insanın kendi zihinsel kurgusunu gerçekliğin yerine koyması — kolektif bilinçdışı ve savunma mekanizmaları üzerine bir çözümleme...
insan, gördüğüyle değil, görmek istediğiyle yaşar. bu yalnızca bireysel bir temayül değil, aynı zamanda kolektif bir zihinsel yapılanmadır.
gerçeklik, olduğu gibi karşılandığında zihinde sarsıntı yaratır. çünkü insanın zihin yapısı, bilinçten çok bilinçdışı tarafından şekillenir.
bilinçdışı, yalnızca kişisel değil, aynı zamanda kolektif bir alandır; toplumun, tarihsel kimliklerin, kültürel kalıpların ve grup aidiyetlerinin içselleşmiş dünyası… insan bu dünyadan bağımsız düşünemez.
bu nedenle gerçeklik, bu içselleşmiş yapılarla çeliştiğinde savunma mekanizmaları devreye girer. çünkü gerçekle yüzleşmek, çoğu zaman bir kimliğin, bir geçmişin ya da bir aidiyetin çöküşünü gerektirir.
örneklerle açmak gerekse;
müslümanlık, özellikle modern eğitim almış insanlar üzerinde etkisini kaybetmektedir. bu, sadece dinin pratik hayattaki görünürlüğünün azalması değil, aynı zamanda dinin sunduğu anlam haritasının sorgulanmaya başlanmasıdır. ama birçok müslüman bu gerçeği kabul etmemekte ısrarcı. çünkü bu, bir inanç sisteminin değil, bir kimliğin çözülmesidir. burada devreye giren savunma mekanizması "inkar"dır.
inkar, tehditkar bir gerçeği bilince almamakla işler. fakat bu inkar bireysel değil, kolektiftir. çünkü bu kimlik sadece bir kişinin değil, bir topluluğun taşıdığı ve kendini onunla tanımladığı bir kimliktir. dinin etkisinin azalması, tanrının değil, "biz"in düşüşüdür. kolektif bilinçdışı bunu tehdit olarak algılar. bu yüzden "din ideal olandır ama insanlar yanlış anlıyor (yada anlamıyor)" anlatısıyla inkar meşrulaştırılır. oysa gerçek, gözle görülürdür; inanç ritüelleşmiş, ruhsal derinliğini kaybetmiş, toplumsal sorunları çözmeyen, yerini arayışsız bir alışkanlığa bırakmış eskimiş kültürel bir olgudur (en azından gözünen haliyle).
ateizm, bir yaşam biçimi sunmadığı gibi, yaşamın anlamını da yok etmektedir. bu da bireylerde derin bir boşluk ve anlamsızlık duygusu yaratmaktadır. yine de birçok ateist bunu kabul etmemekte ısrarcıdır. burada işleyen savunma "yüceltme"dir.
zihinsel bir boşluk, bilinç düzeyinde bir erdem gibi sunulur. "anlam aramak bir zayıflıktır" denir. oysa bu, bilinçdışında hissedilen boşluğu bastırmak için kullanılan bir dönüşüm mekanizmasıdır. kolektif düzeyde ise ateist çevreler bu "anlamsızlık" üzerinden bir kimlik üretmiştir. bu kimlik, tanrıtanımazlık değil, anlam reddiyeciliğidir. ama kolektif bilinçdışı, anlamı dışlayarak değil, ancak onunla yüzleşerek aşılabilir. yüzleşmeyen kişi ise ne kadar entelektüel görünse de içten içe parçalanmış kalır. burada da anlamın yokluğu, anlamın kendisiymiş gibi sunulur.
onları da anlamayı denediğinizde ellerinde pozisyonları gereği yapacak başka bir şey olmadığı görülür. ateizm pozisyon olarak hiç bir teklif sunamaz yaşama dair. bu durumda kendi pozisyonuna değer atfetmek için diğer pozisyonların değersiz (çelişki ve tutarsız) olduğunu resmetmek durumunda kalır. "ben iyiyim çünkü ahmet kötü" gibi...
düşüncenin ne kadar içi boş olursa olsun kolektif bilinç dışı onlara savunma (yada saldırı) yapmaktan başka şans tanımaz.
bilim ve teknoloji doğayı tüketmekte, canlılığı yok etmektedir. bu yıkım gözle görülür biçimde ortadadır. her yıl yüz binlerce canlı türü yok olmakta, ormanlar azalmakta, denizler plastikle dolmaktadır. ama bilim savunucuları bu gerçeği görmemekte ısrarcıdır. burada "rasyonelleştirme" devrededir.
bilim ve teknolojinin doğayı tükettiği kabul edilse bile, bu durum "daha fazla bilim" ile çözüleceği inancıyla gerekçelendirilir. bu çelişki, kolektif bilinçdışının "insanı doğanın efendisi" olarak gören yapısıyla örtüşür. insan, kendi icatlarının yıkıcılığını fark ettiğinde, bu yıkımı yine kendiyle telafi edeceğini sanarak kontrol yanılsaması üretir. bu yanılsama bir savunmadır; "bilim sorun üretir ama daha büyük bilim onu çözer."
oysa bu, baştan sona bir kurgudur. doğayı yok edenin doğayı kurtaracağına inanmak, hem kolektif bir aklanma hem de bir büyü bozulmasın diye sürdürülen körlüktür.
siyasetçiler sağ veya sol fark etmeksizin yolsuzluklara, usulsüzlüklere ve hatta suçlara karışmış durumda. üstelik bu durum çoğu zaman delillidir, gözlemlenmiştir. buna rağmen taraftarlar kendi partilerini savunmaktan vazgeçmezler. burada "bölme" ve "yansıtma" iç içedir.
kendi siyasi grubunu "iyi", karşıt grubu "kötü" olarak kodlamak, zihni karışıklıktan korur. karmaşık olanı netleştirmek, bireyin içsel düzenini sağlar. bu düzenin korunması için tüm kötülük "ötekine" yansıtılır. yolsuzluk kendi grubunda değil, sadece diğerindedir (kendi grubu hakkındaki yolsuzluk iddiaları hep karalama amaçlıdır). bu ise kolektif bilinçdışının sadakat ve aidiyet temelli örgütlenmiş yapısından kaynaklanır.
kişi partisini yalnızca politik değil, aynı zamanda ahlaki, tarihi ve duygusal olarak içselleştirmiştir. dolayısıyla onu eleştirmek, sadece bir siyasi tercihi değil, kişinin "kimlik yapısını" hatta "kişiliğini" tehdit eder.
osmanlı ve cumhuriyetin kurucu kadroları, geçmişteki ağırlığını ve saygınlığını günümüz hızında yitirmekte. ama bu iki yapının savunucuları bunu kabul etmek istemez. burada "idealizasyon" ve "nostalji" birlikte işler. geçmişteki figürler ve sistemler kusursuzlaştırılır. yaşanan her güncel sorun "ideallerden sapıldığı" gerekçesiyle açıklanır. bu bir savunmadır. çünkü geçmişin idealleştirilmesi, bugünün yükünü azaltır.
birey ya da toplum, bugünkü karmaşayla baş edemediğinde geçmişe döner. kolektif bilinçdışı, ideal atalar, altın çağlar, kurucu figürlerle doludur. çünkü bunlar bir yön duygusu verir. bu figürlerin aşındığını görmek, yönsüzlüğü ve sahipsizliği gündeme getirir. bu nedenle geçmiş, olduğu gibi değil, olmak istenen gibi hatırlanır (satır aralarını kurcalayın tüm geçmiş sorunlar içerir ama taraftarlar bunları karalama olarak algılayarak pozisyonunu savunmaya devam eder).
insan teknolojik olarak donanmakta, ama düşünsel olarak gerilemektedir. her şey daha hızlı, daha kolay erişilebilir hale gelmekte ama buna rağmen insanlık düşünce üretmekte zorlanmakta. ama toplumlar hala "akıl ve ilerleme çağı"nda olduklarını sanmakta. burada "gerilemenin inkârı" ve "narsistik savunma" devrededir. çünkü bir uygarlığın kendi aklının yetersizliğini kabul etmesi, o uygarlığın temel mitini çökertebilir. oysa kolektif bilinçdışı, uygarlık mitleriyle işler; ilerleme, akılcılık, modernlik... bu mitler sarsıldığında birey yalnızca kendi aklını değil, tür olarak insanı da sorgulamak zorunda kalır. bu yüzden düşünce yoksunluğu, teknoloji bolluğu içinde görünmez hale getirilir. araç çoğalır, ama amaç kaybolur. düşünce insanı çıkmaz, ama buna kimse şaşırmaz. çünkü herkes, artık düşünmeden yaşamayı kanıksamıştır çoğunluk.
tüm bu örnekler, bir noktaya işaret eder; insan, gerçekliği olduğu gibi görmek yerine, ona dayanabilmek için anlatılar kurar. bu anlatılar hem bireysel bilinçte hem de kolektif bilinçdışında kök salmıştır.
işte bu nedenle hakikat, görüldüğünde bile inkar edilir. çünkü hakikatin kabulü, kimliğin, aidiyetin, geçmişin ve geleceğe dair tüm umutların yeniden inşasını gerektirir. bu ise çoğu zaman yıkıcıdır. zihinsel çöküş, sadece bireysel değil, kolektif olarak da travmatiktir.
bu nedenle insan, kendi zihinsel kurgusunu gerçekliğin yerine koyar. bu kurgu, kendini koruma refleksidir. ama aynı zamanda körleşmenin de zeminidir. ve bu körlük sürdüğü sürece ne birey ne toplum kendini görebilir. kendini göremeyen ise hiçbir sorunu çözemez. çünkü en temelde sorun, gerçekliğe değil, gerçekliğin yerini alan yanılsamaya inanmaktır.
insan çoğu zaman gerçekliğe değil, gerçekliğin yerini alan yanılsamaya inanır. ama inanmak, çoğu zaman düşünsel bir tercih değil, onsuz yaşanamayacağını sanmakla başlayan bir tapınmadır. ve tapınma, diz çökülen bir sunakta değil, sorgusuzca sürdürülen her alışkanlıkta saklanır.