16 Mayıs 2025 Cuma

insan konuşarak anlaşan, düşünenerek uzlaşan bir canlı mı?

düşünme faaliyeti genellikle bir soyutlama faaliyetidir. "akıl nedir", "insan nedir", "düşünme nedir", vb  sorulara yanıt ararken, idealize ederiz kavramları. istemsizce iyiyi ve ideal olanı arar hep aklımız. oysa bir de realite söz konusu. o halde biraz da realite üzerine düşünmek icab eder; dürüstlük gereği...

 

insan, kendini "konuşarak anlaşan, düşünerek uzlaşan" bir varlık olarak tanımlar. kendisine, hayvanlar aleminden farklı ve üstün bir bilinç atfeder. ama gerçek hayatta sergilediği davranışlar bu idealin çok uzağındadır.


sadece tarihte değil, şimdi de insan, çoğunlukla "güce dayalı aksiyonlar - çözümlerle hareket eden" bir canlıdır. yani fiiliyatta hayvanlara benzer ama bunu kabul etmez. 


dünyanın bir çok yerinde kadın ve çocukların, erkeklerin savaşında kurşun-bomba altında kalmaları ve hatta binlercesinin ölmesi bahse konu edindiğimiz problemi reddi mümkün olmayacak şekilde ortaya koymakta.

ama ne kadar barbar olursa olsun insan, kendisini doğadan soyutlamaya çalışır, ama doğanın yasalarıyla yaşadığını fark etmeden... barbar insan, ürettiği gerekçelerle medeni olduğunu iddia eder yani.

burada çok önemli bir dilsel çarpıtma da bu çelişkiye eşlik eder. bizim bugün "konuşmak" fiili olarak kullandığımız kelime öz türkçede "kon-" kökünden türer ve özünde "bir yere konmak, yerleşmek, inmek" anlamına gelir. 

kuşun dala konması ya da bir kervanın konaklaması gibi. bu kök üzerine gelen işteşlik ekiyle oluşan "kon-uş-mak" ise, birden fazla canlının aynı yere yönelmesi, bir araya gelmesi anlamına gelir. yani kelime yapısal olarak, fiziksel ya da sembolik bir buluşmayı ifade eder. 

konak, konaklamak, konuk, komşu (aslı konşı), konum kelimeleri de konuşmak kelimesi ile aynı kökten türer. 

konuşmak fiili özünde, sözlü anlamda bir düşünce alışverişi içermez. bu yüzden günümüzde "konuşmak" fiilinden beklenen anlam, kelimenin etimolojik yapısıyla örtüşmez. 

zaten insanlar çoğu zaman konuşmaz; sadece konumlarını paylaşır, varlıklarını duyurur ve güçlerini sergiler... 

halbuki gerçek anlamda "söz söylemek" ya da "söz üretmek", yani bilinçli bir düşünce aktarımı köken olarak "tanu-" fiiline dayanır. 

divanü lügat'it türk'te bu fiil "söz buyurmak, tavsiye etmek" anlamında "tanı-mak" fiilidir.

yani gerçek söz, muhatabı tanımaya yönelik bir bilinç içerir. eğer konuşma, muhatabını tanımak ve anlamak için yapılmıyorsa, o zaman ne aanlam taşır ki? 

bu nedenle gelinen günde düşünmeden kullandığımız "konuşmak" kelimesi, gerçek anlamıyla daha çok "danışmak" fiiliyle ifade edilmelidir (ya da bu açıdan düşüncenin konusu edilmelidir). 

danışmak, muhatabını tanımak, birlikte düşünmek, birlikte akıl yürütmek ve sözün bir taraf değil iki taraf için de dönüştürücü olmasını sağlamaktır. bu bağlamda konuşmak, güç göstermek değil, ortak bilinç oluşturmak olmalıdır. 

gerçek hayatta insanların büyük çoğunluğu bu karşılıklılığı (işteşliği) gözetmez. konuşma, çoğu zaman karşısındakini kendi düşüncesine ikna etmek, bastırmak ya da pes ettirmek için kullanılır. böylece konuşma, bir uzlaşı aracı olmaktan çıkar, bir araçsallaşmış güç haline gelir. zihinle bastırma, beden gücüyle bastırmanın yerini alır. bu durumda konuşmak da tıpkı fiziksel şiddet gibi, bir üstünlük kurma çabasına dönüşür.

dolayısıyla "insanlar konuşarak anlaşır" ifadesi, gerçekte bir yanılsamadır. çünkü insanlar, genellikle ancak çıkarları kesiştiğinde uzlaşırlar. bu kesişme de içsel bir empati ya da anlayışla değil, dışsal bir zorunlulukla ortaya çıkar. taraflar güçlerini ölçer, riskleri tartar ve ancak karşılıklı kayıp ihtimali ortaya çıktığında "konuşmayı" tercih eder. bu konuşma da barışçıl bir doğanın değil, dengenin zorunlu sonucudur. örneğin iki devlet, birbirine saldıracak güçleri olduğu kadar, birbirine kaybettirecek güçleri de olduğunu bildiğinde masa kurulur. o masa, barışın değil, tehdidin dengesidir.

tarih boyunca insanlık bunu tekrar tekrar yaşamıştır. savaşlar, sömürüler, katliamlar hep güce dayalı yürütülmüş, masa ise ancak güç dengesi sağlandığında kurulmuştur. sömürgeci devletler, askeri ve ekonomik üstünlüklerini kullanarak başka toplumların kaynaklarını yıllarca talan etmiş; ne zaman ki bu halklar direnme gücüne ulaşmış, o zaman masa gündeme gelmiştir. 

konuşma, ancak güç dengesi kurulduğunda başlar. uzlaşı, güçsüzlüğün zorunlu sonucu olur. yani uzlaşmak, çoğu zaman etik bir bilinç değil, konjonktürel bir zorunluluktur. bu nedenle insan, uzlaşan bir bilinç taşıdığı için değil, başka çaresi kalmadığı için uzlaşır.

bireysel düzeyde de bu gerçeklik değişmez. örneğin bir iş yerinde güçlü konumda olan bir yönetici, çalışanların taleplerini dinlemez, konuşmaz, görmezden gelir. ama bu çalışanlar örgütlenip, hak aramaya başladığında; yani güç dengesi değiştiğinde, o yönetici konuşmayı tercih eder. burada konuşma, bir anlayıştan değil, riskten doğmuştur. yine bir evlilikte, bir taraf sürekli olarak diğerini bastırıyorsa, orada konuşma değil monolog vardır. ne zaman ki, karşı taraf kendi sınırlarını belirler ve denge kurmaya başlarsa, ancak o zaman gerçek anlamda konuşma mümkün olur.

insan, gücünü kullanarak bir "kazanç" elde ettiğinde bunu "haklılık" ya da "gerçek bir kazanım" sanır. ama bu yanıltıcıdır. 

çünkü kazanç, düşüncenin ya da doğruluğun ürünü değil, pozisyon ve imkanın sonucudur. örneğin bir şirket piyasadaki diğer küçük firmaları yok ederek büyürse, bu onu haklı yapmaz. ama o şirket, gücünü kullanarak elde ettiği sonucu "başarı" diye tanımlar. 

tıpkı doğada güçlü olanın avlanma hakkını elde etmesi gibi. bir aslan, ormandaki diğer hayvanlara göre daha güçlüdür. bu nedenle avlanır, hükmeder, lider olur. bu onun düşünsel ya da ahlaki olarak haklı olduğunu göstermez. sadece güçlü olduğunu gösterir. insan da çoğu zaman bu hayvani yasalarla hareket eder ama bu gerçeği görmez (hatta görmemek için çabalar).

bu noktada insanı "düşünen hayvan" olarak tanımlamak bile fazla iyimser olabilir. çünkü düşünmek, sadece fikir üretmek değil, o fikri neden ürettiğini bilmek; ona karşı dürüst olmaktır. ama insan, çoğu zaman kendi fikirlerine dahi dürüst değildir. 

kendi gücünü, kendi çıkarını, kendi pozisyonunu savunurken bunu evrensel bir doğruluk gibi sunar (bahanesi bitmez. oysa tüm bahaneler gayri aklidir). böylece hem güç kullanır hem de bunu "uygar bir hak" gibi gösterir. bu da insanı, hem doğaya benzeyen hem doğasını inkar eden bir çelişkiye iter. insan doğaya benzer; çünkü tıpkı diğer canlılar gibi hayatta kalmak, üstünlük kurmak, kazanmak peşindedir. ama aynı zamanda doğayı inkar eder; çünkü bu benzerliği kabul etmez, kendini hep doğadan ayrı ve yukarıda konumlandırır ("insan, düşünen canlıdır" güzellemesinde olduğu gibi). 

sonuç olarak insan, ne konuşmanın ne uzlaşının ne de düşünmenin ne anlama geldiğini tam anlamıyla kavramış değildir. elde etmek, başarmak, kazanmak, haklı olmak gibi dürtülerle hareket eder. bu dürtülerle istediğini elde ettiğinde kendini haklı ve başarılı sayar. ama bu sadece bir yanılsamadır. çünkü bu kazanım düşünsel ya da ahlaki bir temele değil, hayvani bir içgüdüye dayanır. insan, doğayı aşıp bilinçli bir varlık olmak isterken, doğanın en ilkel yasalarıyla hareket eder. böylece kendi doğasına benzediği ölçüde, doğasını inkar ederek bir başka büyük çelişkiye daha sürüklenmiş olur. işte bu, insan olmanın en temel ama en az fark edilen çelişkilerinden biridir; doğaya benzediğini inkar ederek, doğayı aşmaya çalışmak… ama o doğanın yasalarıyla yaşamaya devam ederek!

bu çelişki sadece bireyde değil, toplumsal kurumların tümünde görülür. siyasette, barış, uzlaşı ve diyalog ideal olarak öne sürülür, ama iktidar çoğu zaman güç üzerinden kurulur. bir siyasi liderin en büyük meziyeti, ikna etmek değil, rakiplerini etkisiz hale getirmek olur. yasalar, anayasa, temsil sistemi konuşmayı mümkün kılar görünse de, fiiliyatta bu bir dengeyi bozmama arayışıdır. muhalefet iktidar olduğunda sesi yükselir, davranışları değişir. bundan hiç biri kaçınamaz. çünkü mesele söz değil, pozisyondur. konuşmak, gücün biçimini değiştirmenin aracıdır sadece.

dinlerde de bu çelişki belirgindir. barış, hoşgörü, sevgi gibi kavramlar dinlerin merkezinde yer alır ama tarih boyunca dinlerin güce dönüşen yorumları savaşlara, ayrımlara, dışlamalara neden olmuştur. farklı düşünenin aforoz edilmesi, sorgulayanın sapkın ilan edilmesi, inancı paylaşmayanın yok sayılması, hep güçle yapılan müdahalelerdir. dinde sözün değeri, ancak güce tabi olduğu sürece korunur. hakikat konuşmak değil, hakikati sahiplenmiş olmakla ilişkilendirilir. böylece "tanu-" kökünden gelen gerçek söz (muhatabını tanıma edimi), yerini buyruğa bırakır.

ailede ise konuşmanın değeri çoğu kez hiyerarşiye tabidir. ebeveyn-çocuk, erkek-kadın ilişkisinde konuşmak, çoğu kez eşit iki öznenin buluşması değil, bir tarafın diğerine ne yapması gerektiğini bildirmesidir. aile içi uzlaşı, güce dayalı sessizlikle sağlanır. konuşmak ise çoğunlukla çatışma korkusuyla ertelenir. çocuk dinlenmeden büyür, kadın susturularak uyum sağlar, erkek söz sahibi olduğu için haklı sayılır. burada da konmak fiili yürürlüktedir; çarpık biçimde herkes yerini bilir, yerini terk eden yadırganır.

hukuk alanında da benzer bir yapı işler. mahkemeler konuşma alanlarıdır görünürde, ama bu konuşmalar da gücün belirlediği sınırlar içinde geçer. yargıç bir şey söyler, avukat bir şey söyler, tanık bir şey söyler ama bunların hepsi belirlenmiş roller içinde konuşur. burada da gerçek anlamda bir tanuşmak (karşılıklı tanıma) değil, prosedürel bir hüküm süreci işler. adaletin amacı, hakikati tanımak değil; düzeni sürdürmektir çoğu zaman.

böylece ister birey, ister kurum, ister toplum düzeyinde olsun, konuşmak; uzlaşmak, düşünmek, tanımak gibi yüksek bilinç düzeylerine değil, güç dengesine bağlı olarak devreye girer. 

insanlar konuşarak anlaşmazlar; ancak mecbur kaldıklarında konuşur gibi yaparlar. hakikat, çoğu kez ancak dengelenmiş korkunun ve sınırlanmış çıkarın içinde konuşulabilir olur. 

işte bu yüzden, insanın konuşmakla övünmesi, konuşmayı tanımadığı içindir. tanu köküyle gelen söz, artık bir tanıma eylemi değil, bir konum ilanıdır sadece. ve bu da insanı, hem hayvanlara benzeyen hem de hayvanlara benzemediğini söyleyerek daha da hayvansılaşan bir canlı haline getirir.

14 Mayıs 2025 Çarşamba

baba kavramı üzerine düşünceler.

baba kavramı üzerine...


baba diye bir varlık yoktur. bu ifade ilk anda garip ya da kışkırtıcı görünebilir ama baba doğulmaz, baba  olunabilir bir şeydir, o da ancak gerekli koşullar sağlandığında. 

bir kadınla bir erkek cinsel birliktelik yaşayabilir. bu birliktelikten bir çocuk dünyaya gelebilir. ama eğer erkek eylemlerinin sorumluluğunu rededer ve kadındanı terkeder, doğacak ya da doğmuş çocukla hiçbir duygusal, fiziksel ya da ahlaki bağ kurmazsa ona baba demek ne kadar mümkündür? 

çocuğun ruh dünyasında, yaşam çizgisinde, değerlerinde hiçbir izi olmayan birine sadece genetik bir bağ (15dk'lık bir birliktelik) nedeniyle baba demek, bu kavramın içini boşaltmak değil midir? 

o halde baba, sadece bir unvan değil, bir sorumluluklar bütünüdür. bir çocuğun varlığı karşısında "ben buradayım" diyebilen bir varlık olmaktır baba.

dolayısıyla "baba" kelimesi, ancak belirli niteliklerin varlığıyla anlam kazanır. çocuğuyla ilgilenmeyen, onu kabul etmeyen, onun annesini yok sayan, sorumluluklarını bile isteye - seve seve üstlenmeyen bir erkek için "baba" kelimesi kullanmak doğru değildir. baba, bir görev değil; devamlılık isteyen bir duruştur, bir bilinçtir. işte ancak bu bilinci dikkate alarak "baba" kavramını çözümleyebiliriz.

baba, bir sıfat değil, bir ilişkinin sonucu olarak ortaya çıkan; yalnızca biyolojik değil, çok katmanlı bir kavramdır. bu nedenle sadece bir kişinin değil, bir konumun adıdır. baba olmak, sadece bir çocuğun dünyaya gelmesine vesile olmak değil, o çocuğun hayatında, zihninde, dünyasında anlam taşıyan bir varlık olmaktır.

en temel ayrım şudur; bir erkek baba olabilir ama her erkek baba değildir. çünkü baba olmak, yalnızca bir doğumun ardından verilen bir unvan değil, bir yaşam biçimidir. tıpkı anne olmanın yalnızca doğurmakla sınırlı olmadığı gibi.

erkeklik ve baba olmak, iki ayrı şeydir. erkeklik biyolojik ve yalın bir özellikken, baba olmak bu özelliğin kompleks bir sorumluluğa dönüşmesidir. 

erkeğin katkısı başlangıçtır ama "baba" olmak o başlangıcın yıllara yayılan devamlılığıdır. bu devamlılık, bakım, varlık, koruyuculuk, yön vericilik, destek, anlam üretme ve anlama çabası biçiminde tezahür eder.

bir çocuğun dünyasında baba, çoğu zaman "güven" duygusunun taşıyıcısıdır. çocuk ilk olarak anneyle bedensel bir bağ kurar ama dış dünya ile ilişkisi büyük ölçüde baba aracılığıyla şekillenir. baba burada sınırları çizen, "hayır" diyen, ama aynı zamanda "buradayım, seni tutarım" diyendir. bu yüzden babanın psikolojik varlığı, çocuğun iç dünyasında düzen ve yön hissiyle iç içe geçer. babanın olmaması ya da tutarsızlığı, çocuğun ruhsal dengesinde boşluklar ve çatlaklar bırakabilir.

baba, çocuğa "dünya seni umursuyor" mesajını verir. bu nedenle baba ilgisizse, çocuk yalnızlıkla değil, dünyayla ilgisizlikle yüzleşir. işte bu yüzden bazı bireyler yıllar sonra bile babalarıyla yüzleşmeyi arzu ederler; çünkü aslında dünyaya dair anlamlandırmaları eksik kalmıştır.

toplumlarda baba figürü tarihsel olarak güç, otorite ve aile reisi gibi rollere yüklenmiştir. ama bu rollerin çoğu çağlar boyunca "erkek egemenliği" yle karıştırılmış ve sevgi, merhamet, güven gibi baba olmanın asli parçaları ihmal edilmiştir. baba olmak, yalnızca ekmek getiren adam olmak değil, duygusal varlığına ve rehberliğine daima ihtiyaç duyulan kişi olmaktır.

gelinen günde babalık, giderek "annelik gibi" bir bağlanmayı da kapsar hale gelmiştir. artık çocuk büyütme sadece annenin görevi olarak değil, baba ile birlikte yürütülen ortak bir sorumluluk olarak görülüyor. bu da babalığın yeniden tanımlandığı bir dönemi işaret eder.

baba, evliliğin çocuğa dönük boyutunun ifadesidir. evlilik iki kişi arasındaki birliktelikse, baba olmak bu birlikteliğin üçüncü bir kişiye yönelmiş sorumluluğudur. ama dikkat; baba olmak için evlilik şart değildir; ama çocuğun güvenli büyümesi için bir "bağlılık sözleşmesi" gerekir ki, bu sözleşme en sağlam şekilde evlilikte kurumsallaşır. evlilik burada sadece nikah değil, sorumluluğu paylaşma, birlikte yürüme, birlikte karar alma, birlikte büyütme anlamına gelir.

https://mstbysl.blogspot.com/2025/04/dogal-birlikteliklerden-dusunsel.html

baba, sadece çocuğa karşı değil, eşine, ailesine, hatta kendi geçmişine karşı da sorumluluk taşıyan bir figürdür. bir babanın kendi çocukluğunda yaşadığı eksikler, farkındalıkla yeniden üretilip aktarılmazsa zincirleme travmalar oluşur. çünkü baba olmak, yalnızca bir rolü oynamak değil, o rolü inşa etmektir. iyi bir baba olmak, iyi bir eş, iyi bir insan, iyi bir rehber olmayı da gerektirir.

baba sevgisi genellikle daha az gösterilen ama derin olan bir sevgi türü olarak tanımlanır. annelik daha çok sarıp sarmalama üzerinden tanımlanırken, babalık daha çok yön gösterme, yol açma, bazen de geri çekilerek alan tanıma üzerinden işler. ama bu, sevgisiz değil; aksine, özgürlüğe saygı duyan bir sevgi biçimidir. babanın çocuğuna duyduğu sevgi, bazen sessizdir ama onun yokluğunda çocuk o sessizliğin ne kadar anlam yüklü olduğunu hisseder. baba sevgisi, çocuğa "kendin olabilirsin, ama bu dünyada yalnız değilsin" demektir.

baba, aslında çocuğun hayatındaki ilk "başka" dır. çocuk annenin bir parçasıdır ilk anda. anneden gelir o, baba ise "öteki" dir ilk etapta. bu ötekiyle ilişki kurmak, çocuğun benlik gelişiminde bir eşiği ifade eder. çocuğun kendi sınırlarını ve başkalarının varlığını kabullenmesi, büyük ölçüde baba figürü üzerinden gerçekleşir.

baba, genellikle çocuk tarafından yüceltilir. ama büyüyen çocuk, babasının da kusurları olduğunu gördüğünde bir kırılma yaşar. işte burada baba, çocuk için ya bir hayal kırıklığına dönüşür ya da bir insan olarak anlaşılır hale gelir. bu fark, babanın çocuğu ile kurduğu ilişkinin içtenliğiyle doğrudan ilişkilidir. baba olmak, çocuk tarafından sevilmeye çalışmak değil; çocuk tarafından anlaşılmayı göze almaktır. çünkü bir gün çocuk sorar; "sen neredeydin, ne yapıyordun, ne düşünüyordun?"... baba bu sorulara hazırsa, işte o zaman gerçekten oradadır.

hiç kimse bir anda baba olmaz. aklı başında adam önce kendi çocukluğunu anlar, sonra geçmişiyle yüzleşir, sonra kendine baba olur; geçmişini affeder, bugünü sahiplenir, geleceği inşa eder. kendine baba olan bir adam, başkalarına da rehber olabilir. çünkü baba olmak, sadece bir çocukla ilişkili olmak değil, zamanla ilişkili olmaktır. geçmişin yükünü taşımamak, geleceğe dair sorumluluk duymak ve bugünde ilkeli, ölçülü ve tutarlı var olmaktır.

baba, bir unvan değil, bir emektir. bazen el uzatan, bazen geri çekilen, bazen omuz olan, bazen gözyaşını saklayan bir duruştur. baba olmak bir sorumluluk değil, sorumluluğun ta kendisidir. ve her çocuk, hayattaki ilk cümlesini babasının varlığı ya da yokluğuyla tamamlar. bu yüzden "baba", bir ad değil, bir cevaptır; "ben buradayım"...

ve işte tam bu noktada, en kritik gerçek üzerine düşünmek gerekir; iyi bir baba olmanın ilk ve en temel şartı, iyi bir eş olmaktır.

çünkü baba, sadece çocukla değil, çocuğun annesiyle kurduğu ilişkiyle de şekillenir. bir adam eşine karşı sevgi, saygı, sorumluluk, anlayış ve adalet duygusunu içselleştirememişse; çocuğuna dair her davranışı eksik ve çelişkili olacaktır. annesiyle ilkeli, ölçülü ve sürdürülebilir bir ilişki kurmamış birinin, çocuğa değer verdiğini söylemesi bir yanılsamadır. çocuk yalnızca kendisine söylenenleri değil, evde olup biteni izler. annesinin hiçe sayıldığını, görmezden gelindiğini ve dolayısı ile aşağılandığını gören çocuk, babasının ilgisini "çarpık" bir sevgi olarak içselleştirir. bu hem çocuğa hem sevgiye ihanettir.

iyi bir eş olamayan birinin iyi bir baba olması düşünülemez. eşine karşı sabırlı olmayan, empati kuramayan, adil olamayan, birlikte karar alamayan bir adam, çocukla da aynı hataları tekrarlar. sevgi adı altında kontrol kurar, koruma adı altında kısıtlar, disiplin adı altında korku salar.

çocuk, yalnızca biyolojik bir doğumun çıktısı değil; iki insanın ilişkisinin, yaşam anlayışının, değer dünyasının bir yansımasıdır. bu yansıma, ancak eşler arasında güvene, saygıya ve karşılıklı anlayışa dayanan bir ilişki varsa sağlıklı olur. bu ilişki çocuğa görünmez ama sağlam bir zemin oluşturur; düşmeden yürümesini, korkmadan denemesini, travmasız büyümesini sağlar.

bu yüzden baba olmak, önce medeni insan olmakla, sonra eş olmakla başlar (ikisinin sorumlulukları ayrı ayrıdır). eğer bir adam eşine karşı dürüst, açık, sorumlu, anlayışlı ve sevecen değilse; çocuğa ne kadar oyuncak alırsa alsın (buna rüşvet versin de denebilir), ne kadar zaman geçirirse geçirsin, bir bütünlük oluşturamaz. çocuk hisseder, çocuk görür, çocuk anlar. çocuk, annesine saygı duyan bir babayla büyürse ancak o zaman kendine de, yaşama da saygı duymayı öğrenir.

bu yüzden; baba olmak bir çocuğa sahip çıkmak değil, önce eşine, sonra birlikte kurulan hayata, sonra o hayattan doğan yeni cana saygı göstermektir. ve bu saygı sözcüklerle değil, her günkü davranışlarla, kararlılıklarla, geri adımlarla, sabırla, emekle, bilinçle edilir.

çünkü çocuğun ilk güvendiği yer, anne ve babanın birbirine olan tutumudur. orası çökerse, çocuğun dünyası da çöker - güvensizleşir.

bir adam karısına nasıl davranıyorsa, çocuğunun geleceğini de öyle inşa eder... 

13 Mayıs 2025 Salı

karmaşanın nedeni, bir fiil olaylar değil yorumlar olmasın...

karmaşanın (dahası toplumsal sorunların) nedeni, bir fiil olaylar ya da olgular değil yorumlar olmasın...


insanlık tarihine, topluma, aileye ya da bireysel ilişkilere bakıldığında bir hakikatin fark edilmesi kaçınılmazdır; yaşanan hiçbir kargaşa, çatışma ya da savaş, yalnızca olaydan ibaret değildir.

görünüşte somut bir neden vardır; bir davranış, bir söz, bir eylem, bir kaza, bir karar… fakat dikkatle bakıldığında bu somut nedenin kendisi değil, o nedenin nasıl yorumlandığı belirleyici olur. 

kargaşanın fitilini ateşleyen şey, olay değil, zihinlerde yankılanan anlamdır. çünkü olaylar özü itibari ile nötrdür, yapılan yorumlar ise yük taşır.

bir arabanın park yeri, bir bakış, bir söz, bir sınır hattı, bir yasa maddesi ya da kutsal bir metin… bunların tümü birer olay ya da veridir. ama insanlar bu verilere eşlik eden bir yorum biçimi olmadan davranış geliştirmez. ve her yorum bir bağlamda oluşur; kültür, inanç, geçmiş deneyim, beklenti, güvensizlik, korku ya da özlem. bu bağlam yorumun doğasını belirler, yorum ise bir davranışı... 

psikoloji açısından; birey, her olayı kendi zihinsel şemaları içinde değerlendirir. geçmişte dışlanan bir birey, birinin sessiz kalmasını tekrar bir dışlanma işareti olarak yorumlayabilir. bu yalnızca kendi zihninde oluşan bir anlamdır; olay değil, algıdır. 

travmatik geçmiş, kıyaslar, eksik özgüven ya da beklenti yorgunluğu, yorum mekanizmasını bozar. kişi farkında olmadan olaylara "ben hep haksızlığa uğrayan taraftayım" şablonuyla yaklaşır. böylece en küçük olayda bile kırılganlık, öfke, savunma, suçlama, hatta saldırganlık doğar. bu durumda çatışma, nesnel olaydan değil, bireyin ruhsal geçmişinden kaynaklı yaptığı yorumdan kaynaklanır.

okulda bir öğrencinin öğretmeniyle göz göze gelmekten kaçınması, öğretmen tarafından "saygısızlık" ya da "ilgisizlik" olarak yorumlanabilir. oysa öğrenci, geçmişte göz göze geldiğinde azarlanmış olabilir ve şimdi yalnızca kendini koruyordur. öğretmen bu ihtimali düşünmeden öğrenciyi azarlar ve kargaşa başlar. olay değil, yorum çatışmasıdır bu. 

sosyoloji açısından; toplumlar değer sistemleri oluşturur. bu sistemler içinde davranışları sınıflandırır; ayıp, iyi, güzel, kötü, çirkin, saygısızlık, hakaret, hak, görev gibi kavramlar hep yoruma dayalıdır. 

bir toplumda makul sayılan bir davranış, bir başka toplumda kargaşaya neden olabilir. çünkü olay değil, olaya yüklenen sosyal anlam değişir. toplumsal çatışmalar bu kültürel yorum farklarından doğar.

bazı kültürlerde yüksek sesle konuşmak canlılık ve samimiyet göstergesidir. ama başka bir kültürde bu durum "terbiyesizlik" ya da "kabalık" olarak yorumlanabilir. bir turistin yüksek sesle konuşması, yerli halkla çatışma doğurabilir. olay aynıdır; fakat sosyal anlamlar farklıdır.

hukuk açısından; hukuk, görünüşte somut olaylara karşı kurallar koyar. ama hukuk bile olaydan çok, o olayın anlamına odaklanır. bir fiil kasten mi yapıldı, ihmal mi vardı, kastın derecesi neydi, niyet neydi gibi sorular hep olayın yorumu üzerine kuruludur. hatta hakimler arasında bile aynı olayı farklı şekilde değerlendirme mümkündür. çünkü yasa sabit olsa da, yorumlayıcı insan farklıdır. bu nedenle hukukta içtihatlar oluşur; çünkü olay değil, yorum önceliklidir. insan, hukuki çatışmalarda da olay üzerinden değil, olayın ne anlama geldiği üzerinden kavga eder.

bir kişi, evinin önüne park etmiş bir aracı kaldırtmak için çekici çağırdığında, araç sahibi olayı şikayetçinin şahsıyla sorunu olduğu şeklinde yorumlayabilir. oysa ev sahibi bunu "hukuki hakkımı kullandım" biçiminde değerlendirir. olay aynı; araba kaldırıldı. ama biri bunu haksızlık, öbürü yasal hak olarak görür. aradaki fark, olay değil, yapılan yorumdadır. 

dini açıdan; kutsal metinler sabittir. ama bu metinlere dair anlayışlar değişkendir. tarih boyunca birçok dini çatışma, doğrudan tanrı adına değil, tanrı adına yapılan yorumlar üzerinden gerçekleşmiştir. ayetin ne demek istediği, neye izin verip neyi yasakladığı konusunda ortaya çıkan farklı yorumlar, mezheplerin, tarikatların, çatışmaların doğmasına neden olmuştur. tanrı’ya inanan iki kişi, aynı kitaba muhatap olmalarına rağmen birbirini sapkın ya da zındık ilan edebilirler. sebep metin değil, metnin farklı yorumlamış olmasıdır. bu da gösterir ki, dini çatışmalar bile olgu ya da olay kaynaklı değil, yorum kaynaklıdır.

"cihad" kelimesinin bir yorumuna göre bu, içsel arınma ve mücadeledir. başka bir yoruma göre ise düşmana karşı fiziki savaş anlamına gelir. iki birey ya da toplum bu kavramı farklı şekilde okuduğunda, birisi barışı savunurken diğeri savaşı meşru görebilir. ayet aynı, yorum farklı, sonuç kökten değişir.

siyasal açıdan; devletler arası çatışmalar, görünüşte sınır ihlalleri, tehditler, doğal kaynaklar gibi sebeplere dayandırılır. ama bu olaylara yüklenen anlam, çatışmanın yönünü belirler. aynı askeri hamle, bir ülke için "savunma", diğeri için "saldırı" anlamına gelir. her iki taraf da kendi yorumunun "hakikat" olduğunu varsayar. oysa hakikat değil, yorumlar çatışır. ideolojik savaşlar da böyledir. farklı fikir sistemleri, aynı olaylara farklı anlamlar yüklediği için kargaşa doğar. 

özgürlük, eşitlik, adalet gibi evrensel değerler bile farklı ideolojilerce farklı yorumlandığında, insanlar birbirine düşman hale gelir.

bir ülkenin mültecileri sınırdan geçirmesi, bir başkası için "insanlık görevi" olarak algılanırken, diğer bir devlet bunu "ülkemize tehdit ve istilacı davranış" olarak yorumlayabilir. olay aynıdır; sınırdan geçen insanlar. ama biri için bu bir yardım, öteki için bir savaş ilanıdır. yorumlar savaşır, insanlar ölür.

ve en temel düzeyde, insan ilişkilerine dönersek;
bir söz, bir bakış, bir suskunluk, bir ihmal ya da bir tercihin kendisi değil, bunların ne anlama geldiği hakkında yapılan yorumlar insanları birbirinden uzaklaştırır. 

bir çift arasında yaşanan sorunlar çoğu zaman bir fiil olaylardan değil, olaylar hakkındaki kanaatlerden doğar. 

"bunu bana saygısızlıktan yaptı", "beni sevmiyor", "önemsemiyor" gibi çıkarımlar, olayın doğasını aşar ve yorum düzeyine geçer. oysa karşı tarafın niyeti tümüyle farklı olabilir. ama bu bilinmezse ve kişi sadece kendi yorumuna güvenirse, ilişki zedelenir.

bir eşin, diğerinin doğum gününü unutması bir olaydır. ama bu unutma eylemi "artık sevmiyor" diye yorumlandığında, sorun büyür. oysa unutma bir yorgunluk, dalgınlık, stres, hatta depresyon belirtisi olabilir. yorum değiştirilse, anlayış gelişir; yorum sabitlenirse, kargaşa doğar.

o halde denebilir ki; bir olayın ardından yaşanan her türlü duygu, tepki ve çatışma, olayın kendisinden değil, o olayın nasıl yorumlandığından doğar. ve bu yorumlar sabit değildir; değiştirilebilir. 

kişi yorumunu değiştirdiğinde, duyguları değişir, davranışları değişir ve kaçınılmaz olarak olayların sonuçları da değişir. 

sonuç olarak; tüm sorunların temelinde olayın kendisinden ziyade olayın yorumlaması - anlamlandırılması vardır. 

anlamı yani yorumu değiştirmek, çatışmayı da değiştirir. yorumlarımızı gözden geçirmek, kargaşanın değil, anlayışın önünü açabilir. 

o halde bakış açısı üzerine, hiç düşünülmemiş bir şekilde yeniden düşünmemiz icab eder. haliyle; düşünülmüş olsaydı, üstte çözümlediğimiz insanlığın en temel sorunu belki çözüme kavuşacaktı. 

"bakış açısı" müstakil olarak ayrıca ele alınacaktır... nihayetinde problemi tüm açıklığı ile ortaya koyduk. artık çözüm üretmek, (insanlığın yaptığı ve yapmaya devam ettiği şekilde) dipsiz bir kuyuda iğne aramak gibi değil; spesifik bir meseleyi çözümlemek şeklinde olacaktır... 


11 Mayıs 2025 Pazar

anne kavramı üzerine düşünceler...

her kız çocuğu bir anneye dönüşme potansiyelini içinde taşır. 


bu yalnızca biyolojik bir olasılık değil, varlığın en köklü taşıyıcılığına dair bir özdür. çünkü insan türünün devamı, yalnızca bir doğum meselesi değil; büyütme, taşıma, katlanma, dönüştürme ve inşa etme meselesidir. bütün bunlar kadının, daha doğrusu annenin varlığında şekillenir. 

anne, sadece doğuran değildir; emek veren, bekleyen, susan, uyumayan, bağışlayan, koruyn, büyüten, vazgeçmeyen, sabreden, anlayan ve affedendir (yer yer terlik fırlatandır anne 😁, ama fırlattıran-lar-a bakmalı faal bir akıl). 

anne olmak sadece bebekle ilgili bir mesele değildir; bebeğin doğası gereği huysuzluğu bir yana, çoğu zaman özü gereği huysuz olan bir eşle yaşamak zorunda kalmaktır anne olmak...

annenin taşıdığı yük sadece bedensel değil, zihinsel, duygusal ve toplumsaldır. 

karnının çatlayana dek büyümesine razı gelmek; gecenin her saatinde uyanmak, uyanmakla kalmayıp sükunetle yatıştırmak, ertesi gün yorgunlukla değil aynı sevgiyle yeniden kalkmaktır anne olmak. işte bu sorumluluk, sıradan insanın taşıyabileceği yüklerin ötesindedir çoğu zaman.

bir erkek olsaydı bu deneyimin içinde, büyük ihtimalle istifa ederdi bu yükten. (doğrusu ben anne olmaklığı anlayamam, sadece üzerine düşünebilirim). 

çünkü bu sabır, bu özveri, bu yorgunluk sadece güçle değil, bilinçle taşınır. annenin çilesi bilinçlidir. 

kendi acısının ne anlama geldiğini bilerek susar. kendi uykusuzluğunun anlamını bilerek uyanır. kendi yorgunluğunun bir geleceğe hizmet ettiğini bilerek kalkar. işte bu bilinçtir insanı insan yapan. 

anne olmak, bir insanın kendi varlığından daha büyük bir varlık için yaşamayı kabul etmesidir. ve bu kabul, en yüksek bilinç düzeyinin göstergesidir.

buradan bakıldığında, insanlık tarihinin en büyük çelişkisi açıkça ortaya çıkar; medeniyet adına düzenler kuran, anayasalar yazan, haklar ilan eden insanlık, en başta medeniyetin temeli olan anneye hak ettiği değeri verememiştir. çünkü medeniyet denilen şey, yüksek binalar ya da düzenli yollarla değil, yüksek bilinçle başlar. ve yüksek bilinç, ancak annesinin (dahası annelerin ve anne adaylarının) ne yaşadığını anlayabilen bir zihinle mümkündür.

medeni toplum, annenin taşıdığı sorumluluğu toplumsal yapıya yansıtabildiği oranda gerçekten medenidir. çünkü medeniyet, başkasının yükünü fark etmekle, kendi konforundan vazgeçebilmeyle, anlayışla, sabırla, özenle, bilinçle kurulur. 

bir annenin bebeğini ağlarken sabırla kucağına alması gibi, medeni birey de toplumdaki diğer bireylerin sesine böylece kulak verir. 

bir annenin çocuğunu anlamaya çalışması gibi, medeni birey de karşısındakini anlamaya çalışır. 

bir annenin kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atması gibi, medeni birey de yalnızca kendi çıkarı peşinde koşmaz. işte bu yüzden, anne olmaklık, medeni olmanın en kadim ve en hakiki nüvesidir.

eğer bir toplumda annelik deneyimi yalnızca kadına ait bir yük değil, insan olmanın özü olarak görülseydi; o toplumda zulüm, kibir, anlayışsızlık, öfke, bencillik azalırdı. çünkü herkes, en azından zihinsel düzeyde bir anne gibi düşünmeye denerdi. empati, sabır, sorumluluk ve özveri sadece kadınlara yüklenen değil, insanlığa ait erdemler olurdu.

o halde ideal toplum, annenin taşıdığı bilinçle kurulabilir ancak. ve medeni insan, annenin yaşadıklarını anlayabilen (en azından bunu anlamaya çabalayan) insandır. bu anlayış olmadan yazılan her yasa eksik, çizilen her sınır adaletsiz, kurulan her düzen duygusuz olur. 

çünkü en temel değerlerimiz-bilgilerimiz  annemizden gelir (her çocuk en temelde annesinin konuştuğu dili konuşur. hemde de annesinin konuştuğu şekilde) ; çünkü varlığımızın anlamı onun sabrında gizlidir (yani en temelde her çocuk annesi gibi düşünür). 

ve bu sabrı anlamayan hiçbir bilinç, gerçek anlamda medenileşemez.

işte bu yüzden, medeni toplum ancak anne üzerinden anlaşılabilir. çünkü anne, sadece insanı değil; insanlığı taşır.

anneyi anlamak kadını anlamakla, kadını anlamak kız çocuğunu anlamakla mümkündür. yani insanlık (özellikle erkekler), ne olup bittiğini anladıklarında anneyi; dolayısı ile kızı ve kadını anlamış olacaklar. yani ne olup bittiğini anlamak, kızı, kadını, anneyi; yani çabayı, özveriyi, emeği, sabrı, sağduyuyu, empatiyi anlamakla mümkündür...

anneler yoksa insan türü yok demektir. peki babalar bu işin neresinde? ontolojik - biyolojik olarak yerleri belli (bir damla! katkıları olduğu aşikar) ama bilinç düzeyinde nerede oldukları tartışılır...

erkeklerin genelde savaştıkları görülür; ideoloji, din, bilim, tarih, para, kariyer, vb uğruna... 

bir çocuk, yani insan türünü mümkün kılan nüve için savaşmakta (genelde direniş şeklinde olur bu savaş) kadınların payına düşer; aslında bilinçli olarak kabullenirler onlar bunu...

bu bilinç dolayısı ile anne olmak bir değerdir. ve her anne değerlidir. bunu hiçe saymak ya da göz ardı etmek cehalet değilse zihinsel bir özürdür.

dolayısı ile gelinen günde teknoloji gelişmiş olabilir ama insan türünün geliştiğini iddia etmek ahmaklıktır...

7 Mayıs 2025 Çarşamba

"kun fe yekunu" ifadesi üzerine...

varlık yok iken, allah neye "ol" dedi acaba? (bunu nasıl dediği bahsi diğer) 

kun fe yekun (كُنْ فَيَكُونُ) ifadesi kadar üzerinde tepinilen kaç ifade biliyorsunuz? (bu duruma maruz kalan çok ayet var ama bunun yeri ayrı) 

bu ifadenin anlamını ortaya koymak için yapılan yorumların haddi hesabı yok. dileyen dilediği kadar yorum yapsın tamam da, acaba kuran bu ifade ile (beraber - bağlamında) muhataba ne anlatıyor? 

quantum effect bağlamında dahi ele alınmış bu ifade. yani insan bilinci tüm tuşlara basmış bu ifadeye anlam atfetmek için. 

https://www.risalehaber.com/zafer-karli-risale-i-nurda-kun-fe-yekun-ve-kuantum-teorisi-25368yy.htm

tamam da, acaba biz bu ayete anlam tayin etmesek te, mevcut anlamını tespit etmeye gayret etsek (anlamını kuran'ın kalanından tespit etsek) olmaz mı?

kuran'ın kalanında bu ayetin karşılığını-anlamını aramadan evvel çeviriyi ele almak gerek. 

 كُنْ فَيَكُونُ ifadesi "ol dedi oldu" mu demek sahiden?

yekunu يَكُونُۜ fiiline "oldu" anlamı verilemez. fiil "kane كَانَ" olsa idi, mazi fiil anlamı (oldu) verilebilirdi, oysa "yekunu يَكُونُۜ" muzari fiil...

yani "oldu" değil, "oluyor" yada "oluşuyor" şeklinde şimdi ve geleceği içine alan bir fiil kalıbı bu. 

dahası "kun fe yekunu" ifadesindeki "fe" فَ anlama hiç yansıtılmıyor meal ve tefsirlerde. 

fe ve summe zaman ifade eder, fe kısa süreli zamansal geçişleri, summe ise uzun zamansal geçişleri ifade eder şeklinde iki edatın üstünden, düşünmeden hızlıca geçip gidilir. 

tamam da, birbiri ile alakasız zamansal geçişler kısa süreli olsa ne ifade eder uzun süreli olsa ne? 

oysa "fe" فَ için fa'i sebebiye denir aynı zamanda. yani fe evet ard arda gelişen kısa vadeli olayları anlatır ama sebep sonuç bildirir en temelde (şart cevap cümlelerinde dahi). 



zaten sebep sonuç ilişkisi yoksa rastgele olayların ard arda gerçekleşmesi kime ne ifade eder ki? 

tertip (1-2), sebep (3) olarak kullanıldığı yerlerde hep sebep sonuç ilişkisini ifade eder fe edatı. 
çalıştım kazandım... kazanmış olmamın sebebi çalışmış olmam... 

şartın cevabı (4) şart cevap üslubu olmakla beraber şarta bağlanan sonucu (burada sebep bir şart) bildirir.
allahı seviyorsanız, bana uykunuz... 
"sana ne sebeple uyalım?" sorusuna bu cümleye bakarak verilebilecek yanıt "allahı seviyor olmamızdan dolayı-sebeple" olmalı. 

tekid (5) teki ayet mealini geçelim. ayetteki fe edatını dikkate almış olsalardı bu ve benzeri mealleri yapamazlardı. 

6 sebep, 7 direk sonuç bildiren örnekler içeriyor. 

failin değiştiğini gösterdiği yerde (8) dahi sebep sonuç ilişkisi var. halit kralı ziyaret etmemiş olsaydı, kral halit'e ikramda felan bulunamazdı.

zaid olduğu yerde (9) de sebep sonuç ilişkisi var. dışarı çıkmamış olsa aslanı nasıl görmesi mümkün olacaktı?

istinafiye (10) olduğu söylenen yerde bizim ele aldığımız ayet meali var. istinaf zaten sebep ve sonucu bir başka açıdan ele alan meani ilminin bir konusudur ama detaylı bir mesele.

bkz https://islamansiklopedisi.org.tr/istinaf--belagat

mesele muhtemelen boş bir mesele değil ama biz bu ayeti anlamaya çalışırken buna gerek olacağını sanmıyorum. 

kuran gibi bir metin summe dediğinde dahi önceki ve sonraki ifadeler arasında muazzam bir ilişki ortaya koyar. aksini iddia eden kuranın birbirinden bağımsız/akakasız sözleri anlamsızca ard arda dizdiğini iddia etmiş olur, ki bunu bir mümin yapamaz.

o halde fe gördüğümüz yerde ilk anlamamız gereken sebep sonuç ilişkisi olmalıdır (fe edatının geçtiği ayetlere bu açıdan bakıldığında bu durumun görülmemesi bizce olanaksızdır).

o halde; "kun fe yekun" ifadesi "kun sebebi ile yekunu olmasını-oluşmasını" ifade ediyor olmalıdır.

"kun كُنْ" emir fiildir "ol" demektir evet ama en temelde bir irade beyanıdır bu. 



bu irade beyanı sebebi (fe) ile oluşum (yekunu)  gerçekleşmelidir - gerçekleşecektir.

peki bu ayet varlığın meydana gelişini yada bir başka ifade ile ontolojik başlangıcı anlatıyor olabilir mi? 

varlık nedir? koklayıp dokunabildiğimiz yada görüp işittiğimiz şeyler ise bunlar varlığın kendinden ziyade bizim zihnimizin ürettiği zihinsel belirlenimlerdir. 

ahşap masa ve sandalyeler, masanın üstünde çim görünümlü sentetik bir masa örtüsü, örtü üzerinde çiçek görüyoruz değil mi? oysa bir miktar odun ve plastik malzemeye birileri şekil vermiş hepsi bu. oduna verilen şekil zihnimizdeki masa ve sandalye imgesi ile eşleştiği için baktığımızda masa ve sandalye gördüğümüzü söylüyoruz. 

yani oradaki şey bizim ona baktığımızda gördüğümüz şey olmak zorunda değil. 

düşünsenize odundan yapılmış bu şeyin masa ve sandalye olup olmadığı üzerine düşündük mü hiç? bize böyle dediler ve benimsedik hepimiz....

hatta ağaç parçalarına odun demişler ve bu işe yaradığını söylediler kabullendik. belki de keşfedilmemiş sınırsız bir enerji kaynağıdır odun ve adı da odun değil calfatyumdur. 

bunun böyle olmadığını nerden bilebiliriz ki? hiç durup düşünmedim şahsen. ezberletildi her şey. bende baktığımda ezberlettikleri neyse onu görüyorum. 

optik konulu çalışmalar der ki, gözümüz renkler dışında hiç bir şeyi algılayamaz. o renklerin örüntülerine hazır bulduğumuz kelimeler ile isim veren biziz. hatta biz dahi değiliz, bizden önce bu yapılmış biz sadece kullanıcı durumundayız. 

sentetik masa örtüsü yada çiçek içinde durum benzer şekilde. plastik bir nesne var karşımda hepsi bu. hatta ona plastik demem dahi onunla alakalı değil. öyle öğretildi bana. 

çiçek dediğim şey bitki aslında. güzel kokunun bu olduğu çocukluğumdan beri kafama kazındı. yoksa güzel göreceli bir kavramdır. dünyanın her yerinde güzel değişir.

benim annem, babam ve çevrem çiçek güzel kokar dediği için çiçeğin yakınında nefes aldığımda algıladığım farklı kokunun güzel koku olduğunu varsayıyorum. hatta varsayımdan öte durup düşünmeksizin böyle kabulleniyorum bunu. 

yani varlık dışarda benden bağımsız bir şey iken, duyularım onlardan bir takım veriler algılıyor, bilincim bu algılanımları daha önce kendileri ile eşleştirilmiş - bana ezberletilmiş kelimeler sayesinde eleştirip, bir dünya yaratıyor. 

o şekildeki tahta parçalarına masa ve sandalye denmiş bir defa yapacak bir şey yok, bende bunu diyeceğim. ama onların hakikati masa mı, tahta mı, odun mu, ağaç mı nerden bilebilirim? bu tanımlar olmadan yapamıyorum ama hakikatine vakıf olmam da olanaksız. isterseniz en küçük parçalarına (quantum düzlemine kadar) ayırın... (quantum sanrısı üzerine de yazacağım nasipse)

gözlerimin algıladığı tek şey onların renklerinin diğerlerinin renklerinden (ışımasında) farklı olması. gözüm bundan fazlasını yapamaz ki. gözüm masayı nasıl görsün. bu renk kümelerine masa -  sandalye diyen bizim bilincimiz. oysa hepsi bir yanılsama olabilir. nihayetinde tv ve bilgisayar ortamında gerçek olmadığını bildiğimiz ama bu masa ve sandalye gibi görünen onlarca şeyi gözlerimiz ve hatta çoğu zaman zihnimiz aynı şekilde algılıyor. algı, ele aldığımız konu bağlamında kilit bir kelime ama bahsi diğer. 

allah varlığı şöyle yarattı, böyle yarattı, şu sesi şöyle çıkardı, böyle çıkardı, ses ondan çıkmaz aslında ama önce ses vardı, varlığın yokluktan zuhur etmesi, hiçliğin potansiyeli, enerjinin salınımı yasası, quantum, ses, vb gibi yorumlaması mümkün ama hakikatinin kavranması neredeyse (muhtemelen) mümkün olmayan ve asırlardır üzerinde tepinilmesine rağmen hiç kimseye bir şey demeyen izahlar yerine kuran'ın kalanına bakıp, bu (kun fe yekunu) ifadeyi kuran'dan anlamaya çalışsak olmaz mı? 

kurana bakalım ve bir oluşum tespit edelim mesela. aimran 47 ve 59 bağlamında isa ve adem ile başlayan süreci anlatan oluşum (yekunu) neden olmasın bu ayetin kastettiği? 

enam 73 de essemavat ve elard için oran belirlendiği (halaka) söyleniyor. ayetin devamındaki "kun (fe yekunu)" neden bu başlangıç ve onların sürecini (yekunu) anlatıyor olmasın? 

(essema ve elard'ın akılsız varlıklar olması düşünülemez. fussilet 11 meallerinde dahi "isteyerek veya istemeyerek gelin" dendiği görülüyor onlara. hem bu ifadeler hem اتي ety fiili onların akıllı ve iradeli varlıklar olduğunu ortaya koymaya yeterli. essemavat, essema'nın kendine münhasır bir cüzü olsa gerektir. ama kimler olursa olsun nihayetinde akıllı varlıklardır.) 

ilgili ifadenin (kun fe yekunu) geçtiği her yerde yekunu yani oluşum söz konusu olduğu açık ama bu oluşum neden sürekli elementer yada biyolojik bir zemine çekiliyor?

anlaşılan o ki, varlığın bu cüzü (elementler ya da nesnel düzeyde var oluş) bilinen en büyük soru ve herkesin merak konusu. dolayısı ile insan elini neye uzatsa bu sorunun yanıtı aramış orada... 

ilk yaradılışa dair sorular büyük yada küçük, anlamlı yada anlamsız (belki de ahmakça) herkesin ilgisini çekiyor tamam ama ilgili ifadeyi (kun fe yekunu) buraya çekince ifadenin içini kuran değil de hayallerin doldurduğunu görmemek mümkün değil.

en temel meselenin varlığın yaratılışı olduğunun varsayılması dolayısı ile kuran'ın ayetlerini, kuran'ın kendisinin açıklamasına izin verilmemiş. hatta anlama noktasında hiç yoruma gerek olmayan ifadeler dahi yorumlar içinde kaybolmuş. 

örneğin ankebut 20 ayeti şöyle çevriliyor;

erhan aktaş meali; yeryüzünde gezip dolaşın da ilk yaratışın nasıl olduğuna bakın... 

bu ayete evrim ayeti diyeni mi isterseniz, ayetten tarihteki ilk akıllı iradeli varlığın nasıl yaratıldığının nasıl anlaşılması gerektiğini açıklamaya çalışanlar mı? 

meali doğru kabul edelim bakalım bu ifade neye bakın diyor

yeryüzünde gezip ... bakın.



nazar gözün görmesi değil, gözün gördüğü şeyin anlaşılmasıdır ama basir (basiret denir hani) gibi görünen şeyin sebeplerini sonuçlarını ve anlamını ortaya koymaya yönelik kapsamlı bir bakışta değildir bu. bakıp görecek, neye baktığını bileceksin... 



 فَاِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ (enfal 39) daki kullanıma benzer çok fazla basir kullanımı vardır, ki bu kavram yüksek bir ilmi zorunlu kılar ama nazar öyle değildir. (bu iki kavram geçtiği ayetler bağlamında çok daha fazla şey ifade ediyor ama benim bunların tümüne vakıf olmam mümkün değil) 


ama şurası net ki; ankebut 20. ci ayet, gören ve gördüğünün ne olduğunu bilen (yüksek bir ilme gerek olmaksızın gören) bir gözün ilk (bu ilk şimdi) yaratılışı baktığında göreceği yönünde. yeryüzüne bakıp ilk (milyar yıl önceki) yaratılışı tahayyül etmekten bahsetmiyor ayet. baktığında bunu şimdi göreceğini söylüyor.

ama garip bir şekilde şu anlaşılıyor; yeryüzünü gezip dolaşacak ve çevrenize dikkatle bakacaksınız ve 1 milyar yıl (yada 10-20 milyar neyse artık) önceki ilk akıllı varlığın (yada canlının neyse) nasıl yaratıldığını anlayacaksınız... 

bu olacak iş mi yahu. ilk diyorsunuz ilk. varlık yokken ilk varlığı, canlı yokken ilk canlıyı, akıl yokken ilk akıllı varlığı ortaya çıkaran aklı-nüveyi nasıl tahayyül edebilirsiniz? meleklerden insanların türediği şeklinde izahlar var. tamam kabul, peki meleklerin varlığını (yada aklını) nerden nasıl başlatıyorsunuz? kem küm bla bla... 

ilk arayışlarının hepsinin tıkandığı bir yer var ama hep bir yorum var (çoğu bir diğeri ile yada kendi içinde çelişiyor olmasına rağmen). yahu sen kendi yaradılışını anladın da sıra ilk akıllı canlı yada ilk canlı yada ilk varlığa mı geldi? 

velev ki tüm ilkleri anladın ama şu soru hala masada duruyor olacak; seni şimdi kim nasıl yarattı ve şu an varlığa dair ne biliyorsun? 

bu soruların yanıtını bilen var mı gerçekten? bkz ışık, madde, mevsimler, insan, biyoloji, vb hakkında yaptığımız onlarca gözlem ve onlarca sarsılmaz! bilgimiz var. peki hangisi ne kadar doğru? örneğin ışık önceleri dalgayı, sonra foton olduğu anlaşıldı. peki dalga olduğu mu yanlış foton olduğu mu? şu an foton görüşü hakim olduğuna göre ışık foton yani öyle mi... 

oysa ışığın gerçekte ne olduğunu insanın bilmesi mümkün değil. yahu ışık dışarda bir şey, senin bildiklerin ise (ışık bilgisi) zihninin içinde bir yorum. ışığa dokunamazsın, ona temas edemezsin, onun içine giremezsin. duyusal temas kurarsın ama her halukarda zihnin yorum yapacak ve bu yorumlar yorum yapan zihne ve zamanın getirdiklerine göre değişecek. düşünsenize insanlığın ışıktan bir silah yapma fırsatı bulduğunu, ışık tanımı yeniden değişecek... 

hep yapılan bu değil mi zaten. amaç asla bir şeyin hakikatin bilmek değil. herşeyi kullanmak amaç. ışık dalga iken de kullanışlı idi foton halinde de. hangisi daha kullanışlı ise hakikatin o olduğu varsayılıyor sürekli. 

varlık dışarda bir yerde, senin bildiğini sandığın herşey ise zihninin içinde. bunlar ayrı dünyalar. bunların birbirine temas etmesi olanaksız. duyularının tümü algın (bilincin ve değerlerin) kadar işlevsel. bu yüzden duygularınla değil de sağ duyunla karar ver denmektedir...

varlığa dair bildiğimiz ne varsa hepsine kaçınılmaz olarak bilim etki eder. bilim karşıtlarının bildiğini varsaydıkları şeylere dahi...

oysa bilim tarihinde, paradigmanın değişmesi sıkça görülür. örneğin, newton fiziği uzun süre geçerli bir paradigma iken, einstein'ın görelilik teorisiyle bazı temel anlayışlar değişti. bu, bilginin doğru olmasından ziyade, mevcut en iyi açıklama olduğunu gösterir. gerçekliğin doğasını anlamaya çalışırken, bilimsel bilgilerin zaman içinde değiştiğini (geliştiği söyleniyor tabi) görmemek olanaksız. 

platon'un idealar dünyası, gerçekliğin fiziksel dünyadan ayrı, daha üstün bir gerçeklik düzeyi olduğunu savunur. 

descartes ise "düşünüyorum, öyleyse varım" diyerek bilincin ve zihnin gerçekliğin merkezinde olduğunu vurgular.

dış dünyada hiçbir şey değişmemiş olmasına rağmen, insanlığın jülyen takviminden gregoryen takvimine geçişi, insan algısının ve toplumsal düzenin bir ölçüm sistemine nasıl bağlandığını gösterir. insanlar için ölçüm metodu gerçeğin ta kendisiymiş gibi algılanır, çünkü bu sistemler günlük yaşamın düzenlenmesinde bir "ortak gerçeklik" yaratır.

eski mısır ve yunan matematikçilerinin "düz dünya" algısı, euclid'in geometrisi gibi düzlemsel geometrilere dayanıyordu. ancak, riemann geometrisi gibi yeni yaklaşımlar, uzayın eğri olabileceğini ve bunun, einstein’ın görelilik teorisinin temelini oluşturduğunu ortaya koydu. bu, uzayın gerçek doğasının algılarımızdan ve matematiksel modellere bağlı olarak değişebileceğini gösterir. (gelinen günde dünyanın gerçeği, bazılarına göre düz bazılarına göre geoit bir yapıdadır)

orta çağ'da hastalıklar, "mizaçlar" teorisiyle açıklanıyordu (kan, balgam, sarı safra ve kara safra dengesizlikleri). daha sonra mikrop teorisi ve genetik bilgisi gelişti. hastalığın doğasına dair yapılan açıklamalar, bir dönem için "hakikat" olarak kabul edilen modellerin nasıl zamanla  değişebileceğini gösterir.

eski haritalar, dünyanın şekli ve boyutları hakkındaki algıları yansıtırken, modern haritalar coğrafi gerçekliği daha farklı şekilde temsil ediyor. bugün kullanılan mercator projeksiyonu bile, kıtaların boyutlarını çarpıtarak belirli bölgeleri daha büyük ya da daha küçük gösteriyor. haritaların yapımındaki bu zihinsel seçimler, gerçekliğin "kullanışlılık" için nasıl şekillendirildiğine dair bir başka örnektir.

democritus'un atom anlayışı, maddenin bölünemez küçük parçacıklardan oluştuğunu savunuyordu. sonrasında, rutherford’un atom modeli çekirdek ve elektronların etrafında döndüğünü öne sürdü. şimdi ise kuantum mekaniği, elektronların bir olasılık bulutunda bulunduğunu söylüyor. atomun doğasına dair her bir model, dönemin teknolojik ve düşünsel araçlarına bağlı olarak gerçeğin farklı bir versiyonunu temsil etti.

ne varlık teorisi biter, ne başlangıç, ne zaman, ne ışık, ne çekim yasaları, ne bilmem ne... çünkü bunları hepsi sadece yorum ve insan yorum yapmadan duramaz. istediği kadar deney ve gözlem yapsın. her deney ve gözlem bir şeye ulaşmak içindir. hiç bir amacı olmayan bir deney göremezsiniz. yani deneyden önce elde edilmek istenen bellidir. aksi halde deneyi yapan ahmak demektir...

bkz deney ve gözlem ile teoriye ulaşılmıyor, yorum ile teoriye ulaşılıyor, sonra deney ve gözlem teoriyi ispatlamak için kullanılıyor. yani deney ve gözlem kaçınılmaz olarak yanlı bir tutum. zaten başka türlüsü de düşünülemezki... 

insan zihni bir düzlemde düşünmeye meğillidir. düzlemlerin başı ve sonu olur. varlığın başlangıcı bingbang teorisine bağlanmış durumda. lakin, tüm bilim insanları bing bangi kabul ediyor değiller (çoğunluk kabul ediyor olsa dahi). 

bu şu anlama gelir; bing bang bir yorum, kabul edenler bu yorumu yeniden yorumlayıp kabul ediyor, reddedenler farklı yorumlayıp reddediyor. 

hubble teleskobu vd gözlemevlerini dikkate alanlar evrenin genişlediğini görüyorlar (böyle algılıyorlar yani). cmb ölçümleri (örn planck uzay teleskobu verileri) bing bang tahminleri ile uyumlu. hepsi bu. karanlık madde modelleri var bir de. bu modeller de (hepsi hayal ürünü tabi) bing bangi destekliyor. her halukarda hepsi yorum. eldeki en iyi başlangıç yorumu bu. ama yorum, sadece yorum. yeni bir keşif tüm paradigmayı ters yüz etmeye yeter. 

özünde bilimin yaptığı bir şey; onun ne olduğunu bilmek yerine onunla ne yapacağını anlamaya çalışmak. çünkü ışığın hakikati ne olursa olsun aslolan bizim onunla ne yaptığımız. hakikati yanılsama olsa dahi onunla birine yardım etmek yada silah üretmek gibi seçenekler yaşamımızı belirliyor. ve hatta bizim değerimizi. 

beni allah, anamdan yarattı. sizi de kendi ananızdan. bu diğer yorumların çok ötesinde, aksini tartışmamızın mümkün olmadığı bir bilgi. ama garip bir şekilde kendimize ait elimizde sarsılmaz bu yaratılış bilgisi varken tarihin bir anında (adı jhon olsun) yaratılmış (ilk insan olan) jhon'u allah'ın nasıl yarattığının peşine düşmüşüz... 

pardon, bırakalım o jhon'un sorunu olsun, biz kendimize ait olanı anlamaya çalışsak olmaz mı? 

garip dimi, yaratılış yaratılış diyenler kendi yaradılışını anlamış gibi gidip jhon'un yaradışının peşine düşüyor. peki jhon bir başkasının nasıl yaratıldığını bilmeyi dert etmeli? tabi ya, biz kendi yaratılışımızı değil jhon'un nasıl yaratıldığını merak ediyoruz, peki jhon kiminkini merak etmeli? 

insan bebeği anne karnında iken ciğerleri oluşuyor ve doğumun gerçekleşmesini bekliyor ciğerleri çalışmak için. bir organ düşünün var ama çalışmıyor. sanki bir program belli bir an çalışması için yazılmış ve o an geldiğinde (doğumdan hemen sonra) organ çalışmaya başlıyor... bunu bilim, evrim, adem, o, bu izah edemez. 

çünkü insan bilgisinin, algısının ve sahip olduğu herşeyin dışında bu. yahu çalışan bir şeyi dahi çalışmadan bekletirseniz potansiyelini yitirir. arabanızı 3-5 ay hiç çalıştırmayın hele... hem madem çalışmayacaktı o halde niye var? doğada böylesi bir şey görüyor muyuz? 

evrim güzel bir izah. doğru demiyorum güzel. kafa yorulduğu aşikar. adem havva masalını dikkate alırsak hele... 

ama evrim dahi uyumluluk (seçilim) yani işlevsellik üzerine bina edili bir düşünce. oysa anne karnındaki bebeğin ciğerleri ne uyumla ne işlevle bağdaşmıyor (hele metamorfoz felan evrim dahil tüm canlılık teorilerini yerle bir ediyor)...

hem ankebut 20. ayetten önce 19. ayet görmediler mi derken neyi kast ediyor? zamanda geçmişe gidip bakmadılar mı demeye mi çalışıyor bu ifade? 


bu bağlamda terav يَرَوْا "anlamıyorlar mı" anlamına gelir (düşünmüyorlar mı demek istese akele fiilini kullanırdı muhtemelen, diğer akele kullanımlarında olduğu gibi. yani bu çeviri ayeti güzelleme çalışması ama metinle alakasız) ama ilgili kelime rea fiili. 



o halde bırakalım ifadenin içini de anlamını da kuran ortaya koysun. yaradılış diye bir bahsi açıklayacağım diye bu vb ifadeleri dilediği yere çekmek mümine yakışan bir tavır olamaz. mümin bu kitaba güvenir-güvenmeli. güvenen kişi ise hiç bir ifadeyi bir yere çekmez, ifadeyi kitabın kalanı ile anlamaya çalışır.. 

varlık allahın varlığının zorunlu çıktısıdır. allah varsa varlık vardır. bir öğrenci düşününki kalemi ve defteri olmasın, bir mekanik teknisyen düşünün ki anahtar takımı olmasın, bir elektrik teknisyeni düşünün ki avometrwsi olmasın, bir yazılımcı düşünün ki bilgisayarı olmasın... 

kalemi defteri olmayan öğrenci olur mu? ders çalışmayan öğrenci olur mu? bir çocuğun kalemi defteri olmayabilir, çünkü muhtemelen bu çocuk daha öğrenci değildir. ama ona öğrenci dediğimiz anda kalemi ve defteri olmalıdır. terzinin makası olmalı ve kesip diliyor olmalıdır. makası yok, kesmiyor-dikmiyor ama o bir terzi... olacak iş mi bu? yani allah varsa, ki varlık var olduğu için o zorunlu varlıktır, o var olduğu müddetçe o'nun nitelikleri (sıfatları) o'ndan sadır olmuş olmalıdır. 

bing bang gibi hiç bir delili olmayan hayali bir kurguya deli oldukları için inanmıyorlar. bir başlangıç olmadan düşünemedikleri için başlangıcı kurguluyorlar. hemde realitede karşılığı olup olmadığına bakmaksızın. tabi akla yatkın gibi görünen bir kurgu elde ettikten sonra onu delillendirmek için bir takım gerekçeler bulacaklar. başka ne yapacaklardı ya... 

nedensellik (sebebin sonuca zorunlu etkisi) bir çok şeyi yoruma gerek olmaksızın açıklar...

kuran neden kusursuz olmalıdır, çünkü allah kusursuzdur. kuran neden zaman ve mekana sığmaz, çünkü allah zaman ve mekana sığmaz. 

peki içindeki herşeyin failinin allah olduğunu bildiğimize göre, allaha ait olduğunu bildiğimiz nitelikler ne zaman nerede başlar? o'na bir başlangıç tayin etmek mümkün müdür? peki yaratmaya nerde ve ne zaman başladığını belirlemeye çalışmak çelişki değil midir? 

nihayetinde varlığa başlangıç tayin etmek, allah'ın göreve geldiği anı belirlemek gibidir... 

eugenics teorisini dahi hakikat yerine koydu insanlık. çünkü sağlıklı bir insan türünü mümkün kılan bir açıklamaya (başlangıca) ihtiyaçları vardı. 
 
allaha başlangıç yada son tayin edemeyiz ama allah'ın var ettiği kainata yada canlılığa yada insanlığa ederiz öyle mi? peki nerden başlatalım? 

bu allahı fiillerine (dolayısı ile sıfatlarına) başlangıç tayin etmek demek değil mi? 

dış dünyadaki varlığın hakikatin bilemeyiz demek öğrenme mücadelesi etmekten vazgeçeceğiz demek değildir. zaten istemsizce dahi olsa insan hayatta kalma içgüdüsüne karşı koyamaz, o halde öldüğümüz ana kadar öyle yada böyle mücadeleye ve öğrenmeye devam edeceğiz.

konumuza dönecek olursak kun emir fiili varlığı varlığa getiren (yada ilk insanı yaratan) emir fiil olmak zorunda değildir. ki öyle olması durumunda izahı kuran ile yapılamayan, muhtemelen zamanla değişecek olan bir yoruma inanmak kalacak elimizde. 

kane كون fiili "olmak, meydana gelmek" fiilinden türer. imkan, mekan, kainat kelimeleri de aynı kökten türer. ama عَلَى الْغَرِيبِ أَنْ يَكُونَ أَدِيبًا ifadesinde görüldüğü gibi (yabancı kimse, edepli olmalı) bu fiil ontolojik bir anlam içerek zorunda değil. bkz bir halden bir hale gelmekten yani bilişsel dönüşümden bahsediyor.

mekan, kendinde imkan bulunan zemindir. mekan kara parçası olmak zorunda değildir. mekan, akıllı bir anne baba olabilir pekala. bir çocuk için muazzam bir imkandır bu.

hiç bakılmamış olsa gerek ama bu fiilin kuran'daki kullanımları da hep bu biçimdedir.

aimran 49. ayette aynı fiil (kuntum) bir hal bildirir. 

sad 74 ayetinde yine aynı fiil (kane) iblisin dönüşümünü ifade etmek için kullanılmış, yaratılışını değil...

https://acikkuran.com/root/kwn

kane fiilinin kuran'daki tüm türevlerinin kullanımlarına (ön yargısız) herkesin kendisinin bakması konuya açıklık kazandıracaktır. mealler metinden kopuk olmasına rağmen yine de fiilin ontoloji ile alakası olmadığını görmek mümkün. 

dolayısı ile demem o ki; "kun fe yekunu" ifadesinde ki irade, varlığa varlığa getirmeyi yada ilk insanı yaratmayı irade etmiştir demek yerine kuran'ın tamamına bakarak insanı mümin yapmayı (bu dönüşümü) irade etmiştir demek çok daha tutarlı bir yaklaşımdır...

allahu alem. 

yeniden düşünme üzerine düşünce denemesi...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak -...