bugün "stres" sözcüğü, bu bulanıklığın en belirgin örneklerinden biridir.
ingilizce stress "sıkıntı, hafakan" sözcüğünden alıntıdır. bu sözcük fransızca estresse "darlık" sözcüğünden alıntıdır. bu sözcük latince yazılı örneği bulunmayan strictia biçiminden evrilmiştir. bu biçim latince stringere, stict "sıkmak, daraltmak" fiilinden türetilmiştir. bu fiil hintavrupa anadili yazılı örneği bulunmayan streng "sıkmak" kökünden türetilmiştir.
"tıpta sıkıntı veya travma sonucunda görülen organizma bozukluğu" (milliyet - gazete 1957)
modern dünya insanın yaşadığı her türlü duygusal, zihinsel ya da ruhsal sıkışıklığı bu kelimenin içine sığdırmaya çalışıyor. ama bu kelime öylesine geniş bir anlam sahasına sahip ki; gelinen günde neyin stres olduğu, neyin olmadığı anlaşılamaz halde.
geçmişte duygu dünyasının her bir özgül hali için ayrı bir sözcüğümüz vardı; endişe, kaygı, tasa, elem, acı, hüzün, gam, keder, ızdırap, gasvet, efkar, dert...
her biri, insanın yaşadığı farklı bir içsel deneyimi ifade ederdi. şimdi ise bu deneyimlerin hepsi aynı çatı altında, aynı kelimeyle —stresle— örtülüyor. sonuç? derin bir tanımsızlık, içsel bir bulanıklık, kendine ve duygularına yabancılaşmış bir insan...
şimdi bu duygusal haritayı tekrar ortaya koymak gerek.
endişe, insanın değer verdiği şeyler karşısında taşıdığı sorumluluk duygusunun düşünsel yankısıdır. sadece kötü bir sonuca dair korku değil, daha çok, o sonucun anlamı üzerine düşünme eylemidir. bu yüzden endişe, zihinsel bir yüklenmedir ama aynı zamanda insanlaşmanın da göstergesidir. çünkü insan ancak değer verdiği şeyler için endişelenir.
kaygı (anksiyete), belirsizliğin doğurduğu bir alarm halidir. somut bir tehdit yoktur ama olasılık vardır. zihnin geleceğe dair olumsuz senaryolar kurması sonucu oluşur. hayvan korkar, ama insan kaygılanır. çünkü kaygı, bilinçli bir öngörünün ürünüdür. zihnin hem yaratıcı hem de yıkıcı potansiyelidir.
tasa, başka biri için duyulan içsel sorumluluktur. endişeden daha kişisel, kaygıdan daha bağlıdır. sevgiyle iç içedir. insan bir başkasını düşünmeden tasa duymaz. tasa bu nedenle hem bir bağlılık göstergesidir hem de bir yüklenmedir.
elem, yaşanmış bir kaybın içe işleyen izidir. acının daha sessiz, daha derin ama daha uzun süren halidir. insan kaybettiği bir şeyi düşünürken içinde duyduğu o ince sızı, elemdir. zamanla melankoliye de dönüşebilir.
acı, kaybın kendisiyle yüzleşme halidir. daha doğrudan, daha yakıcıdır. içinde hem fiziksel hem de duygusal yanma barındırır. sözcüğün kökeninde "yakmak" anlamı vardır. acı, insanın en temel varoluşsal duygularından biridir.
hüzün, bir yokluğa değil, bir yoksunluğa verilen duygusal tepkidir. güzel bir şeyin sona ermesi ya da artık ulaşılmaz oluşu, hüzün yaratır. acıdan farklı olarak yakmaz, elemden farklı olarak kabullenicidir. bir tür içsel teslimiyettir.
gam, tasa gibi düşünceden doğar ama çözümsüzlük duygusunu barındırır. içe çöken, çaresizlikle birleşen bir tür zihinsel karanlıktır. kişi gamlı olduğunda, artık eylemde bulunamaz hale gelir.
keder, kayıpların ardından gelen derin çöküntüdür. özellikle ölüm, ayrılık gibi dönüşsüzlük içeren deneyimlerden sonra ortaya çıkar. insanın tüm benliğini sarar. zamanla hem ruhsal hem de bedensel tükenmeye dönüşebilir.
bütün bu kavramlar, insanın duygusal haritasında ayrı noktalardır. her biri farklı bir yönü gösterir. ama modern dünya bu haritayı buruşturup cebine koydu. yerine "stres" gibi genellemeci kavramları getirdi. çünkü modern insanın derdi anlamak değil, işlevsellikti. insanın ne hissettiği değil, işe yarayıp yaramadığı önemliydi. duygu bir zihin faaliyeti olmaktan çıkarıldı, bir arıza belirtisine indirildi.
modernizmin dili, doğası gereği genelleyicidir. çünkü bireyin derinliğine değil, ortalamanın işleyişine göre çalışır. bireysel farklılıklar, kişisel duygulanımlar, özgül bilinç halleri, bu sistemin içinde sadece "verimsizlik" olarak görülür. dolayısıyla dil, ölçülebilir olanı önceler. ama ölçülemeyen şeyler, yani duygular, anlamlar, bağlamlar —sistemin dışına atılır. böylece insan, kendi duygularını sistemin içinde konumlandıramadığı için onları bastırmak ya da geçiştirmek zorunda kalır.
bastırılan her duygu, adlandırılamayan her içsel deneyim, insanı kendisine yabancılaştırır. çünkü insan kendisini ancak kendisine söylediği şeylerle tanır. kelime yoksa, kendilik de yoktur.
burada kelimenin gücü ortaya çıkar.
her kelime bir iz bırakır, bir bilinç alanı yaratır. "endişe" dediğinde, o duyguya dair farkındalığın başlar. "keder" dediğinde, onunla baş etmenin yollarını düşünürsün. kelime, sadece bir işaret değil, aynı zamanda yaradır-anlamdır. ve anlam, yalnızca ifade edilebildiği ölçüde taşınabilir. bu yüzden kelimeler yitirildiğinde, insan sadece ifade değil, anlamını - izlerini kaybeder.
bugün insanlar birbirini neden anlayamıyor? çünkü artık kelimeler anlamını kaybediyor. daha da kötüsü, artık yeterince kelimemiz yok. birkaç genel geçer kelimeyle, karmaşık duyguları anlatmaya çalışıyoruz. bu da sadece bir iletişim sorunu yaratmıyor; aynı zamanda bir varoluş sorunu yaratıyor. çünkü kişi kendi duygusunu tanımlayamadığında, onunla temas kuramaz. temas kuramadığı şeyi anlayamaz. anlayamadığı şeyi dönüştüremez.
bu yüzden mesele sadece tanımlamak değil, ama doğru tanım hem farkındalık hem de çözüm için ilk adımdır.
insan kendi içsel halini tanımlamayı başardığında, çoğu zaman kendi sorununu da çözebilecek yetkinlikte olacaktır. çünkü kelimeyle başlayan farkındalık, anlamla derinleşir; anlamla derinleşen içgörü ise eyleme dönüşür. ve bu eylem artık rastlantısal değil, bilinçli bir dönüşümün taşıyıcısı olur.
eğer genellemeci bir dil yerine detaycı, ayrıştırıcı, yerli yerinde bir dil kullanabilseydik, insanın ne hissettiğini anlaması ve anlatması da, başkalarının onu anlaması da çok daha mümkün (imkan dahilinde) olurdu. çünkü kelimeler sadece anlatmaz, aynı zamanda inşa eder.
kelime, ilk bakışta basit bir sesleniş, bir ifade aracı gibi görünür. ama onu anlamaya başladığımızda, aslında insanın varlığına, düşüncesine ve kaderine nüfuz eden en derin yapılardan biri olduğunu fark ederiz. "kelime", iz veya yara anlamına gelir. yani kelime, edilgen bir ses dizisi değil, etkileyen, iz bırakan, gerekirse yara açan bir varlıktır.
bir söz, muhatabında iz bırakıyorsa, işte ancak o zaman kelime olur. çünkü kelimenin özü, etkidir. düşünceye temas eder, duyguyu harekete geçirir, bedende gerilim oluşturur, yön verir.
kelime hem içte iz bırakır hem dışta iz bırakır. ağzımızdan çıkan söz, birini sarstığında, dönüştürdüğünde, yaraladığında ya da onardığında; işte o zaman gerçekten kelimedir.
bu bağlamda kelime, yalnızca bir anlatım aracı değil, aynı zamanda bir imkandır. çünkü eylem açığa çıkarır. düşüncede, ilişkide, algıda, duyguda ve zamanla eylemde bir iz bırakır. bu etkin doğasıyla kelime, sıradan bir taşıyıcı değil; hem düşüncenin doğuşu hem de davranışın ilk kıvılcımıdır.
işte bu noktada, kelimenin akılla ilişkisi devreye girer. akıl da arapçada "bağlamak" anlamına gelen "akele" kökünden gelir.
akıl, farklı parçalar arasında anlamlı bağlar kurma yetisidir. ama bu bağ neyle kurulur? kelimelerle...
kelime olmadan bağ kurulamaz, ilişki kurulamayan şey düşünceye dönüşemez, düşünceye dönüşemeyen şey ise aklın konusu olamaz. yani akıl, kelimesiz işleyemez.
insan bebeğini düşünelim. doğduğunda aklı yoktur. çünkü kelimesi yoktur. dünyaya nötr gelir. ama zamanla kelimelerle tanıştıkça, bu kelimeler arasında bağlar kurdukça, düşünmeye başlar. sorular sormaya, neden sonuç ilişkisi kurmaya, seçenekleri değerlendirmeye başlar. yani kelimelerle birlikte akıllanır. kelimeler ne kadar çoksa, bağ kurma kapasitesi, yani akıl da o kadar geniştir.
kelime aynı zamanda, sadece dış dünyayı değil, insanın kendini de inşa eder. çocuk ilk kez "ben" dediğinde, ilk özne oluş başlar. artık kendini, diğerlerinden ayıran bir varlık olarak kurmuştur. bu ayrım, bir kelimeyle gerçekleşir. o andan itibaren kelime yalnızca dışı değil, içi de şekillendirir. bu yüzden kelimeler, sadece dış dünyayı tanımlayan şeyler değil, aynı zamanda iç dünyanın haritasını çizen araçlardır. duygular, düşünceler, arzular, korkular; kelimelerle şekillenir, adlandırılır, anlaşılır.
bu anlayışın ışığında, şu derin mottoyu yeniden değerlendirebiliriz;
düşüncelerine dikkat et, kelimelerin olur; kelimelerine dikkat et, hareketlerin olur; hareketlerine dikkat et, alışkanlıkların olur; alışkanlıklarına dikkat et, karakterin olur; karakterine dikkat et, kaderin olur.
bu zincirin ilk halkası kelimedir. çünkü kelime, düşünceyi oluşturur ve dışa vurur. düşünceyi dile getirir, tanımlar, biçimlendirir. kelimeyle başlayan süreç, insanın davranışlarına, alışkanlıklarına, kimliğine ve sonunda hayat çizgisine kadar uzanır. kelime bir tohumdur. önce zihinde (bir düşüncenin içinde) köklenir, sonra dış dünyada kendine yer bulur ya da dışlanır. bu yüzden kelime sadece düşüncenin değil, karakterin de, kaderin de mimarıdır.
kelimeler bizi bir arada tutan, dünyayla ve birbirimizle ilişki kurmamızı sağlayan ağlardır. ama aynı zamanda bu ağ, bizi sınırlayan bir yapıya da dönüşebilir. çünkü bir şeyi kelimelere dökemezsek, onu düşünemez hale geliriz.
wittgenstein'ın dediği gibi; "dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır."
bu yüzden dil, sadece ifade değil, idrak alanıdır. neyi isimlendir ve tanımlayabilirsek, onu anlayabiliriz. neyi anlayamazsak, onunla bağımız kopar. (tanım nedir, bkz mantık kitapları)
tüm bunlar bize şunu gösteriyor; kelime, sadece dille ilgili değil; akılla, benlikle, toplumsallıkla, medeniyetle ve yaşamın ta kendisi ile ilgilidir.
insanı hayvandan ayıran şey düşünme yetisi değildir yalnızca; çünkü düşünce, kelimeler birbiri ile ilkeli ve tutarlı bir şekilde yan yana gelmeden şekillenemez.
insanı insan yapan, düşünen bir varlık olduğu kadar, kelimelerle düşünen bir varlık olmasıdır.
kilim ile kelime aynı kökten türer.
kilim odanın zeminini, kelimeler düşüncenin zeminini oluşturur. bozuk bir zemin üzerine sağlam bir şey inşa edilemez.
o halde doğru düşünebilmek için, her bir kelimeyi özenle seçmek ve olması gereken yere konumlandırmak zorundayız.
netice itibari ile insan, "stresliyim" dediğinde nelerin geçip gittiğinden (neleri kaybettiğnden) bi haberdir genellikle...