evlilik, insanlık tarihinde sadece bir gelenek ya da toplumsal norm değil, insan doğasının kendini tamamlama arzusuyla doğrudan ilgili olan bir bağlanma biçimidir.
doğada çok eşlilik yaygındır. hayvanlar aleminde bireyler genellikle rastlantısal, dönemsel ve dürtüsel olarak eşleşir. çünkü orada akıl yoktur, dolayısıyla ilke ve söz de yoktur.
bir hayvan, bir başka hayvana sadakat göstermek zorunda değildir. çünkü onun doğasında sorumluluk değil, içgüdü vardır. bu nedenle doğal olan, yani doğada rastlanan, çok eşliliktir hatta kimi zaman rastgeleliktir (belki hiç bir şey rastgele değildir ama bizim durduğumuz yerden öyle görünüyor).
aklın olmadığı yerde söz (dolayısı ile sözleşme) gerekmez. ama insan, yalnızca içgüdüleriyle yaşamaz. insan aklı olan, ilkelerle düşünen ve bu ilkelere göre davranan bir varlıktır. bu nedenle insan için doğal olan, sadece biyolojik olan değildir.
insan bilincine uygun olan, ilkeye uygun olandır. ve tek eşlilik ile o eşle yapılan ussal sözleşme, insanı hayvandan ayıran en temel farklardan biridir.
bu sözleşme, sadece cinsel bir sadakat değil, varoluşsal bir sorumluluk yüklenişidir. bir kişiye yönelmek, diğer tüm ihtimallerden vazgeçmeyi kabul etmek, sadece onunla derinleşmek demektir. işte bu tercih, insanın kendi doğasını gerçekleştirme biçimidir.
"seni seviyorum" ifadesi sanıldığı gibi "sen" öznesine yüklenen bir fiilden ibaret değildir. "seni seviyorum" dediğinizde "senden başkasını değil sadece seni seviyorum", "seni hep seveceğim", "seni yargılamayacağım", "seni anlamaya çalışacağım, suçlamaya değil" demiş olursunuz.
"seni seviyorum" demek yüksek sorumluluklar içerem akli bir seçimdir, tabi ağzından çıkanı kulağı işitenler için...
kadın ve erkek anayasal düzeyde eşit haklara sahip olarak kabul edilse de, biyolojik olarak birbirinden farklı varlıklardır. bu fark sadece bedenle sınırlı değildir. çünkü beden yalnızca fiziksel değil, bilinçle, duyguyla, hormonla, sosyal algıyla da şekillenir. bu nedenle kadın ve erkek, doğuştan itibaren farklı deneyim yollarına sahiptir. bu fark, eşitsizlik yaratmaz ama eşitliğin biçimini zorlaştırır. çünkü bu farkın yarattığı yaşamsal yükler, ne kadın tarafından seçilmiştir ne erkek tarafından.
biri doğurgandır, diğeri taşıyıcıdır. biri hormonlarıyla duygusal olarak yoğunluk yaşar, diğeri bastırmaya yöneltilir. biri toplumsal olarak daha savunmasız görülür, diğeri ise toplumsal sorumluluğun yükünü omzunda taşır. her iki taraf da kendi bedeninin ve ona yüklenmiş kültürel ve fizyolojik anlamların içinde zaman zaman sıkışır.
bu durum bir varoluş sorusunu doğurur; kadın olmak mı daha ağırdır, erkek olmak mı?
muhtemelen kadın olmanın yükü kendisine ağır gelen birine "yeniden doğacak olsan ne olmak isterdin?" diye sorulsa, erkek olmayı seçmek istediğini söyleyebilir. aynı şekilde, erkek olmanın sorumluluğu kendine fazla gelen biri de kadın olmak isterdi. bu, insanın içine doğduğu bedenle birlikte gelen hayat yükünün kaçınılmaz sorgusudur. ama bu sorgu bir çatışmaya değil, bir uzlaşıya dönüşebilir. çünkü bu varoluşsal adaletsizlik duygusunun çözümü, ne cinsiyet değiştirmektedir ne karşı tarafı suçlamaktır. bu fark ancak ve ancak karşılıklı özveri ile dengelenebilir.
erkek, kadının taşıdığı yükü fark ettiğinde onu hafifletmek için elinden geleni yaparsa; kadın da erkeğin içten içe taşımakta zorlandığı yükleri paylaşırsa, artık kimse "keşke başka bir cinsiyetle doğsaydım" demez. özünü olduğu gibi kabul eder herkes. çünkü herkes özü itibari ile değerlidir artık.
bu nedenle kadın ve erkek arasındaki birliktelik sadece bir duygusal yakınlık değil, bir varoluşsal tamamlanma sürecidir. bu birliktelik bir zorunluluktur.
bu birliktelik ancak ussal bir sözleşme ile, ilkelerle örülmüş bir sadakat ile, sevgiyle ve karşılıklı anlayışla yürütüldüğünde, medeni bir ilişki haline gelir.
bu ilişki sayesinde, her iki taraf da sadece bir birlikteliğe değil, kendi doğasından kaynaklanan ağırlıkları aşacak bir dengeye ulaşır.
kadın, bir erkekle bu dengeyi bulduğunda kadınlığına küsmez. erkek de, bir kadınla bu anlayışı kurabildiğinde erkekliğine yüklenmez. her biri diğerini taşıdığı ölçüde, insan olmanın gerçekliği ortaya çıkar. ve bu gerçeklik bağlamında, birlikte yaşamaktan ziyade bir bütün olmak söz konusu olur.
bu bağlanma, nikah kıyılsın ya da kıyılmasın, dini olsun ya da resmi, hatta hiçbir resmiyet içermese bile, insanın başka bir insana duygusal, zihinsel ve varoluşsal düzeyde yönelmesiyle başlar. ve bu yönelme, sadece bir arzuya ya da geçici hazza değil, bizzat insanın doğasındaki eksikliğe, tamamlanma arzusuna ve ilkesel yaşama yönelmiş olmasına dayanır.
bir insan başka birine bağlandığında, bu sadece birlikte yaşamak, birlikte vakit geçirmek ya da birlikte mutlu olmak arzusundan ibaret değildir. aslında o anda insan, kendi varlığını sınırlandırarak bir diğerine alan açar. bu sınırlandırma ise bir kayıp değil, bilakis bir derinliktir. çünkü insan yalnızken tamamlanamaz.
yalnızlık bir eksikliktir. bu eksiklik bazen çok sessizdir, bazen gürültülüdür, ama mutlaka kendini belli eder. çünkü insan, kendi başına yeten bir varlık değildir. ne fizyolojik olarak, ne duygusal olarak, ne de anlam üretme bakımından tek başına bütünleşemez-tamamlanamaz. bağ kurmak bu nedenle kaçınılmaz ama aynı zamanda akli ve ahlaki bir seçimdir.
insanın en temel ihtiyaçlarına sırası ile bakıldığında bu gerçek daha net ortaya çıkar.
insan önce fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır; yemek, uyku, metabolizma, nefes alma, boşaltım ve bebeklik döneminde yalnızca korunma ve temas ihtiyacı...bu basamakta karşı cinsin özel bir yeri yoktur. çünkü bu ihtiyaçlar eşi olsun yada olmasın, insan olsun yada olmasın hayvanlar aleminin tümü için geçerlidir. yani bu nitelikler anlamlı ve ilkeli ve yaşamı tamamlayıcı olmak zorunda değildir.
oysa insan bilinci sorumluluk almayı ve ilkeli olmayı ister. bilinç devamlılık ister, güven ister, anlam ister. ve bebekliği ikinci basamak olan güvenlik ihtiyacı izler.
güvenlik sadece kapıyı kilitlemek ya da bir iş sahibi olmak değildir. duygusal güvenlik, insanın en temel sığınaklarından biridir. bu da yalnızca, kişinin bir başkasıyla devamlı, ilkeli ve karşılıklı-mutabık bir ilişki içinde olmasıyla mümkündür.
evlilik bu anlamda sadece bir beraberlik değil, güvenli bir limandır. sığınılacak değil, birlikte inşa edilecek bir yerdir (ben adına evlilik diyorum siz ne isterseniz deyin).
üçüncü basamakta aidiyet ve sevgi ihtiyacı yer alır. işte evlilik burada artık bir zorunluluk haline gelir. çünkü insan ancak sevilerek var olur. sadece arzulanmak değil, anlaşılmak ve önemsenmek ister. bu, bir annenin çocuğuna duyduğu sevgiden farklıdır. burada yetişkin bir birey olarak kendisini bir başkasının hayatında "öncelikli" hissetme ihtiyacı vardır. bağlanmak bu noktada sadece duygusal bir refleks değil, varoluşsal bir ihtiyaç haline gelir.
insan birinin gözünde özel olmak ister. başka ihtimallere kapatılmış bir tercih olmak ister. bu tercih, "senin için, sadece sensin" demektir. işte bu an, bağlanmanın başladığı andır. ve bu anın içinde, kişi sadece bir diğerini kabul etmez; aynı zamanda şu örtük sözleri verir; seni yargılamayacağım, seni terk etmeyeceğim, seni anlamaya çalışacağım, seni önemseyeceğim, seninle birlikte var olacağım...
dördüncü basamak olan saygı ve özsaygı, evliliğin insana kattığı çok daha derin bir sonucu işaret eder. iyi bir bağlanma, insanı büyütür. kişi kendisini değerli hisseder. birinin gözünde kıymetli olduğunu bilmek, insanın içsel güvenini pekiştirir. ama bu da sadece bir ilişki biçimiyle değil, ilkeli ve sorumlulukla kurulmuş bir bağlanmayla mümkündür.
geçici ilişkiler, geçici değer üretir. kalıcı bağlar ise insanın kendisine olan saygısını ve başkası tarafından duyulan saygıyı birlikte inşa eder. bu da evliliği sıradan bir yakınlık olmaktan çıkarıp insanın kendini gerçekleştirme sürecine dönüştürür.
insanın ihtiyaçlar hiyerarşisinin tepe noktası olan kendini gerçekleştirme basamağı, evliliğin en çok göz ardı edilen ama belki de en hakiki yönüdür.
evlilik (yada sevgi, ilke, sorumluluk ve sadakatin ortaya koyduğu kadın erkek ilişkisi), iki kişinin birlikte hakikati arayabildiği, birlikte olgunlaştığı, birlikte içtenleştiği, birlikte erdemli olmaya çalıştığı bir alan olabilir.
bağ kurmadan kendini gerçekleştirmek belki mümkündür, ama çok zordur. çünkü insan kendini başkası aracılığıyla tanır. kendini yalnızca kendi aynasında gören kişi, sınırlı bir benlik içinde sıkışır. ama bir başkasına açıldığında, bir başkasını anlama çabası içine girdiğinde, sınırlarını zorlar, genişler. bu genişleme ise ancak ilkelerle ve sorumlulukla mümkündür.
birliktelik sadece birlikte yaşamak değildir. birliktelik bir karar, bir yöneliş ve bir yükleniştir.
kişi birine bağlandığında, ona sadece zamanını değil, dikkatini, emeğini, sabrını, geleceğini ve iç dünyasını da verir. bu da beraberinde sorumluluk getirir. bu sorumluluklar açıkça yazılı olmasa da, içsel bir sözleşmeyle kabul edilmiş olur.
her seven kişi (zihinsel özürlü değilse) şunu vaat eder; seni incitmeyeceğim, sana sadık kalacağım, seni dinleyeceğim, seninle yürüyeceğim, seni uargılamayacağım...
işte bu sözler evliliğin resmi ya da dini olmasından bağımsız olarak, akli olan yönüdür.
insan, birine bağlanıp sorumluluk almadıkça olgunlaşamaz. çünkü sorumluluk, insanı tamamlayan şeydir. kişi ancak bir başkasının yükünü aldığında kendi yükünün ağırlığını fark eder. başkasına alan açtığında, kendi benliğini görmeye başlar.
ve bu bağın yokluğu... işte bu, insanın en derin eksikliğidir. bir insan hayatı boyunca sevilmemişse, ona bağlanılmamışsa, o insan kendini eksik yaşar. bu eksiklik sadece duygusal değil, ruhsal ve varoluşsaldır.
çünkü sevilmemek, varlığının başkası için anlam taşımadığı anlamına gelir. bu da kişiyi değersizlik, yalnızlık ve içe kapanmayla yüz yüze bırakır.
bağ kurmamış insan, bağışıklığını yitirir. duygusal olarak savunmasız hale gelir. en küçük kırılmada dağılır, en küçük eleştiride içine çekilir, en küçük yalnızlıkta boğulur. öfkeli ve agresif olur. eleştirileri objektif olamaz. ilkesizdir çünkü sorumlu değildir...
bağ kurmamış insan, sorumluluk almaz zaten. önünde-yanında ne var ki sorumluluğunu alacak?
ve sorumluluk almayan insan, hem kendine hem başkalarına karşı yabancılaşır. bu yabancılaşma zamanla bir boşluk üretir. çünkü hayat, sorumluluk olmadan anlamlı hale gelmez.
her sabah ne için kalktığını bilmeyen biri, zamanla yaşar ama zamanla gelişemez.
bağ insanı sınırlar ama bu sınır bir kısıtlama değil, bir odaklanmadır.
bağsız insan ise sınırsız seçenekler içinde derinlik yitimi yaşar. hep bir ihtimalin peşinden koşar ama hiçbirinde durmaz. durmadığı için de derinleşemez. derinleşemediği için de köksüzleşir. köksüz insan ise içsel fırtınalara karşı savunmasızdır.
en sonunda bağ kurmamış insan sessizce silinir. hayatta kalır ama var olmaz. çünkü insan, ancak bir başkasının gözünde var olduğunu hissettiğinde kendini gerçek hisseder. bağ kurmayan kişi kendini aynalayamaz.
aynalanmayan insan da kim olduğunu bilmez. bu bir eksiklik değil, bir silinmedir. bir yok oluş. ve bu durum bir depresyon değil, bir insanlık kaybıdır.
bu nedenle bağ kurmak bir ihtiyaçtır. ama bu ihtiyaç sadece duygusal değil, düşünsel, ilkesel ve varoluşsaldır.
bağ kurmak sadece sevgi görmek değil, aynı zamanda sorumluluk almak, sadakat göstermek ve ilke ile yaşamak demektir. bu bağ sayesinde insan sadece bir ilişki yaşamaz; aynı zamanda kendini tanır, gelişir, büyür ve tamamlanır. bağ yoksa insan eksiktir. eksik insan ise zamanla hasta olur.
genelleme yapacak olursak insan doğası sorumluluk almaya elverişli değildir. özgürlük adını verdiği hadsizliği ister insan. ona karışan, sorular soran, eleştiren, sorumluluklarını hatırlatan, dilediğini yapmasına mani olan birine duyguları teslim olmaz kolay kolay.
akıl devreye girer ve bu akıl sorumluluk bilinci ve dolayısı ile ilkelerle yaşamaya razı olursa insan kaçınılmaz olarak tamamlanmaya meyleder. genelde bu işlem akli değil duygusal gerçekleştiği için evlenmesine rağmen kimse kendini tamamlanmış hissetmez. aklın olmadığı yerde tamamlanma nasıl mümkün olabilir ki...
insan anatomisinden bilinir ki kadın ve erkek biri diğerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidir. vajina ve penisin birinin diğerini tamamlıyor olmasının cinsel çağrışım yapıyor olması sığ zekaların olan bitene sığ bakmasından kaynaklıdır. konu cinsel değil anatomik, dolayısı ile yaşamsaldır...
sanıldığı gibi kadın eksik değildir. kadın olmadan erkek, erkek olmadan kadın eksiktir. biraz anatomi biraz psikoloji bilgisi bunu anlamak için yeterlidir. ama konu anatomi, psikoloji ya da cinselliğin çok ötesinde yaşamın tümünü kuşatan bir konudur.
burada yalnızlığı çözümlemek gerek ama bu konu psikanaliz ve sosyolojinin en girift konularından olduğu için onu müstakil olarak ele almak daha doğru olacak.
sabahları dilediğinde kalkmak, akşam eve dilediğinde gelmek (canı istediğinde gelmemek), dilediğini yapmak yerine bir diğerine bağlı (ilkesizlikten ilkelere, sorumsuzluktan sorumlu bir yaşama) kalmak sığ bir aklın - iradenin çıktısı olamaz.
"seni seviyorum" dedikten sonra sevgilisini yargılamak alın yokluğuna delalet eder.
bırakın ayrılıkları, evliliklerin dahi beş para etmez olması nedendir? tabi ki kültürel kodlarla yapılan evliliklerin düşüncenin konusu yapılmaması yada hazzın öncelenmesi ve düşünmenin denenmemesi...
düşünmeyi denediğiniz anda nikahta söylenen "kabul ediyorum" ifadesinin ne kadar radikal bir ifade olduğuna hayret etmemek elde değil. neyi kabul ediyoruz? eşimizin x olmasını. peki bu ifadenin içerdiği tek kabul bu mu?
ya bu ifadenin içine aldığı sorumluluklar? ya artık kaçınılmaz olan sadakat ne olacak? konuyu bedene indirgeyen sığ zekalar yazık. sadakat bilişsel bir konudur. önce aklınız sadık olacak, bedeniniz zaten sadık kalır...
buradaki sadakat, yargılamamaya olan sadakati de içine almalı değil mi?
çiftlerin birlikteliklerinin ilk zamanları neden gülüm balım geçer de sonra zamanla sorunlar başlar? ilk zamanlar kimse diğerini yargılamadığı için olmasın. evet, hiç bir birliktelik yargı ile başlamaz. akıl, sevgi, muhabbet, ortak tutkular, vb şeyler birliktelikleri açığa çıkarır ve ilk zamanlar kimse diğerini yargılamaz. bir gün gelir ve eksiklerine - kusurlarına rağmen en başta verilen sözlere sadık kalmak (sadakat) yerine biri diğerini yargılar ve sorunlar başlar.
tabi hal böyle olunca diğeri de aynı şekilde tepki verir ve kaos baş gösterir.
gelinen günde bu durum yaygın olduğu için burada yazdıklarımı düşüncenin konusu yapıp anlamaya çalışmak yerine öznel deneyimlerini önceleyen zekalar muhtemelen itiraz edecektir ama şöyle ama böyle diye.
düşüncelerimde yanılıyor olabilirim tabi ama "her bahane düşünsel bir sığlıktır" diye müstakil bir yazı yazacağım.
neyse, düşünmek iyileştiricidir. ve en doğru yol, düşünerek inşa edilen yoldur...