinde ilerleyemediğinde koşulları suçlar. "zaten torpil olmadan bu ülkede bir yere varılmaz", "benim gibi teknik adamları kimse takdir etmez" der. ama kendi gelişimini ne kadar destekledi? alanındaki yenilikleri takip etti mi? iletişim becerilerini geliştirdi mi? takım çalışmasında sorunlar yaşadıysa bunu gidermek için bir çaba gösterdi mi? şikayet, kendi sorumluluğunu görmeyi engellediği gibi, kişiyi değişim iradesinden de koparır.
öğretmenler öğrencilerden, öğrenciler öğretmenlerden, hastalar doktorlardan, doktorlar sistemden, çocuklar ebeveynlerinden, ebeveynler çocuklardan şikayet eder. herkes haklıdır. herkes ağlamaktadır. herkesin bir gerekçesi, bir açıklaması, her anomali için elinde bir suçlu vardır. ama neredeyse hiç kimse düşünmemektedir. çünkü düşünmek, "ben bu zincirin hangi halkasıyım?" sorusunu sormaktır. ve bu soru hem içten hem yıpratıcıdır.
bir çocuk dahi – örneğin ödevini yapmadığında – "zaten anlamamıştım ki", "evde ses vardı çalışamadım", "internet yavaşladı" gibi bahaneler üretmeye yönelir. çünkü daha küçük yaşta, başarısızlığı dışsallaştırma eğilimi öğretilmiştir. bu çocuk büyüdüğünde bu alışkanlığı devam ettirir. bir yetişkin olur ama düşünce üretme yerine gerekçe üretmeye devam eder.
bir hasta, tedavi sürecinde kendi hatalarını (kendini bu noktaya getiren sebepleri) anlamaya çalışmak yerine sonuçlardan doktoru yada sağlık sistemini sorumlu tutabilir. "doktor yanlış tedavi uyguladı", "zaten sağlık sistemi yetersiz", "bu ilaçların yan etkileri beni tüketti" gibi bahaneler hastanın kendini aklaması için yeterlidir. hepsi doğru olsa dahi düşünmek, "ben ne yaptım da bu noktaya geldim" ve "ben bu tedavi sürecinde üzerime düşeni yaptım mı?" sorusuyla başlar. ama bu soru rahatsız edicidir. bu yüzden sorulmaz.
tüm örnekler göstermektedir ki, bireyin kendi sorumluluğunu dışsal nedenlerle değiştirmesi bir savunma mekanizmasıdır. ama bu mekanizma ne iyileştirir, ne dönüştürür. yalnızca zaman kazandırır, suçluluk duygusunu bastırır, insanı konforlu bir mağduriyet zırhına büründürür.
düşünmek ise tüm bu zırhları söküp atar. çıplak ve savunmasız bir farkındalık yaratır. işte tam da bu yüzden düşünmek zor, şikayet etmek kolaydır.
düşünmek yalnızca bir entelektüel faaliyet değildir. düşünmek aynı zamanda ahlaki bir eylemdir. çünkü insanın kendine karşı dürüstlüğünü, cesaretini ve kendini dönüştürme isteğini içerir.
düşünmek, haklı olmayı değil, anlamayı seçmektir. ama anlamak, çoğu zaman kendinle yüzleşmeyi içerdiği için acı verir. insanlar bu acıdan kaçmak için düşünmeyi değil, yakınmayı seçer. bu yüzden dünya bir düşünce mekanı değil, bir ağlama duvarıdır artık.
bu duvarın yıkılması ancak bireyin düşünmeye cesaret etmesiyle mümkündür. çünkü gerçek değişim, içeriden başlar. dışarıyı suçlamakla değil, içeriye bakmakla başlar. ama bu yol zor, çetin, tekinsizdir. bu yüzden az yürünür.
düşünmek, haklı olmaktan daha değerlidir. ve düşünmeyen insan, haklı bile olsa kendi potansiyelinden uzakta yaşar.
ağlama duvarına yaslanmış insan, orada sadece zaman kaybeder. düşünmeye cesaret eden ise, kendini yeniden yapılandırmaya - dönüştürmeye başlar. ve ancak o insan, düşünen canlıdır.
insan düşünen değil, düşünmeye olanaklı bir canlıdır. nadiren düşünmeyi denediği, genellikle ağlayıp, sızlayıp, şikayet ettiği için "insan düşünen canlıdır" tanımı hatalıdır...