çalışanlar, her gün yüz yüze geldikleri müdürlerinden "insanca" bir sıcaklık, anlayış, empati, bazen bir tebessüm ya da biraz samimiyet beklerler. fakat çoğu zaman beklentiler karşılık bulmaz.
müdür; mesafeli, katı kurallar uygulayan, disiplinli, empatiden yoksun, soğuk ve hatta kimi zaman acımasızdır. bu durum, çalışanlar açısından "anlaşılmaz" bir hal alır.
oysa müdür kelimesinin etimolojik serüvenine bakıldığında, durumun duygularla değil, bu terimin yapısıyla ilgili olduğu görülür.
arapça kökenli "müdir" (مدير) kelimesi "etrafında dönmek, etrafında dolaşmak" anlamlarına gelen "dara" (دَارَ) fiilinden türemiştir.
"daire" (دَائِرَة) ve "idare" (إدارة) kelimeleri de aynı kökten türemiştir.
geometrik anlamda tüm noktaları merkeze eşit uzaklıkta olması dolayısı ile düşünce tarihi boyunca dairenin kusursuz düzenin sembolü olduğu varsayılmıştır.
idare etmek, daire misali kusursuz bir nizam oluşturmak ya da bu oluşumu muhafaza etmektir.
bu noktada müdür, bir "kişilik" değil, bir "fonksiyon" dur.
onun görevi, ne pahasına olursa olsun sistemi kusursuz döndürmektir; merkezden sapmaları, eğrilikleri, duygusal kaymaları tolere etmek yada anlamaya çalışmak değil, ortadan kaldırmaktır.
empati, anlayış, kişisel duyarlılıklar, müdürlük fonksiyonunun sınırlarına dahil değildir. zira müdürlük, insan olmakla değil, bir mekanizma ile ilgilidir. müdür, sistemin merkezindeki rotatif kuvvettir. onun kişisel değil, yapısal bir rolü vardır.
yönetim konulu eğitim alanlara sıklıkla sorulan bir soru vardır; "iyi bir insan mı olmak istersiniz, iyi bir yönetici mi?"
bu soru bir çelişki değil, bir açıklamadır. iyi bir insan olmak; anlayışlı, hoşgörülü, affedici, esnek, empatik olmayı gerektirir. iyi bir yönetici olmak, mekanik, kararlı, duyarsız, gereğinde acımasız ve soğukkanlı davranmayı gerektirir. bu ikisi, aynı bedende buluşamaz.
empati, mekanik düzenin düşmanıdır. çünkü empati kişiye odaklanır; yönetim ise bütüne-sisteme...
dolayısıyla bir müdürün soğuk, duyarsız, empatiden yoksun olması onun kusuru değil, pozisyonunun - rolünün gereğidir.
çalışanların yaşadığı hayal kırıklığı, kavramsal değil duygusal bir algı sapmasıdır. çünkü onlar müdürü bir kişi olarak algılar, oysa müdür teknik bir terimdir. kişiliğin değil, işlevin somutlaşmış halidir. astlarının duygusal ihtiyaçlarını (hatta rasyonel öznel beklentilerini) dikkate alan bir müdür, sistemin kusursuz çalışmasına mani olur. birine empatiyle yaklaştığında, diğerleri de öznel beklenti içine girecektir. bu nedenle yönetim, empatik değil mekaniktir. sistemler duygu taşımaz; görev tanımlarına göre çalışırlar. empatiyle düzen kurulmaz; empati bireyleri anlar ama sistemi yönetemez.
bir müdürün duygusuzluğu, onun kötü biri olduğu anlamına gelmez. müdür, kişisel olarak hoşgörülü ya da anlayışlı olabilir, ama bunu rolü gereği bastırmak zorundadır. çünkü müdür, bireyler için değil sistem için vardır.
burada, duygusal bir varlık olan insanın anlamakta zorlanacağı bir incelik söz konusu; birinin iyi yada kötü olması ne demektir? bu mesele duyguların değil salt aklın alandır...
bir kişinin yada bir şeyin iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olarak değerlendirilmesi çoğu zaman onun doğasından değil, onu değerlendiren gözün pozisyonundan kaynaklanır. çünkü değerler, nesnel varlıklar değil, zihinsel atamalardır. değer yargısı dediğimiz şey, gerçekliğin kendisinden çok, ona bakan zihnin içeriğiyle ilgilidir. bu nedenle iyi ve kötü gibi kavramlar, mutlak anlamda bir içeriğe sahip olmak yerine, bağlam içinde anlam kazanırlar.
bir müdürün sertliği, çalışan açısından kötü olabilir ama sistemin işleyişi açısından gerekli ve dolayısıyla iyi kabul edilebilir. bir savaş, saldırıya uğrayan için felaketken, saldıran için kahramanlık olabilir. bir yasa bir grubun özgürlüğünü savunurken, başka bir grubun sınırlandırılmasına neden olabilir. bu durum, iyilik ya da kötülüğün nesnede değil, o nesneye yüklenen anlamda olduğunu gösterir. dolayısıyla iyi ya da kötü olan o şeyin kendisi değil, bizim ona bakış biçimimizin ortaya çıkardığı yargıdır.
aynı şey güzellik ve çirkinlik için de geçerlidir. bir yüz ifadesi, bir davranış, bir fikir ya da bir sanat eseri bir toplumda estetik bulunurken, başka bir toplumda sıradan ya da itici bulunabilir. güzellik, çoğu zaman kültürel kodların ve alışkanlıkların biçimlendirdiği bir yargı alanıdır. bu nedenle estetik yargılar da tıpkı etik yargılar gibi evrensel değil, yerel ve özneldir.
platon bu sorunu idea öğretisiyle çözmeye çalıştı. ona göre her şeyin ideal bir formu vardı; adaletin, iyiliğin, güzelliğin ve yöneticiliğin dahi bir idea düzleminde saf hali bulunmaktaydı. insanlar bu formlara yaklaşabildikleri ölçüde gerçek ve erdemli olabilirlerdi. fakat bu bakış, ideal olanı sabitlerken insanın konumunu, geçmişini ve duygu dünyasını ihmal ediyordu. çünkü insanlar çoğu zaman ideaya değil, onun kırık yansımalarına temas ederler. insanların gerçek dediği şeyler, ideanın değil yorumun alanına girmektedir.
aristoteles, platon'un bu tutumunu fazla soyut bulur ve iyiliği eylemle ilişkilendirir. ona göre bir şey amacına uygunsa iyidir. bir bıçak iyi kesiyorsa iyi bir bıçaktır. aynı keskinlik bir öğretmen olduğunda ise bu artık iyi bir özellik değildir. bu yaklaşım, iyiliği sabit bir tanımdan kurtarıp bağlama ve işlevselliğe göre düşünmeye iter.
tüm bu örnekler gösteriyor ki, iyi ve kötü gibi kavramlar çoğu zaman hakikat değil kanaattir (kanaat, kanı ve kanmak aynı kökten türer). hatta çoğu zaman duygusal kanaattir. birini sevdiysek ona iyi, sevmediysek kötü dememiz an meselesidir. çoğu insan bir düşünceyi sadece sevdiği birinden geldiği için kabul eder, aynı düşünceyi başka bir ağızdan duyduğunda reddeder. bu, değer yargılarının ne kadar kişisel-öznel ve duygusal olduğunu gösterir.
bunca görecelik içinde peki ne yapılabilir? işte burada pozisyon farkındalığı devreye girer. yani kişi kendi baktığı yeri fark etmeli, başkalarının da kendi pozisyonundan farklı ama anlamlı bakışları olabileceğini kabul etmelidir. bu farkındalık, yargının önüne düşünceyi koyar. biri bize kötü göründüğünde belki de biz öyle konumlanmışızdır. aynı kişiye farklı bir yerden bakıldığında iyi görünebilir. bu, doğruyu eğip bükmek değil, doğruluğun bağlamla kurduğu ilişkiyi anlamaktır.
bu tür farkındalıklar empatiyi değil, anlamı ve adaleti mümkün kılar. çünkü empati bir kişinin duygusunu anlamakla ilgilenirken, anlam ve adalet mesafe almayı ve bağlama göre karar vermeyi gerektirir. birini anlamaya çalışmak değil, onun konumunu tanımak; kendi yargılarını mutlaklaştırmadan önce "ben bu yargıya nereden geldim" sorusunu sormak, düşünsel olgunluğun en önemli göstergelerinden biridir.
iyi ya da kötü yargıları nesnenin değil, yargılayanın aynasıdır. birine iyi diyen kişi, o kişi hakkında değil, kendisi hakkında bir şey söylemiş olur. çünkü her değer yargısı, onu söyleyenin geçmişini, alışkanlıklarını, korkularını, inançlarını, kültürünü ve konumunu içerir.
bu yüzden düşünmek isteyen biri, önce neye iyi dediğini değil, neden iyi dediğini sorgulamalıdır. bu sorgu başladığında, çoğu mutlak değer yerini düşünsel göreceliğe bırakır. bu ise yargılamayı değil, anlamayı getirir. çünkü anlamak için mutlak doğruya değil, göreli konumlara duyarlı bir zihin gerekir.
ve nihayetinde şunu söyleyebiliriz ki, değer yargıları düşüncenin değil, çoğu zaman duyguların ürünüdür. bu yüzden birini yargılamadan önce, kavramları yeniden düşünmek, kelimeleri sahiplenmeden önce onları sınamak ve iyilik ile kötülüğün hangi zeminde biçimlendiğini görmek gerekir. bu farkındalık, düşüncenin başladığı noktadır. çünkü ancak burada, kendimizden uzaklaşıp kavramlara yaklaşabiliriz.
ana konuya dönecek olursak, müdürden anlayış bekleyen biri, müdür derken ne dediğini bilmiyor demektir. çünkü kavramın içeriğini duygusal beklentileriyle doldurmuş, yapısal anlamını göz ardı etmiştir. bu durum insanın genel eğilimidir; kelimeleri hisleriyle anlamlandırmak, işlevlerini değil çağrışımlarını önemsemek. ama düşünce dediğimiz şey, kelimelerin çağrışımlarına değil, kökenlerine ve işlevlerine sadakatle yaklaşmayı gerektirir.
müdür kavramı üzerinden düşünmek, insan aklının ne kadar bağımsız çalışabildiğini (yada çalışmadığını) sınamak bakımından değerli. çünkü burada akıl ile duygu, kavram ile beklenti, işlev ile hissiyat karşı karşıya gelir. düşünen zihin, müdürden empati değil tutarlılık bekler. çünkü bilir ki adalet, ancak duygudan arınmış ilke, kurallar ve barış ile mümkündür. bu yüzden müdür, sevilesi değil konumunun gereklilik ve sorumluluklarını bilen, tutarlı bir figür olmalıdır. o da diğerleri gibi kendinden büyük bir şeyin parçası nihayetinde. yani o kişisel değil yapısal bir figürdür.
insanlık tarihi boyunca en çok karıştırılan şeylerden biri de budur: kişisel olanla yapısal olanı ayıramamak. öğretmeni arkadaş sanmak, hakimi anlayış beklenen biri gibi görmek, polisi kişisel vicdanla hareket eden biri olarak değerlendirmek... oysa bu roller, kişiden bağımsız bir sistemin parçalarıdır. onları anlamak, kişiyi değil kavramı ve dolayısı ile realiteyi anlamakla mümkündür. bu nedenle müdürü anlamak isteyen biri önce duygularını susturmalı, sonra kelimenin kökenine eğilmelidir. müdür, döndüren merkezdir; kendi duygularında dönen biri değil.
ve işte düşünmek de tam burada başlar. çünkü düşünmek, kavramları ve terimleri hissettikleriyle değil, olduklarıyla kavramaktır. bu yetkinlik, insanın olgunlaştığının göstergesidir. müdürü yargılayan değil, müdürü anlayan kişi düşünmeye başlamış demektir. çünkü artık kavramlar ve terimlere değil, öznel beklentilerine (arzularına) mesafe koyabilmiştir.
realiteyi ıskalayıp, sürekli hayal kurdukları için kendilerine katılmam mümkün olmasa da, tarih boyunca düşünce insanları bu kavram ve terimler üzerine az yada çok düşünmüşlerdir.
platon'un düşünce dünyasında gerçeklik ikiye ayrılır; duyularla algılanan değişken, geçici olan dünya ve onun ötesinde var olan değişmeyen, mükemmel ve ideal form dünyası. bu form dünyasında her şeyin bir özü, ideali vardır. bu, sadece nesneler için değil, kavramlar için de geçerlidir. adaletin, iyiliğin, güzelliğin ve hatta yöneticiliğin dahi bir ideası vardır. gerçek dünyadaki yöneticiler, bu ideal yöneticiliğin sadece silik ve bozulmuş yansımalarıdır.
platon'a göre yönetici, sıradan bir görevlilik değil, bilgeliğe yaklaşan bir varlık durumudur. onun "filozof kral" öğretisi, sadece güç sahibi olmanın değil, hakikati bilenin yönetmesi gerektiği fikrine dayanır. filozof kral, idea dünyasına ulaşmış, o ideaların bilgisine sahip olmuş ve bu bilgiyi halkın yararına kullanabilecek erdemli bir yöneticidir. böyle bir yönetici, kişisel çıkar, iktidar tutkusu ya da halkın duygusal beklentileriyle hareket etmez. onun görevi, düzeni kurmak ve adaleti tesis etmektir; tıpkı yukarıda konuştuğumuz daire gibi, her parçayı merkezden eşit uzaklıkta tutarak düzeni döndürmek.
fakat platon'un ideal yönetici (yada devlet) modeli, pratik dünyanın koşullarıyla uyuşmadı. tarih boyunca yöneticiler, halkın talepleriyle, iktidarın gerçekleriyle, ekonominin zorunluluklarıyla ve kendi kişiliklerinin sınırlılıklarıyla yüzleşmek zorunda kaldılar. böylece ideal yönetici fikri, yerini daha gerçekçi modellere bırakmaya başladı.
modern yönetim kuramları, bu idealist beklentileri terk ederek, yöneticiyi bir aktör olarak değil, bir işlev olarak tanımlamaya başladı. özellikle endüstri devrimi sonrası gelişen yönetim biliminde yönetici, tıpkı bir makinenin dişlisi gibi görev tanımı olan ve bu görevi verimlilik, ölçülebilirlik ve performans esasına göre yerine getirmesi beklenen biridir.
frederick taylor'un "bilimsel yönetim" yaklaşımı, yöneticiyi bir karar verici değil, bir düzenleyici olarak görür. taylor'a göre iyi yönetici, süreçleri optimize eder, zaman ve kaynak israfını azaltır, görevleri standartlaştırır. burada insani duyarlılıklar ya da bireysel farklılıklar değil, sistematiklik ve verimlilik esastır. bu yaklaşımın müdür figürü, yukarıda belirttiğimiz gibi mekanik ve duygudan yoksundur.
buna karşılık, 20. yüzyılın ortalarında insan ilişkileri kuramları gelişmeye başladı. elton mayo'nun hawthorne deneyleriyle birlikte, çalışanların yalnızca mekanik varlıklar değil, duyguları, motivasyonları ve sosyal bağları olan bireyler olduğu fark edildi. böylece "liderlik" kavramı, "yöneticilik" kavramından ayrılmaya başladı. lider, sadece emir veren değil; motive eden, ilham veren, ortak bir vizyon oluşturan ve duygusal bağ kurabilen bir figür olarak tanımlandı.
bugün modern yönetim literatüründe sıklıkla "lider" ve "yönetici" ayrımı yapılır. yönetici, düzeni sürdürendir; lider, dönüşümü başlatandır. yönetici mevcut sistemi korurken, lider sistemi sorgular ve yenilik getirir. yönetici denetler, lider yönlendirir. yönetici kuralları uygular, lider bağlamı okur. bu ayrım her zaman net değildir; zira birçok kişi hem yönetici hem de lider olmak durumundadır. ama ikisi arasında derin bir fark vardır: yönetici daha çok zekayla, lider ise duygu ve vizyonla çalışır. biri mevcut yapıyı korur, diğeri anlam yaratır.
fakat iş dünyasında ya da devlet yönetiminde her zaman lidere ihtiyaç yoktur. bazen düzenin devamı, yenilikten daha önemlidir. bu noktada mekanik yönetici figürü tekrar sahneye çıkar. duygusal bağ kurmayan, kişilerden çok süreçlere odaklanan, veriye göre hareket eden, ölçülebilir hedefleri takip eden bu yönetici tipi, sistemlerin sürekliliği açısından vazgeçilmezdir. çünkü duygusal kararlar çoğu zaman istikrarı bozar.
öte yandan sadece mekanik yöneticiye bırakılmış bir sistem, canlılığını kaybeder. insanlar yalnızca emirlerle değil, anlamla da çalışırlar. bu yüzden çağdaş yönetim yaklaşımları her iki rolü birleştirmeye çalışır. yöneticiden hem sistem kurması hem de insanlara dokunması beklenir. fakat bu da çoğu zaman imkansız bir beklentidir.
platon'un dediği gibi; erdemli, bilgili, adil ve yönetim gücüne sahip insan nadiren bulunur. insan ya sistem kurar ya da insan kazanır. çok azı ikisini birden yapabilir.
işte bu nedenle, platon'un ideal yöneticisi gerçek dünyada bir hayaldir. bu hayal, yöneticilik mesleğinin anlamı üzerine düşünmek için güçlü bir nedendir. çünkü bize, bir yöneticinin ne olabileceğini değil, ne olması gerektiğini gösterir. ve bu fark, insan aklının duygulardan arınıp ideaya (ideal olana) yaklaşma çabasıyla ilgilidir.
yani bir müdürden şikayet eden biri, aslında müdürü değil, kendi beklentilerinin hayali doğasını tartışmalıdır. çünkü müdür, platon'un idea dünyasındaki adil kral değil; modern dünyanın mekanik çarkıdır.
lider mi, yönetici mi; bunu anlamak için önce kendi beklentilerimizi sorgulamamız gerekir.
yada gelinen günde herkes için özgürlük ve adaletin tesis edilememiş (hatta bu durumda edilemez) olduğundan yola çıkarak, mevcut düzenin bizim bilmediğimiz bir amacının olabileceğini varsayıp, bunu yadsıyıp en temelden yeniden düşünmeliyiz.
ama her halukarda duygularımız dahil olduğunda düşünme faaliyetinin gerçekleşmediği, sadece öznel yargılarımızı (her biri birer sanrıdır) hakikatin yerine koyduğumuzu anlamalıyız...