hakikat şiddet doğurur mu? doğuruyor işte...
sonlanması mümkün görünmeyen bir hakikat arayışı söz konusu düşünen insan için. garip ama hakikatin ne olduğunu bilen yok. ama arayan çok (bu çok insanlığın milyonda biri kadar olsa gerek, ya neyse)...
madem hakikatin ne olduğu bilinmiyor, bulunduğunda nasıl o'nu bulduğuna emin olacak insan?
malum, kaybettiğimiz bir şeyi bulduğumuzda, neyi kaybettiğimizi bildiğimiz için bulduğumuz şeyin kaybettiğimiz şey olup olmadığını biliriz. ama hakikati hiç elimize almadık ki, bulduğumuz şeyin aradığımız şey olduğunu bilelim...
haliyle elimizde bir referans olmadığı için arayışın sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinemeyeceğine göre; o halde ne hakikat değerlidir ne de bu arayış...
fakat nasıl ki, varoluşsal bir zorunluluk olarak kalem yazmakla, bıçak kesmekle, silgi silmekle, ağaç çiçek açmakla varlığı anlamlı ve değerli hale gelmekte, o halde insan düşünebilme potansiyelini gerçekleştirmeli ve düşünmelidir mümkün mertebe.
hedefi olmaya yolculuk, yolculuk değil savrulma olduğuna göre, düşünsel yolculuğun da bir hedefi olmalı ve düşünsel serüvenin hedefine hakikat denmesi sorun taşımamaktadır.
lakin insanlık tarihi, hakikat iddiasıyla başlayan ve şiddetle sonuçlanan sonsuz bir döngünün hikayesidir.
kimsenin savunduğu doğruya hakikat adını vermesine gerek yok. onu savunma biçimi, onun öznel bir kanaat mi yoksa savunan için hakikat mi olduğunu bize söyler.
herkes, kendi doğrusunun hakikat olduğunu varsayar.
bu varsayımın arkasında, yeniden düşünmeye direnç, bir başka ifadeyle inandığı ya da doğru olduğunu varsaydığı şeylere körü körüne sahiplenme yatar.
bir insan ya da bir topluluk, bir düşünceyi hakikat olarak benimsediğinde, bu düşüncenin dışındaki her türlü olasılığı batıl, yanlış ya da sapkın olarak görmeye başlar. böylece düşünceler, seçenekler ve yollar ortadan kalkar; geriye sadece iki kutuplu bir dünya kalır; doğru ve yanlış, biz ve onlar...
bir kanaati hakikat olduğunu varsaymak, insanı o düşünceye esir eder. köleleşen zihin, kendi düşüncesini korumak için savunmaya geçer. zamanla bu savunma saldırıya dönüşür. çünkü farklı olan, yalnızca başka bir seçenek değil; doğrudan doğruya bir tehdit haline gelir.
din savaşları, ideolojik devrimler, siyasi baskılar, entelektüel tahakkümler hep bu mekanizmanın ürünüdür.
katolik kilisesi kendi dini yorumunun hakikat olduğunu varsaydı ve ötekileri ateşe verdi.
hariciler kendi dini doğrularını hakikat bildiklerinde, diğer müslümanları öldürmeyi vacip gördüler.
naziler kendi ırklarının üstünlüğünü hakikat olduğunu varsayarsak, milyonları toplama kamplarında yok ettiler.
amerika birleşik devletleri liberal kapitalizmi hakikat sandığında, dünyanın dört bir yanında darbeler organize etti.
sovyetler kendi komünizmini hakikat ilan ettiğinde, farklı düşünceleri yok etmek için gulaglar kurdu.
israil kendi kanaatleriniz (kendi hakikatine) sımsıkı bağlanıp, kadın çocuk demeden onlarcasının canını aldı dünyanın gözleri önünde.
bilim dünyasında da benzer bir körlük yaşanmıştır.
bilim, kendisini eleştiriye açık ve önyargısız bir alan olarak sunar, ancak pratiğinde hakikat iddialarına çok sık rastlanır.
kopernik ve galileo'nun güneş merkezli evren görüşleri, dönemin bilimsel paradigmasına aykırı bulunduğu için şiddetle bastırılmıştır.
darwin'in evrim kuramı, zamanla mutlak hakikat gibi sunulmuş; lamark gibi alternatif yaklaşımlar ise alaya alınmış ve dışlanmıştır.
bunun yanında, darwinci görüşler sosyal darwinizm şeklinde topluma uyarlanmış, güçlünün zayıfı ezmesi doğal ve haklı görülmüştür.
öjenik hareket ise bilimsel ilerleme adına kimi insanların yaşamaya layık olmadığı gerekçesiyle zorla kısırlaştırma ve kitlesel öldürmelere yol açmıştır.
psikiyatrik hastalıkların tedavisinde lobotomi gibi yıkıcı uygulamalar da bilimsel hakikat adına uzun süre eleştirisiz sürdürüldü.
manhattan projesi ile geliştirilen atom bombası da bilimsel gelişme adına tarihin en yıkıcı kitle katliamlarına aracılık etti.
modern farmasötik sektöründe big pharma skandalları yaşandı; sahte verilerle on binlerce insan mağdur edildi.
çevre krizinde bilimsel veriler, çıkarlar uğruna bastırıldı; doğa telafisi imkansız zararlar gördü.
otomotiv sektörü ve endüstri, kesintisiz olarak doğaya karbon gazı pompalar ve atıklarını - çöplerini dökerken, bilimin insanlığı kurtaracağı sanrısını ölümüne savundu bilim camiası. bu dogmanın hakikat olduğuna inanmamış olsalardı bu denli savunur ve yapılan eleştirileri göz ardı ederler miydi?
herkesin gözleri önünde bilim ve teknoloji tüm canlılığı tehdit ederken, bırakın eleştirileri dikkate almayı, eleştirileri bastırmak için başka araçlar geliştirdi bilim dünyası. hakikati elinde tutan diğer herkes gibi o da şiddete başvurdu kaçınılmaz olarak.
pandemi sürecinde ise farklı bilimsel görüşler şiddetle bastırılarak, tek tip bir "hakikat" dikte edildi.
bu çelişki yalnızca bilimde ya da dinde değil, gündelik yaşamda da kendini gösterir.
ebeveynler kendi doğrularını ve ahlaki değerlerini tek doğru (hahikat) varsaydıklarında çocuklarına tahammülsüzlük gösterir.
yöneticiler kendi yöntemlerini tek doğru (hakikat) kabul ettiğinde farklı düşünen çalışanları susturur.
öğretmenler kendi eğitim anlayışlarını hakikat saydığında öğrencilerini bastırır.
siyasal düzeyde de aynı süreç işler.
jakobenler eşitlik ve özgürlük adına terör rejimi kurdu.
mao zedong'un kültür devrimi farklı düşünceleri aşağılayıp yok etti.
kırmızı kmerler kambocya'da nüfusun üçte birini yok etti.
hindistan'da hindu milliyetçileri müslümanlara yönelik katliamlar düzenledi.
israil ile filistin arasındaki çatışmada, her iki taraf da kendi hakikatlerine öyle sarıldı ki, başka olasılıkları göremez hale geldi.
bütün örneklerde süreç hep aynıdır;
hakikat iddiası -> hakikati sahiplenme -> ötekileştirme -> öfke -> şiddet...
hakikati bulduğunu varsayan insan özgür olmak isterken kendi düşüncesinin esiri olur.
insan, kendi doğrusunu kutsarken başkalarının var olma hakkını reddeder.
anlam arayan insan, bulduğu anlamı kutsayarak diğer bütün anlam ihtimallerine düşman kesilir.
gerçeği savunan insan, gerçeğin farklı yüzlerini yok ederek kendi gerçeğini kutsar.
bu yüzden hakikat sevgisi, eğer farkında olunmazsa, en büyük düşmanlığı doğurur.
hakikat iddiası, paradoksal biçimde öfkeyi ve şiddeti doğurur.
şiddet, aşkın kılığına girer.
öfke, hakikatin sesiymiş gibi sunulur.
öldürmek, kutsal temizlik gibi yüceltilir.
ülkemizde sağcı ve solcuların birbirini yemesi de bundandır. solcular kendi hakikatlerine, sağcılar kendi hakikatlerine ölümüne iman etmiş durumdalar. bir başka hakikatin mümkün olma olasılığı üzerine düşünmeye imanları izin vermiyor...
oysa bütün bu çelişkilerin kökeninde, insanın kendi korkularından başka bir şey yoktur;
anlamını kaybetme korkusu, belirsizlikle baş edememe korkusu, kimliksiz kalma korkusu.
işte bu korkular, insanı kendi hakikatine daha çok bağlanmaya ve başka her ihtimali ezmeye sevk eder.
ve insan bir hakikati bulduğunu sandığı anda, başka bir hakikati kaybetmiş olur.
artık sadece kendi inancının hayalini yüceltmektedir.
hakikat şiddet doğurur; çünkü insan hakikati elinde tuttuğunu sandığı anda, medeni olmaktan çıkar.
medeni olmaktan çıktığında düşünmekten, şefkatten, adaletten ve merhametten de çıkar.
geriye yalnızca kendi dogmasına körü körüne bağlı, öfkeli ve saldırgan bir varlık kalır.
ama ironik bir biçimde ona dogma değil, hakikat adını verir. oysa yeniden düşünemediğin, eleştiremediğin, tartışmanın konusu olmayan her kanaat dogmadır.
bu çelişkiyi görmek ve bu çelişkinin içinde kalabilmek, belki de düşünmenin en gerçek başlangıcıdır.
bu çelişki aşılabilir mi?
belki evet, ama ancak bir şartla; düşünsel tolerans geliştirerek.
düşünsel tolerans, kendi düşüncemizin doğru olabileceği gibi yanlış da olabileceğini kabul etmekle başlar.
"belki de başka bir açıdan bakınca başka bir şey görünür" diyebilmekle başlar.
eleştiriyi tehdit değil, keşif fırsatı olarak görebilmekle başlar.
hakikat iddiasının yerini, hakikat arayışının almasıyla başlar.
hakikati sahiplenmek değil, ona yaklaşmaya çalışmak;
hakikati sabitlemek değil, onu yeniden ve yeniden düşünmekle mümkün olur.
ancak böyle bir düşünsel tolerans, hakikatin şiddet doğurmasını engelleyebilir.
aksi halde hakikat adına öfke ve şiddet döngüsü sonsuza kadar devam eder.