27 Nisan 2025 Pazar

hakikat şiddet doğurur 🤔

hakikat şiddet doğurur mu? doğuruyor işte... 


sonlanması mümkün görünmeyen bir hakikat arayışı söz konusu düşünen insan için. garip ama hakikatin ne olduğunu bilen yok. ama arayan çok (bu çok insanlığın milyonda biri kadar olsa gerek, ya neyse)...

madem hakikatin ne olduğu bilinmiyor, bulunduğunda nasıl o'nu bulduğuna emin olacak insan? 

malum, kaybettiğimiz bir şeyi bulduğumuzda, neyi kaybettiğimizi bildiğimiz için bulduğumuz şeyin kaybettiğimiz şey olup olmadığını biliriz. ama hakikati hiç elimize almadık ki, bulduğumuz şeyin aradığımız şey olduğunu bilelim...

haliyle elimizde bir referans olmadığı için arayışın sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinemeyeceğine göre; o halde ne hakikat değerlidir ne de bu arayış...

fakat nasıl ki, varoluşsal bir zorunluluk olarak kalem yazmakla, bıçak kesmekle, silgi silmekle, ağaç çiçek açmakla varlığı anlamlı ve değerli hale gelmekte, o halde insan düşünebilme potansiyelini gerçekleştirmeli ve düşünmelidir mümkün mertebe.

hedefi olmaya yolculuk, yolculuk değil savrulma olduğuna göre, düşünsel yolculuğun da bir hedefi olmalı ve düşünsel serüvenin hedefine hakikat denmesi sorun taşımamaktadır.

lakin insanlık tarihi, hakikat iddiasıyla başlayan ve şiddetle sonuçlanan sonsuz bir döngünün hikayesidir.

kimsenin savunduğu doğruya hakikat adını vermesine gerek yok. onu savunma biçimi, onun öznel bir kanaat mi yoksa savunan için hakikat mi olduğunu bize söyler. 

herkes, kendi doğrusunun hakikat olduğunu varsayar.

bu varsayımın arkasında, yeniden düşünmeye direnç, bir başka ifadeyle inandığı ya da doğru olduğunu varsaydığı şeylere körü körüne sahiplenme yatar.

bir insan ya da bir topluluk, bir düşünceyi hakikat olarak benimsediğinde, bu düşüncenin dışındaki her türlü olasılığı batıl, yanlış ya da sapkın olarak görmeye başlar. böylece düşünceler, seçenekler ve yollar ortadan kalkar; geriye sadece iki kutuplu bir dünya kalır; doğru ve yanlış, biz ve onlar...

bir kanaati hakikat olduğunu varsaymak, insanı o düşünceye esir eder. köleleşen zihin, kendi düşüncesini korumak için savunmaya geçer. zamanla bu savunma saldırıya dönüşür. çünkü farklı olan, yalnızca başka bir seçenek değil; doğrudan doğruya bir tehdit haline gelir.

din savaşları, ideolojik devrimler, siyasi baskılar, entelektüel tahakkümler hep bu mekanizmanın ürünüdür.

katolik kilisesi kendi dini yorumunun hakikat olduğunu varsaydı ve ötekileri ateşe verdi.

hariciler kendi dini doğrularını hakikat bildiklerinde, diğer müslümanları öldürmeyi vacip gördüler.

naziler kendi ırklarının üstünlüğünü hakikat olduğunu varsayarsak, milyonları toplama kamplarında yok ettiler.

amerika birleşik devletleri liberal kapitalizmi hakikat sandığında, dünyanın dört bir yanında darbeler organize etti.

sovyetler kendi komünizmini hakikat ilan ettiğinde, farklı düşünceleri yok etmek için gulaglar kurdu.

israil kendi kanaatleriniz (kendi hakikatine) sımsıkı bağlanıp, kadın çocuk demeden onlarcasının canını aldı dünyanın gözleri önünde.

bilim dünyasında da benzer bir körlük yaşanmıştır.

bilim, kendisini eleştiriye açık ve önyargısız bir alan olarak sunar, ancak pratiğinde hakikat iddialarına çok sık rastlanır.

kopernik ve galileo'nun güneş merkezli evren görüşleri, dönemin bilimsel paradigmasına aykırı bulunduğu için şiddetle bastırılmıştır.

darwin'in evrim kuramı, zamanla mutlak hakikat gibi sunulmuş; lamark gibi alternatif yaklaşımlar ise alaya alınmış ve dışlanmıştır.

bunun yanında, darwinci görüşler sosyal darwinizm şeklinde topluma uyarlanmış, güçlünün zayıfı ezmesi doğal ve haklı görülmüştür.

öjenik hareket ise bilimsel ilerleme adına kimi insanların yaşamaya layık olmadığı gerekçesiyle zorla kısırlaştırma ve kitlesel öldürmelere yol açmıştır.

psikiyatrik hastalıkların tedavisinde lobotomi gibi yıkıcı uygulamalar da bilimsel hakikat adına uzun süre eleştirisiz sürdürüldü.

manhattan projesi ile geliştirilen atom bombası da bilimsel gelişme adına tarihin en yıkıcı kitle katliamlarına aracılık etti.

modern farmasötik sektöründe big pharma skandalları yaşandı; sahte verilerle on binlerce insan mağdur edildi. 

çevre krizinde bilimsel veriler, çıkarlar uğruna bastırıldı; doğa telafisi imkansız zararlar gördü.


otomotiv sektörü ve endüstri, kesintisiz olarak doğaya karbon gazı pompalar ve atıklarını - çöplerini dökerken, bilimin insanlığı kurtaracağı sanrısını ölümüne savundu bilim camiası. bu dogmanın hakikat olduğuna inanmamış olsalardı bu denli savunur ve yapılan eleştirileri göz ardı ederler miydi? 


herkesin gözleri önünde bilim ve teknoloji tüm canlılığı tehdit ederken, bırakın eleştirileri dikkate almayı, eleştirileri bastırmak için başka araçlar geliştirdi bilim dünyası. hakikati elinde tutan diğer herkes gibi o da şiddete başvurdu kaçınılmaz olarak. 


pandemi sürecinde ise farklı bilimsel görüşler şiddetle bastırılarak, tek tip bir "hakikat" dikte edildi.

bu çelişki yalnızca bilimde ya da dinde değil, gündelik yaşamda da kendini gösterir.

ebeveynler kendi doğrularını ve ahlaki değerlerini tek doğru (hahikat) varsaydıklarında çocuklarına tahammülsüzlük gösterir.

yöneticiler kendi yöntemlerini tek doğru (hakikat) kabul ettiğinde farklı düşünen çalışanları susturur.

öğretmenler kendi eğitim anlayışlarını hakikat saydığında öğrencilerini bastırır.

siyasal düzeyde de aynı süreç işler.

jakobenler eşitlik ve özgürlük adına terör rejimi kurdu.

mao zedong'un kültür devrimi farklı düşünceleri aşağılayıp yok etti.

kırmızı kmerler kambocya'da nüfusun üçte birini yok etti.

hindistan'da hindu milliyetçileri müslümanlara yönelik katliamlar düzenledi.

israil ile filistin arasındaki çatışmada, her iki taraf da kendi hakikatlerine öyle sarıldı ki, başka olasılıkları göremez hale geldi.


bütün örneklerde süreç hep aynıdır;
hakikat iddiası -> hakikati sahiplenme -> ötekileştirme -> öfke -> şiddet... 

hakikati bulduğunu varsayan insan özgür olmak isterken kendi düşüncesinin esiri olur.

insan, kendi doğrusunu kutsarken başkalarının var olma hakkını reddeder.

anlam arayan insan, bulduğu anlamı kutsayarak diğer bütün anlam ihtimallerine düşman kesilir.

gerçeği savunan insan, gerçeğin farklı yüzlerini yok ederek kendi gerçeğini kutsar.

bu yüzden hakikat sevgisi, eğer farkında olunmazsa, en büyük düşmanlığı doğurur.

hakikat iddiası, paradoksal biçimde öfkeyi ve şiddeti doğurur.
şiddet, aşkın kılığına girer.
öfke, hakikatin sesiymiş gibi sunulur.
öldürmek, kutsal temizlik gibi yüceltilir.

ülkemizde sağcı ve solcuların birbirini yemesi de bundandır. solcular kendi hakikatlerine, sağcılar kendi hakikatlerine ölümüne iman etmiş durumdalar. bir başka hakikatin mümkün olma olasılığı üzerine düşünmeye imanları izin vermiyor... 

oysa bütün bu çelişkilerin kökeninde, insanın kendi korkularından başka bir şey yoktur;
anlamını kaybetme korkusu, belirsizlikle baş edememe korkusu, kimliksiz kalma korkusu.

işte bu korkular, insanı kendi hakikatine daha çok bağlanmaya ve başka her ihtimali ezmeye sevk eder.

ve insan bir hakikati bulduğunu sandığı anda, başka bir hakikati kaybetmiş olur.

artık sadece kendi inancının hayalini yüceltmektedir.

hakikat şiddet doğurur; çünkü insan hakikati elinde tuttuğunu sandığı anda, medeni olmaktan çıkar.

medeni olmaktan çıktığında düşünmekten, şefkatten, adaletten ve merhametten de çıkar.

geriye yalnızca kendi dogmasına körü körüne bağlı, öfkeli ve saldırgan bir varlık kalır.

ama ironik bir biçimde ona dogma değil, hakikat adını verir. oysa yeniden düşünemediğin, eleştiremediğin, tartışmanın konusu olmayan her kanaat dogmadır. 

bu çelişkiyi görmek ve bu çelişkinin içinde kalabilmek, belki de düşünmenin en gerçek başlangıcıdır.

bu çelişki aşılabilir mi?
belki evet, ama ancak bir şartla; düşünsel tolerans geliştirerek.

düşünsel tolerans, kendi düşüncemizin doğru olabileceği gibi yanlış da olabileceğini kabul etmekle başlar.

"belki de başka bir açıdan bakınca başka bir şey görünür" diyebilmekle başlar.

eleştiriyi tehdit değil, keşif fırsatı olarak görebilmekle başlar.

hakikat iddiasının yerini, hakikat arayışının almasıyla başlar.

hakikati sahiplenmek değil, ona yaklaşmaya çalışmak;
hakikati sabitlemek değil, onu yeniden ve yeniden düşünmekle mümkün olur.

ancak böyle bir düşünsel tolerans, hakikatin şiddet doğurmasını engelleyebilir.

aksi halde hakikat adına öfke ve şiddet döngüsü sonsuza kadar devam eder.

22 Nisan 2025 Salı

modern insanın tutarsız yaşamı üzerine...


modern insanın belki de en temel problemi tutarlılıktan yoksun oluşudur. tutarlılık, bir kişinin söylemleri ile eylemleri arasında uyumu, değerlerinin her durumda geçerliliğini, ilke ve prensiplerinin zaman ve koşullara göre değişmemesini ifade eder. ancak bugünün insanı tutarlı olmakta başarısız ve kendi çelişkilerini görmekte isteksiz. 

demokrasiye değer verdiğini söyleyen modern insan, demokratik değerleri savunurken, kendisi gibi düşünmeyenlere demokratik haklar tanımaz. demokrasi söylemleri, kendisinin bağlı olduğu grubun sınırlarına kadar geçerlidir. karşı tarafa söz hakkı tanımaz, ifade özgürlüğünü savunurken hoşlanmadığı düşünceleri susturmaya çalışır (en iyi durumda kulaklarını tıkar). 

eleştirel düşünceyi önemsediğini söyleyenler, kendi dışında kalan insanların söylemlerindeki tutarsızlıkları kolaylıkla tespit eder ve bunları eleştiri konusu yapar. fakat aynı insanlar, kendi grubundan kişilerin düşüncelerinde yer alan bariz çelişkileri görmezden gelir. hatta bu çelişkileri örtbas etmeye çalışır. hele kendi düşüncelerinin eleştirilmesini, şahsına saldırı olarak algılar. 

iş dünyasında çalışanlar, sermayenin (işverenlerin) yasal olmayan ya da etik dışı davranışlarını hemen fark eder ve eleştirirler. ancak kendi davranışlarını aynı eleştirel yaklaşımla değerlendirmekten kaçınırlar. 

benzer şekilde sermaye (işverenler), çalışanlarının ne kadar özverili olduklarını sorgularken, kendilerinin çalışanlarına karşı ne ölçüde özverili olduğuyla ilgilenmezler.

çevre duyarlılığını dile getiren modern insan, çevreyi koruma sorumluluğunu başkalarına yüklerken, kendi yaşam alışkanlıklarında çevreye verdiği zararı dikkate almazlar. başkasının israfını eleştirirken kendi tüketim alışkanlıklarını değiştirmez. bilim ve teknoloji doğayı herkesin gözü önünde yok etmektedir ama onları değil sadece yere izmarit atan sıradan insanı eleştirirler.

siyasette de durum farklı değildir. karşıt görüşlü partilerin skandallarını, sansasyonel haberlerini önemseyip bunları yayarken, kendi partisindeki benzer olayları küçümsemeye ya da örtmeye çalışırlar. parti içinde ortaya çıkan hukuksuzlukları, usulsüzlükleri gündeme getirmekten kaçınırlar. gündeme geldiğinde ise savunma moduna geçerler. 

değişimi ve dönüşümü savunan, başkalarını değişime davet eden kişi, kendi hayatında değişime karşı direnç gösterir. 

başkalarına sürekli olarak kişisel gelişim tavsiyesi veren biri, kendi hayatında gelişime kapalı kalır.

sigarayı bırakan biri, başkalarına sigarayı bırakmaları gerektiğini şiddetle savunur. fakat kendi sigara kullandığı yıllarda benzer tavsiyeleri hiç dikkate almamıştır. 

ebeveynler, çocuklarına kitap okuma konusunda baskı yaparken, kendileri kitap okumazlar.

bilim ve dini karşı karşıya koyan modern insan, dindarların inançlarını sorgulamamasını eleştirirken, kendisi bilimi sorgulamaz. bilime inancı, sorgusuz sualsiz bir kabuldür. 

ateistler, dini inanışların anlamsız olduğunu söyler fakat kendi hayatlarında ateizm temelli anlam üretemezler. 

dindarlar ise ateizmi tutarsızlık üzerinden eleştirirken, kendi inançlarındaki tutarsızlıkları görmek istemezler.

hukuk ve adaleti toplumun en yüksek değerleri arasında sayanlar, kendileri hukuksal sorun yaşadıklarında hukukun güvenilmez olduğunu ileri sürerler. kişisel menfaatlerine uygun olmayan durumlarda hukuku eleştirir, çıkarları söz konusu olduğunda hukuka bağlı kalınmasını savunurlar.

sağlık ve beslenme konusunda önerilerde bulunanlar, zararlı gıdaları başkalarına yasaklamak ister ancak kendi yaşamlarında zararlı (ya da güvenli olup olmadığını hiç düşünmediği) gıdalardan vazgeçmezler. 

trafik kurallarına uymanın önemini sürekli dile getiren kişi, trafik kurallarını kendisi ihlal eder. 

özel hayata saygıdan bahseden biri, başkalarının hayatını sorgulamaktan geri kalmaz.

eğitim sistemini eleştiren öğretmenler, bu sistemi değiştirme konusunda herhangi bir sorumluluk almadan eleştiriyi sürdürürler. 

sosyal medya bağımlılığını eleştiren bir kişi, kendisi günün büyük kısmını sosyal medyada geçirir.

kadına şiddet konusunda hassasiyetini dile getiren modern insan, kendi yakın çevresinde psikolojik ya da ekonomik şiddeti fark etmek istemez. 

toplumsal eşitlik ve adaleti savunanlar, kendi hayatlarında sınıfsal ayrıcalıklarını rahatça kullanırlar.

kendisi ve kendi gibiler için sürekli adalet sloganları atanlar, benimsemediği kişi ve gruplar için adalet taraftarı olmazlar. onların mağduriyetlerine göz yumarlar. 

milliyetçi - toplumsal söylemleri sıkça kullanan kişi, ülkesine karşı sorumluluklarını yerine getirmekte isteksiz davranabilir, vergilerini ödemekten kaçınır ya da kamu yararına olmayan kendi davranışlarını görmezden gelir.

başkalarının söylemlerindeki çelişkileri saptamak için emek verenler, aynı emeği kendi söylemlerindeki çelişkileri saptamak iin ortaya koymazlar.

dedikodu ve gıybeti kınayan insan yaşamına yakından bakıldığında, kınadığını kendisinin yaptığını görmemek nerdeyse mümkün değil. 

modern insanın tutarsızlıkları, onu gerçek anlamda medeni olmaktan alıkoyar. kendi değer ve söylemleri ile eylemleri arasındaki uçurum, sadece toplumsal yaşamı değil bireyin iç dünyasını da derinden yaralar.

bu tutarsızlıklar modern insana has olamaz ama eskiler için zaten ilkel dendiği için onları eleştirmek doğal olarak anlamsız. ama modern insan iddiası bu kadar çelişkiyi gözler önüne seriyorken modern insanı eleştirmemek olacak iş değil.

tutarsızlıklar üzerine düşünmek ve bunları görmek, kınamak ya da suçlamak için değil, tutarlılığı mümkün kılmak ve daha medeni, daha dürüst bir yaşama yaklaşmak için gereklidir... 

21 Nisan 2025 Pazartesi

bir sorun var ama ben değil dünya değişmeli. ben değişmeme gerek yok!!!

dünyada sayısız sorun var, o halde insanlar değişmeli - dönüşmeli. peki ya ben? sorun bende değil ki, diğer insanlar da... 

"birçok sorun var ama benim değişmeme gerek yok" tutumu, insanın hem kendine hem dünyaya karşı kurduğu en temel çelişkidir. çünkü her sorun, çözüm çağrısıdır. 

çözüm, genellikle bir başkasından beklenir. sanki birey, kendisini sabit bir merkez olarak kabul etmiş; değişmesi gereken şeylerin hep çevresindeki öğeler olduğuna kanaat getirmiştir. bu noktada kişi, dünyayı kendine uydurmaya çalışır ama kendi dönüşümünün bir zorunluluk olduğunu hiç düşünmez.

bu tutumun ardında iki temel motivasyon yatar; birincisi, bireyin konforunu kaybetme korkusu... 

ikincisi, kendini sorgulama sürecinden kaçınma arzusu. 

çünkü değişim, doğrudan benliği etkiler. alışkanlıklar, inançlar, değer yargıları, davranış kalıpları… tümü sorgulanmak zorunda kalır. bu da bireyde bir tehdit algısı doğurur. bu yüzden kişi, zihinsel savunma mekanizmalarını devreye sokar; inkar eder, rasyonalize eder, bahane üretir, dışarıdan bir suçlu bulur. 

bu davranış biçimi çoğu zaman şöyle formüle edilir; "ben haklıyım (bende sorun yok), yanlış olan sistem (yada diğer insanlar)."

bu nedenle bir işçi patronunu değiştirmek ister, bir öğrenci öğretmenini, bir eş diğer eşini, bir yurttaş devleti...

çok az insan kendisine dönüp sorar; "bu düzende benim payım ne?", "ben bu sistemin neresindeyim?", "benim yaptıklarım ya da yapmadıklarım, bu sorunların neresinde yer alıyor?", "bakış açımı değiştirsem acaba neler değişir?", "düşünce kalıplarımı sorgulamalı mıyım acaba?... 

halbuki sistem, bireylerden oluşur. birey değişmeden, sistem değişemez. çünkü her sistemin yapı taşını birey oluşturur. ama birey kendini bu yapının dışında, mağdur bir izleyici gibi görür. böylece hem sorumluluk almaz hem de eleştirme hakkını kendinde bulur. bu da bir tür çelişkili rahatlıktır; "ben kurbanım, bu yüzden masumum."

özgürlük ve sorumluluk arasında doğrudan bir bağ vardır. sorumluluk almak istemeyen özgürlük talep edemez. çünkü özgürlük, bireyin kendinde başlar. kendi düşüncelerini, tepkilerini, alışkanlıklarını, korkularını dönüştüremeyen biri, dış dünyayı dönüştürmeyi talep edemez-etmemeli. bu, temelsiz bir yapıyı inşa etmeye benzer.

dolayısıyla "her şey değişsin ama benim değişmeme gerek yok" yaklaşımı (bunu kimsenin sözlü olarak deklare etmesine gerek yok, yaşamda kendini gösterir bu düşünce), düşünsel bir çıkmazdır. çünkü sorunlar, bireyin dış dünyaya bakışıyla değil, kendi iç dünyasına bakmayı reddedişiyle derinleşir. dünya, bizimle birlikte değişebilir. ama biz değişmeden, dünyanın değiştiğine dair her beklenti yalnızca bir temenni, bir hayal, hatta bir kaçıştır.

gerçek değişim, bireyin kendi kendine dönerek şunu sormasıyla başlar; "benim bu düzende sürdürülebilir kıldığım şey ne?" bu soruyu dürüstçe sormayan herkes, değişimi dışsallaştırır. ve dışsallaştırılmış her değişim beklentisi, zamanla umutsuzluğa ve öfkeye dönüşür. çünkü dünya, tek tek bireylerin toplamıdır. ve hiçbiri değişmiyorsa, toplam da yerinde sayar.

değişim, dışarının değil, içerinin cesaretiyle başlar... 

insanlığın düşünme kapasitesi bağlamında dünya sanki bir ağlama duvarı...

dünya büyük bir ağlama duvarına dönüşmüştür.

insanlar artık konuşmuş olmak için konuşmakta düşünmek için değil, içini dökmek için kelimelere sarılmaktadır. her birey, bir şeyin mağduru olarak kendini anlatmaktadır; eş, baba, anne, çocuk, öğretmen, devlet, toplum, kader, sistem... hepsi birer suçlu; birey ise sadece maruz kalan, kurban edilen, haksızlığa uğrayan bir varlık olarak belirir. 

neredeyse hiç kimse kendi hayatının faili olduğunu düşünmemektedir. hiç kimse "ben ne yaptım, neleri eksik bıraktım, neleri yanlış yorumladım" diye sorular üretmemekte, bunun yerine bir "haklılık duygusu" ile kendini aklamaya çalışmaktadır.

bu durum sadece duygusal bir sığınma değil, aynı zamanda düşünsel bir yetersizliğin de işaretidir. çünkü düşünmek, neden-sonuç ilişkisini kurmak, geçmiş seçimleriyle şimdiki sonuçlar arasında bağlantı kurmak demektir. bu bağlantı kurulduğunda ortaya çıkan şey sadece dışsal nedenler değil, içsel katkılar da olacaktır. ve bu katkıların fark edilmesi insanı rahatsız eder. 

insanın kendi payına düşeni görmesi, bugünkü durumunun kendi geçmişinden kaynaklandığını fark etmesi çoğu zaman taşınması zor bir ağırlık yaratır. çünkü bu farkındalık beraberinde bir yüzleşme ve sorumluluk getirir. ve sorumluluk almak, her insanın göze alabileceği bir şey değildir.

düşünmek, kendini yeniden konumlandırmayı gerektirir. bir başka deyişle, düşünmek, konfor alanını terk etmektir. oysa insan, psikolojik olarak konforunu tehdit eden her şeyden kaçınma eğilimindedir. bu nedenle düşünmemek, duygusal olarak daha güvenlidir. çünkü düşünmek, insanın kendi inşa ettiği duvarları yıkmasını gerektirir. 

düşünmek, kendine karşı dürüst olmayı ve zihinsel birikimi yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılar. bu ise kolay değildir. çünkü insan, kendi içini kazdığında acı, pişmanlık, ihmal, korku, öfke ve yetersizlikle karşılaşır. işte bu yüzden düşünmek konforlu değil, yıpratıcı bir süreçtir. bu yüzden insan düşünmekten kaçar.

şikayet etmek, yakınmak, bahane üretmek, bir başkasını suçlamak; bunların tümü, düşünmeye alternatif olarak kullanılan savunma biçimleridir. 

çünkü düşünmek yerine bir başkasını suçlamak, bireyi sorumluluktan kurtarır. birey kendi hatasını, kendi ihmallerini, kendi seçimlerini sorgulamak yerine dışarıya yönelerek kendini rahatlatır. 

suçlama ve yakınma, geçici bir rahatlama sağlar; ama gerçek bir çözüm sunmaz. çünkü çözüm ancak yüzleşmeyle ve düşünmeyle mümkündür. 

düşünce, haklı olmayı değil, anlamayı ve değişimi-dönüşümü hedefler. insanın derdi ise çoğu zaman anlamak ya da dönüşmek değil, yalnızca haklı olmaktır.

bu düşünsel tembelliğin tezahürlerini yaşamın her alanında gözlemlemek mümkündür. 

karı koca arasında yaşanan bir tartışmada, taraflar genellikle birbirlerini suçlamaya odaklanır. "beni hiç anlamıyor", "zaten hep ben fedakarlık yapıyorum", "o bana böyle davranmasaydı ben de böyle olmazdım" gibi ifadeler, her iki tarafın da kendisini mağdur ilan ettiği, karşı tarafı fail konumuna koyduğu ağlama kalıplarıdır. oysa hiçbiri kendisine dönüp şunu sormaz; bu evlilikte ben neyi ihmal ettim? neyi görmezden geldim? hangi alışkanlıklarımı sorgulamadım? hangi beklentilerimi açıkça konuşmadım?

öğrencilerde benzer şekilde davranır. "hoca bana taktı", "notlarımı bilerek kırdı", "benimle yeterince  ilgilenmediler", "bu eğitim sistemi saçma" diyerek başarısızlığının tüm sorumluluğunu dış dünyaya yükleyen öğrenci, kendi potansiyelini analiz etmez. çalışma alışkanlıklarını, zaman yönetimini, dikkatini verimli kullanma becerisini sorgulamaz. oysa aynı öğrenci düzenli çalışsa, anlamadığı yerleri soruştursa, sınavlarda daha hazırlıklı olsa, bugünkü sonuçları çok farklı olabilirdi. ama düşünmek yerine sistem eleştirisi yapmak daha kolaydır.

bir çalışan, şikayet etmeye başladığında ilk refleksi genelde ya "patron kötü" ya da "çalışma ortamı kötü" şeklinde olur. "bizi köle gibi çalıştırıyorlar", "hiçbir hakkımız yok", "zaten bu ülke yaşanacak yer değil" diyerek dışsal bir çaresizlik anlatısı kurar. ama aynı çalışan, kendi potansiyeline yatırım yapmaz, örgütlenme ya da sendikalaşmayı düşünmez, iş arkadaşlarıyla birleşip hak talebinde bulunmaz, kendi haklarını öğrenip ses çıkarmaz. çünkü bunlar eylem ve düşünce gerektirir. şikayet etmek, sadece yakınmayı ister. yakınmak kolaydır; mücadele değil.

bir yurttaş, yaşadığı ekonomik zorluklar karşısında sadece devleti, iktidarı ya da şartları suçlar. oysa yeteneklerine odaklanabilir, kendini geliştirebilirdi. kendi eksiklerini tespit edip, tamamlayabilirdi. farklı iş imkanlarını değerlendirebilirdi. ama kendine yönelmek zahmetlidir, eğitim, çaba, direnme, mücadele ve neden sonuç ilişkileri üzerine düşünmeyi ister. bunları yapmak zahmetlidir. düşünmek bir yükümlülüktür, hem zihinsel hem ahlaki. birey bu yükümlülükten kaçtığı sürece, kişisel sorumluluğu sadece şikayet etmekle sınırlı hale gelir. 

bir mühendis ya da teknisyen, mesleğinde ilerleyemediğinde koşulları suçlar. "zaten torpil olmadan bu ülkede bir yere varılmaz", "benim gibi teknik adamları kimse takdir etmez" der. ama kendi gelişimini ne kadar destekledi? alanındaki yenilikleri takip etti mi? iletişim becerilerini geliştirdi mi? takım çalışmasında sorunlar yaşadıysa bunu gidermek için bir çaba gösterdi mi? şikayet, kendi sorumluluğunu görmeyi engellediği gibi, kişiyi değişim iradesinden de koparır.

öğretmenler öğrencilerden, öğrenciler öğretmenlerden, hastalar doktorlardan, doktorlar sistemden, çocuklar ebeveynlerinden, ebeveynler çocuklardan şikayet eder. herkes haklıdır. herkes ağlamaktadır. herkesin bir gerekçesi, bir açıklaması, her anomali için elinde bir suçlu vardır. ama neredeyse hiç kimse düşünmemektedir. çünkü düşünmek, "ben bu zincirin hangi halkasıyım?" sorusunu sormaktır. ve bu soru hem içten hem yıpratıcıdır.

bir çocuk dahi – örneğin ödevini yapmadığında – "zaten anlamamıştım ki", "evde ses vardı çalışamadım", "internet yavaşladı" gibi bahaneler üretmeye yönelir. çünkü daha küçük yaşta, başarısızlığı dışsallaştırma eğilimi öğretilmiştir. bu çocuk büyüdüğünde bu alışkanlığı devam ettirir. bir yetişkin olur ama düşünce üretme yerine gerekçe üretmeye devam eder.

bir hasta, tedavi sürecinde kendi hatalarını (kendini bu noktaya getiren sebepleri) anlamaya çalışmak yerine sonuçlardan doktoru yada sağlık sistemini sorumlu tutabilir. "doktor yanlış tedavi uyguladı", "zaten sağlık sistemi yetersiz", "bu ilaçların yan etkileri beni tüketti" gibi bahaneler hastanın kendini aklaması için yeterlidir. hepsi doğru olsa dahi düşünmek, "ben ne yaptım da bu noktaya geldim" ve "ben bu tedavi sürecinde üzerime düşeni yaptım mı?" sorusuyla başlar. ama bu soru rahatsız edicidir. bu yüzden sorulmaz.

tüm örnekler göstermektedir ki, bireyin kendi sorumluluğunu dışsal nedenlerle değiştirmesi bir savunma mekanizmasıdır. ama bu mekanizma ne iyileştirir, ne dönüştürür. yalnızca zaman kazandırır, suçluluk duygusunu bastırır, insanı konforlu bir mağduriyet zırhına büründürür. 

düşünmek ise tüm bu zırhları söküp atar. çıplak ve savunmasız bir farkındalık yaratır. işte tam da bu yüzden düşünmek zor, şikayet etmek kolaydır.

düşünmek yalnızca bir entelektüel faaliyet değildir. düşünmek aynı zamanda ahlaki bir eylemdir. çünkü insanın kendine karşı dürüstlüğünü, cesaretini ve kendini dönüştürme isteğini içerir. 

düşünmek, haklı olmayı değil, anlamayı seçmektir. ama anlamak, çoğu zaman kendinle yüzleşmeyi içerdiği için acı verir. insanlar bu acıdan kaçmak için düşünmeyi değil, yakınmayı seçer. bu yüzden dünya bir düşünce mekanı değil, bir ağlama duvarıdır artık.

bu duvarın yıkılması ancak bireyin düşünmeye cesaret etmesiyle mümkündür. çünkü gerçek değişim, içeriden başlar. dışarıyı suçlamakla değil, içeriye bakmakla başlar. ama bu yol zor, çetin, tekinsizdir. bu yüzden az yürünür. 

düşünmek, haklı olmaktan daha değerlidir. ve düşünmeyen insan, haklı bile olsa kendi potansiyelinden uzakta yaşar. 

ağlama duvarına yaslanmış insan, orada sadece zaman kaybeder. düşünmeye cesaret eden ise, kendini yeniden yapılandırmaya - dönüştürmeye  başlar. ve ancak o insan, düşünen canlıdır.

insan düşünen değil, düşünmeye olanaklı bir canlıdır. nadiren düşünmeyi denediği, genellikle ağlayıp, sızlayıp, şikayet ettiği için "insan düşünen canlıdır" tanımı hatalıdır... 

19 Nisan 2025 Cumartesi

psikolojik savunma mekanizmaları dolayımında insan...

insanın kendi zihinsel kurgusunu gerçekliğin yerine koyması — kolektif bilinçdışı ve savunma mekanizmaları üzerine bir çözümleme... 

insan, gördüğüyle değil, görmek istediğiyle yaşar. bu yalnızca bireysel bir temayül değil, aynı zamanda kolektif bir zihinsel yapılanmadır.

gerçeklik, olduğu gibi karşılandığında zihinde sarsıntı yaratır. çünkü insanın zihin yapısı, bilinçten çok bilinçdışı tarafından şekillenir. 

bilinçdışı, yalnızca kişisel değil, aynı zamanda kolektif bir alandır; toplumun, tarihsel kimliklerin, kültürel kalıpların ve grup aidiyetlerinin içselleşmiş dünyası… insan bu dünyadan bağımsız düşünemez. 

bu nedenle gerçeklik, bu içselleşmiş yapılarla çeliştiğinde savunma mekanizmaları devreye girer. çünkü gerçekle yüzleşmek, çoğu zaman bir kimliğin, bir geçmişin ya da bir aidiyetin çöküşünü gerektirir.

örneklerle açmak gerekse;

müslümanlık, özellikle modern eğitim almış  insanlar üzerinde etkisini kaybetmektedir. bu, sadece dinin pratik hayattaki görünürlüğünün azalması değil, aynı zamanda dinin sunduğu anlam haritasının sorgulanmaya başlanmasıdır. ama birçok müslüman bu gerçeği kabul etmemekte ısrarcı. çünkü bu, bir inanç sisteminin değil, bir kimliğin çözülmesidir. burada devreye giren savunma mekanizması "inkar"dır. 

inkar, tehditkar bir gerçeği bilince almamakla işler. fakat bu inkar bireysel değil, kolektiftir. çünkü bu kimlik sadece bir kişinin değil, bir topluluğun taşıdığı ve kendini onunla tanımladığı bir kimliktir. dinin etkisinin azalması, tanrının değil, "biz"in düşüşüdür. kolektif bilinçdışı bunu tehdit olarak algılar. bu yüzden "din ideal olandır ama insanlar yanlış anlıyor (yada anlamıyor)" anlatısıyla inkar meşrulaştırılır. oysa gerçek, gözle görülürdür; inanç ritüelleşmiş, ruhsal derinliğini kaybetmiş, toplumsal sorunları çözmeyen, yerini arayışsız bir alışkanlığa bırakmış eskimiş kültürel bir olgudur (en azından gözünen haliyle). 

ateizm, bir yaşam biçimi sunmadığı gibi, yaşamın anlamını da yok etmektedir. bu da bireylerde derin bir boşluk ve anlamsızlık duygusu yaratmaktadır. yine de birçok ateist bunu kabul etmemekte ısrarcıdır. burada işleyen savunma "yüceltme"dir. 

zihinsel bir boşluk, bilinç düzeyinde bir erdem gibi sunulur. "anlam aramak bir zayıflıktır" denir. oysa bu, bilinçdışında hissedilen boşluğu bastırmak için kullanılan bir dönüşüm mekanizmasıdır. kolektif düzeyde ise ateist çevreler bu "anlamsızlık" üzerinden bir kimlik üretmiştir. bu kimlik, tanrıtanımazlık değil, anlam reddiyeciliğidir. ama kolektif bilinçdışı, anlamı dışlayarak değil, ancak onunla yüzleşerek aşılabilir. yüzleşmeyen kişi ise ne kadar entelektüel görünse de içten içe parçalanmış kalır. burada da anlamın yokluğu, anlamın kendisiymiş gibi sunulur. 

onları da anlamayı denediğinizde ellerinde pozisyonları gereği yapacak başka bir şey olmadığı görülür. ateizm pozisyon olarak hiç bir teklif sunamaz yaşama dair. bu durumda kendi pozisyonuna değer atfetmek için diğer pozisyonların değersiz (çelişki ve tutarsız) olduğunu resmetmek durumunda kalır. "ben iyiyim çünkü ahmet kötü" gibi...

düşüncenin ne kadar içi boş olursa olsun kolektif bilinç dışı onlara savunma (yada saldırı) yapmaktan başka şans tanımaz. 

bilim ve teknoloji doğayı tüketmekte, canlılığı yok etmektedir. bu yıkım gözle görülür biçimde ortadadır. her yıl yüz binlerce canlı türü yok olmakta, ormanlar azalmakta, denizler plastikle dolmaktadır. ama bilim savunucuları bu gerçeği görmemekte ısrarcıdır. burada "rasyonelleştirme" devrededir. 

bilim ve teknolojinin doğayı tükettiği kabul edilse bile, bu durum "daha fazla bilim" ile çözüleceği inancıyla gerekçelendirilir. bu çelişki, kolektif bilinçdışının "insanı doğanın efendisi" olarak gören yapısıyla örtüşür. insan, kendi icatlarının yıkıcılığını fark ettiğinde, bu yıkımı yine kendiyle telafi edeceğini sanarak kontrol yanılsaması üretir. bu yanılsama bir savunmadır; "bilim sorun üretir ama daha büyük bilim onu çözer." 

oysa bu, baştan sona bir kurgudur. doğayı yok edenin doğayı kurtaracağına inanmak, hem kolektif bir aklanma hem de bir büyü bozulmasın diye sürdürülen körlüktür.

siyasetçiler sağ veya sol fark etmeksizin yolsuzluklara, usulsüzlüklere ve hatta suçlara karışmış durumda. üstelik bu durum çoğu zaman delillidir, gözlemlenmiştir. buna rağmen taraftarlar kendi partilerini savunmaktan vazgeçmezler. burada "bölme" ve "yansıtma" iç içedir. 

kendi siyasi grubunu "iyi", karşıt grubu "kötü" olarak kodlamak, zihni karışıklıktan korur. karmaşık olanı netleştirmek, bireyin içsel düzenini sağlar. bu düzenin korunması için tüm kötülük "ötekine" yansıtılır. yolsuzluk kendi grubunda değil, sadece diğerindedir (kendi grubu hakkındaki yolsuzluk iddiaları hep karalama amaçlıdır). bu ise kolektif bilinçdışının sadakat ve aidiyet temelli örgütlenmiş yapısından kaynaklanır. 

kişi partisini yalnızca politik değil, aynı zamanda ahlaki, tarihi ve duygusal olarak içselleştirmiştir. dolayısıyla onu eleştirmek, sadece bir siyasi tercihi değil, kişinin "kimlik yapısını" hatta "kişiliğini" tehdit eder.

osmanlı ve cumhuriyetin kurucu kadroları, geçmişteki ağırlığını ve saygınlığını günümüz hızında yitirmekte. ama bu iki yapının savunucuları bunu kabul etmek istemez. burada "idealizasyon" ve "nostalji" birlikte işler. geçmişteki figürler ve sistemler kusursuzlaştırılır. yaşanan her güncel sorun "ideallerden sapıldığı" gerekçesiyle açıklanır. bu bir savunmadır. çünkü geçmişin idealleştirilmesi, bugünün yükünü azaltır. 

birey ya da toplum, bugünkü karmaşayla baş edemediğinde geçmişe döner. kolektif bilinçdışı, ideal atalar, altın çağlar, kurucu figürlerle doludur. çünkü bunlar bir yön duygusu verir. bu figürlerin aşındığını görmek, yönsüzlüğü ve sahipsizliği gündeme getirir. bu nedenle geçmiş, olduğu gibi değil, olmak istenen gibi hatırlanır (satır aralarını kurcalayın tüm geçmiş sorunlar içerir ama taraftarlar bunları karalama olarak algılayarak pozisyonunu savunmaya devam eder). 

insan teknolojik olarak donanmakta, ama düşünsel olarak gerilemektedir. her şey daha hızlı, daha kolay erişilebilir hale gelmekte ama buna rağmen insanlık düşünce üretmekte zorlanmakta. ama toplumlar hala "akıl ve ilerleme çağı"nda olduklarını sanmakta. burada "gerilemenin inkârı" ve "narsistik savunma" devrededir. çünkü bir uygarlığın kendi aklının yetersizliğini kabul etmesi, o uygarlığın temel mitini çökertebilir. oysa kolektif bilinçdışı, uygarlık mitleriyle işler; ilerleme, akılcılık, modernlik... bu mitler sarsıldığında birey yalnızca kendi aklını değil, tür olarak insanı da sorgulamak zorunda kalır. bu yüzden düşünce yoksunluğu, teknoloji bolluğu içinde görünmez hale getirilir. araç çoğalır, ama amaç kaybolur. düşünce insanı çıkmaz, ama buna kimse şaşırmaz. çünkü herkes, artık düşünmeden yaşamayı kanıksamıştır çoğunluk. 

tüm bu örnekler, bir noktaya işaret eder; insan, gerçekliği olduğu gibi görmek yerine, ona dayanabilmek için anlatılar kurar. bu anlatılar hem bireysel bilinçte hem de kolektif bilinçdışında kök salmıştır.

işte bu nedenle hakikat, görüldüğünde bile inkar edilir. çünkü hakikatin kabulü, kimliğin, aidiyetin, geçmişin ve geleceğe dair tüm umutların yeniden inşasını gerektirir. bu ise çoğu zaman yıkıcıdır. zihinsel çöküş, sadece bireysel değil, kolektif olarak da travmatiktir.

bu nedenle insan, kendi zihinsel kurgusunu gerçekliğin yerine koyar. bu kurgu, kendini koruma refleksidir. ama aynı zamanda körleşmenin de zeminidir. ve bu körlük sürdüğü sürece ne birey ne toplum kendini görebilir. kendini göremeyen ise hiçbir sorunu çözemez. çünkü en temelde sorun, gerçekliğe değil, gerçekliğin yerini alan yanılsamaya inanmaktır.

insan çoğu zaman gerçekliğe değil, gerçekliğin yerini alan yanılsamaya inanır. ama inanmak, çoğu zaman düşünsel bir tercih değil, onsuz yaşanamayacağını sanmakla başlayan bir tapınmadır. ve tapınma, diz çökülen bir sunakta değil, sorgusuzca sürdürülen her alışkanlıkta saklanır.

18 Nisan 2025 Cuma

modern dünyanın genellemeci dili (stres) ve dolayısı ile insanın kendine yabancılaşması...

modern insan yaşadığını anlamıyor. çünkü anlamak için önce düşünmek, düşünebilmek için ise adlandırmak gerekir. 


adlandırma kaybolduğunda, duygu bilinçten - anlam yaşamdan silinir. bugünün dünyasında insan, yaşadığı duyguları yani içinde bulunduğu durumu tanımlayamaz hale geldi. tanımlayamadığı için de ifade edemez, ifade edemediği için de ne olup bittiğini anlayamaz. 

duygu, sadece bir içsel titreşim değil, aynı zamanda bir bilinç biçimidir. dil ise bu bilinci hem biçimlendirir hem de görünür kılar. ama modern dünyanın dili, artık bu görünürlüğü ortadan kaldıracak kadar genelleşmiştir. düşünsel ve incelikli olan her şey, tek tipleştirici ve işlevsel bir dilin içine hapsedilir. özellikle insanın iç dünyasına dair sözcüklerin giderek azalması, düşünsel zeminin bulanıklaşması ve dolayısı ile duygusal kaosa yol açmıştır. 

bu bulanıklık, bireyin kendi benliğine ulaşmasını engellediği gibi, başkalarının onu anlamasını da neredeyse imkansız hale getirir.

bugün "stres" sözcüğü, bu bulanıklığın en belirgin örneklerinden biridir. 

ingilizce stress "sıkıntı, hafakan" sözcüğünden alıntıdır. bu sözcük fransızca estresse "darlık" sözcüğünden alıntıdır. bu sözcük latince yazılı örneği bulunmayan strictia biçiminden evrilmiştir. bu biçim latince stringere, stict "sıkmak, daraltmak" fiilinden türetilmiştir. bu fiil hintavrupa anadili yazılı örneği bulunmayan streng "sıkmak" kökünden türetilmiştir.

"tıpta sıkıntı veya travma sonucunda görülen organizma bozukluğu" (milliyet - gazete 1957) 

modern dünya insanın yaşadığı her türlü duygusal, zihinsel ya da ruhsal sıkışıklığı bu kelimenin içine sığdırmaya çalışıyor. ama bu kelime öylesine geniş bir anlam sahasına sahip ki; gelinen günde neyin stres olduğu, neyin olmadığı anlaşılamaz halde. 

geçmişte duygu dünyasının her bir özgül hali için ayrı bir sözcüğümüz vardı; endişe, kaygı, tasa, elem, acı, hüzün, gam, keder, ızdırap, gasvet, efkar, dert... 

her biri, insanın yaşadığı farklı bir içsel deneyimi ifade ederdi. şimdi ise bu deneyimlerin hepsi aynı çatı altında, aynı kelimeyle —stresle— örtülüyor. sonuç? derin bir tanımsızlık, içsel bir bulanıklık, kendine ve duygularına yabancılaşmış bir insan...

şimdi bu duygusal haritayı tekrar ortaya koymak gerek.

endişe, insanın değer verdiği şeyler karşısında taşıdığı sorumluluk duygusunun düşünsel yankısıdır. sadece kötü bir sonuca dair korku değil, daha çok, o sonucun anlamı üzerine düşünme eylemidir. bu yüzden endişe, zihinsel bir yüklenmedir ama aynı zamanda insanlaşmanın da göstergesidir. çünkü insan ancak değer verdiği şeyler için endişelenir.

kaygı (anksiyete), belirsizliğin doğurduğu bir alarm halidir. somut bir tehdit yoktur ama olasılık vardır. zihnin geleceğe dair olumsuz senaryolar kurması sonucu oluşur. hayvan korkar, ama insan kaygılanır. çünkü kaygı, bilinçli bir öngörünün ürünüdür. zihnin hem yaratıcı hem de yıkıcı potansiyelidir.

tasa, başka biri için duyulan içsel sorumluluktur. endişeden daha kişisel, kaygıdan daha bağlıdır. sevgiyle iç içedir. insan bir başkasını düşünmeden tasa duymaz. tasa bu nedenle hem bir bağlılık göstergesidir hem de bir yüklenmedir.

elem, yaşanmış bir kaybın içe işleyen izidir. acının daha sessiz, daha derin ama daha uzun süren halidir. insan kaybettiği bir şeyi düşünürken içinde duyduğu o ince sızı, elemdir. zamanla melankoliye de dönüşebilir.

acı, kaybın kendisiyle yüzleşme halidir. daha doğrudan, daha yakıcıdır. içinde hem fiziksel hem de duygusal yanma barındırır. sözcüğün kökeninde "yakmak" anlamı vardır. acı, insanın en temel varoluşsal duygularından biridir.

hüzün, bir yokluğa değil, bir yoksunluğa verilen duygusal tepkidir. güzel bir şeyin sona ermesi ya da artık ulaşılmaz oluşu, hüzün yaratır. acıdan farklı olarak yakmaz, elemden farklı olarak kabullenicidir. bir tür içsel teslimiyettir.

gam, tasa gibi düşünceden doğar ama çözümsüzlük duygusunu barındırır. içe çöken, çaresizlikle birleşen bir tür zihinsel karanlıktır. kişi gamlı olduğunda, artık eylemde bulunamaz hale gelir.

keder, kayıpların ardından gelen derin çöküntüdür. özellikle ölüm, ayrılık gibi dönüşsüzlük içeren deneyimlerden sonra ortaya çıkar. insanın tüm benliğini sarar. zamanla hem ruhsal hem de bedensel tükenmeye dönüşebilir.

bütün bu kavramlar, insanın duygusal haritasında ayrı noktalardır. her biri farklı bir yönü gösterir. ama modern dünya bu haritayı buruşturup cebine koydu. yerine "stres" gibi genellemeci kavramları getirdi. çünkü modern insanın derdi anlamak değil, işlevsellikti. insanın ne hissettiği değil, işe yarayıp yaramadığı önemliydi. duygu bir zihin faaliyeti olmaktan çıkarıldı, bir arıza belirtisine indirildi.

modernizmin dili, doğası gereği genelleyicidir. çünkü bireyin derinliğine değil, ortalamanın işleyişine göre çalışır. bireysel farklılıklar, kişisel duygulanımlar, özgül bilinç halleri, bu sistemin içinde sadece "verimsizlik" olarak görülür. dolayısıyla dil, ölçülebilir olanı önceler. ama ölçülemeyen şeyler, yani duygular, anlamlar, bağlamlar —sistemin dışına atılır. böylece insan, kendi duygularını sistemin içinde konumlandıramadığı için onları bastırmak ya da geçiştirmek zorunda kalır. 

bastırılan her duygu, adlandırılamayan her içsel deneyim, insanı kendisine yabancılaştırır. çünkü insan kendisini ancak kendisine söylediği şeylerle tanır. kelime yoksa, kendilik de yoktur.

burada kelimenin gücü ortaya çıkar. 


her kelime bir iz bırakır, bir bilinç alanı yaratır. "endişe" dediğinde, o duyguya dair farkındalığın başlar. "keder" dediğinde, onunla baş etmenin yollarını düşünürsün. kelime, sadece bir işaret değil, aynı zamanda yaradır-anlamdır. ve anlam, yalnızca ifade edilebildiği ölçüde taşınabilir. bu yüzden kelimeler yitirildiğinde, insan sadece ifade değil, anlamını - izlerini kaybeder.

bugün insanlar birbirini neden anlayamıyor? çünkü artık kelimeler anlamını kaybediyor. daha da kötüsü, artık yeterince kelimemiz yok. birkaç genel geçer kelimeyle, karmaşık duyguları anlatmaya çalışıyoruz. bu da sadece bir iletişim sorunu yaratmıyor; aynı zamanda bir varoluş sorunu yaratıyor. çünkü kişi kendi duygusunu tanımlayamadığında, onunla temas kuramaz. temas kuramadığı şeyi anlayamaz. anlayamadığı şeyi dönüştüremez.

bu yüzden mesele sadece tanımlamak değil, ama doğru tanım hem farkındalık hem de çözüm için ilk adımdır. 

insan kendi içsel halini tanımlamayı başardığında, çoğu zaman kendi sorununu da çözebilecek yetkinlikte olacaktır. çünkü kelimeyle başlayan farkındalık, anlamla derinleşir; anlamla derinleşen içgörü ise eyleme dönüşür. ve bu eylem artık rastlantısal değil, bilinçli bir dönüşümün taşıyıcısı olur.

eğer genellemeci bir dil yerine detaycı, ayrıştırıcı, yerli yerinde bir dil kullanabilseydik, insanın ne hissettiğini anlaması ve anlatması da, başkalarının onu anlaması da çok daha mümkün (imkan dahilinde) olurdu. çünkü kelimeler sadece anlatmaz, aynı zamanda inşa eder. 

kelime, ilk bakışta basit bir sesleniş, bir ifade aracı gibi görünür. ama onu anlamaya başladığımızda, aslında insanın varlığına, düşüncesine ve kaderine nüfuz eden en derin yapılardan biri olduğunu fark ederiz. "kelime", iz veya yara anlamına gelir. yani kelime, edilgen bir ses dizisi değil, etkileyen, iz bırakan, gerekirse yara açan bir varlıktır. 

bir söz, muhatabında iz bırakıyorsa, işte ancak o zaman kelime olur. çünkü kelimenin özü, etkidir. düşünceye temas eder, duyguyu harekete geçirir, bedende gerilim oluşturur, yön verir. 

kelime hem içte iz bırakır hem dışta iz bırakır. ağzımızdan çıkan söz, birini sarstığında, dönüştürdüğünde, yaraladığında ya da onardığında; işte o zaman gerçekten kelimedir.

bu bağlamda kelime, yalnızca bir anlatım aracı değil, aynı zamanda bir imkandır. çünkü eylem açığa çıkarır. düşüncede, ilişkide, algıda, duyguda ve zamanla eylemde bir iz bırakır. bu etkin doğasıyla kelime, sıradan bir taşıyıcı değil; hem düşüncenin doğuşu hem de davranışın ilk kıvılcımıdır.

işte bu noktada, kelimenin akılla ilişkisi devreye girer. akıl da arapçada "bağlamak" anlamına gelen "akele" kökünden gelir. 


akıl, farklı parçalar arasında anlamlı bağlar kurma yetisidir. ama bu bağ neyle kurulur? kelimelerle... 

kelime olmadan bağ kurulamaz, ilişki kurulamayan şey düşünceye dönüşemez, düşünceye dönüşemeyen şey ise aklın konusu olamaz. yani akıl, kelimesiz işleyemez. 

insan bebeğini düşünelim. doğduğunda aklı yoktur. çünkü kelimesi yoktur. dünyaya nötr gelir. ama zamanla kelimelerle tanıştıkça, bu kelimeler arasında bağlar kurdukça, düşünmeye başlar. sorular sormaya, neden sonuç ilişkisi kurmaya, seçenekleri değerlendirmeye başlar. yani kelimelerle birlikte akıllanır. kelimeler ne kadar çoksa, bağ kurma kapasitesi, yani akıl da o kadar geniştir.

kelime aynı zamanda, sadece dış dünyayı değil, insanın kendini de inşa eder. çocuk ilk kez "ben" dediğinde, ilk özne oluş başlar. artık kendini, diğerlerinden ayıran bir varlık olarak kurmuştur. bu ayrım, bir kelimeyle gerçekleşir. o andan itibaren kelime yalnızca dışı değil, içi de şekillendirir. bu yüzden kelimeler, sadece dış dünyayı tanımlayan şeyler değil, aynı zamanda iç dünyanın haritasını çizen araçlardır. duygular, düşünceler, arzular, korkular; kelimelerle şekillenir, adlandırılır, anlaşılır.

bu anlayışın ışığında, şu derin mottoyu yeniden değerlendirebiliriz;


düşüncelerine dikkat et, kelimelerin olur; kelimelerine dikkat et, hareketlerin olur; hareketlerine dikkat et, alışkanlıkların olur; alışkanlıklarına dikkat et, karakterin olur; karakterine dikkat et, kaderin olur.


bu zincirin ilk halkası kelimedir. çünkü kelime, düşünceyi oluşturur ve dışa vurur. düşünceyi dile getirir, tanımlar, biçimlendirir. kelimeyle başlayan süreç, insanın davranışlarına, alışkanlıklarına, kimliğine ve sonunda hayat çizgisine kadar uzanır. kelime bir tohumdur. önce zihinde (bir düşüncenin içinde) köklenir, sonra dış dünyada kendine yer bulur ya da dışlanır. bu yüzden kelime sadece düşüncenin değil, karakterin de, kaderin de mimarıdır.

kelimeler bizi bir arada tutan, dünyayla ve birbirimizle ilişki kurmamızı sağlayan ağlardır. ama aynı zamanda bu ağ, bizi sınırlayan bir yapıya da dönüşebilir. çünkü bir şeyi kelimelere dökemezsek, onu düşünemez hale geliriz. 

wittgenstein'ın dediği gibi; "dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır." 

bu yüzden dil, sadece ifade değil, idrak alanıdır. neyi isimlendir ve tanımlayabilirsek, onu anlayabiliriz. neyi anlayamazsak, onunla bağımız  kopar. (tanım nedir, bkz mantık kitapları) 

tüm bunlar bize şunu gösteriyor; kelime, sadece dille ilgili değil; akılla, benlikle, toplumsallıkla, medeniyetle ve yaşamın ta kendisi ile ilgilidir. 

insanı hayvandan ayıran şey düşünme yetisi değildir yalnızca; çünkü düşünce, kelimeler birbiri ile ilkeli ve tutarlı bir şekilde yan yana gelmeden şekillenemez. 

insanı insan yapan, düşünen bir varlık olduğu kadar, kelimelerle düşünen bir varlık olmasıdır. 

kilim ile kelime aynı kökten türer. 


kilim odanın zeminini, kelimeler düşüncenin zeminini oluşturur. bozuk bir zemin üzerine sağlam bir şey inşa edilemez. 

o halde doğru düşünebilmek için, her bir kelimeyi özenle seçmek ve olması gereken yere konumlandırmak zorundayız. 

netice itibari ile insan, "stresliyim" dediğinde nelerin geçip gittiğinden (neleri kaybettiğnden) bi haberdir genellikle... 

15 Nisan 2025 Salı

zaman üzerine

zamanın a teorisi, b teorisi, göreliliği konularda bir çok şey yazılınca zamanın anlaşıldığı varsayılır ama öyle değil... 

zaman, insan zihninin en büyük bilmecelerinden biridir. fiziksel dünyada ölçülebilirliği sayesinde bir gerçeklik görüntüsü sunsa da, gerçekte zaman dediğimiz şey, nesnelerin değişimi üzerinden kurduğumuz bir ölçüm aracıdır. 

bir cismin bir noktadan diğerine hareketi, bir mevsimin bir diğerine evrimi, bir insanın çocukluktan yaşlılığa doğru ilerleyişi... 

tüm bunlar ardışık değişimlerin sonucu olarak görünür. biz bu değişimi bir çizgi gibi düşünür, başına "geçmiş", ortasına "şimdi", sonuna ise "gelecek" adını veririz. fakat bu ayrım bütünüyle zihinseldir. 

geçmiş artık yoktur; onunla ilgili bildiklerimiz sadece hafızamızda taşıdığımız anılardır. geçmiş dediğimiz şey, yalnızca belleğimizin içine gömülmüş izlerden ibarettir. gerçekliği artık bulunmaz. 

gelecek ise henüz var olmayan bir olasılıklar yığınıdır. onunla ilgili elimizdeki her şey bir düşten ibarettir; ihtimaldir, korkudur, umuttur ya da tasarımdır. 

o halde geriye kalan tek şey, şu an, içinde bulunduğumuz andır. ama bu "an" dahi, tanımlanabilir olmaktan çok uzaktır. çünkü biz onu fark ettiğimiz anda, çoktan geçmişe karışmıştır bile. 

zaman, varlığı olmayan bir hayaletten ibarettir bir anlamda; biz onun geçtiğini söyleriz ama aslında geçen şey maddedir, enerjidir ya da bizatihi kendimiziz.

bununla birlikte zaman sadece bir algı değildir; o aynı anda işlevsel olarak bir ölçüm aracıdır. 

insanlar bir olayın ne kadar sürdüğünü ya da bir nesnenin ne kadar değiştiğini anlamak (düşünmek) için zamanı kullanır. fakat bu ölçüm de salt insan zihninin işidir. bir saatin tik takları, bir takvimin günleri, bir yıldızın doğup batışı... bunların hiçbiri zamanın kendisi değildir; sadece değişimin izlenebilir kılınmasıdır. 

yani zaman, nesnelerin ve süreçlerin birbirlerine göre yer değiştirmesine verdiğimiz addır. kendisi bir varlık değil bağlamdır. bir nevi koordinat sistemi gibi; olayları yerli yerine koymamıza, ardışıklığı düzenlememize yarayan bir zihinsel çerçevedir.

ne var ki insanlık bu çerçevenin içine öylesine hapsolmuştur ki, zamanın gerçek doğasını unutmuş; onu kendinden menkul bir varlık zannetmiştir. 

işin tuhafı, bu hayali varlığa paha biçilemez bir kıymet atfedilir. "zaman çok değerlidir" der herkes. öyle ki, kaybedilen zamanın geri alınamayacağı, parayla bile satın alınamayacağı sıkça dile getirilir. 

bu noktada önemli bir çelişki belirir; insanlar zamanın değerli olduğunu söylemelerine rağmen onu bozuk para gibi harcarlar. 

kıymetli bir şeyi harcarken, onun karşılığında eşit ya da daha yüksek değerde bir şey almak isteriz. 10 lira verirsek 10 liralık bir ürün isteriz. altın veriyorsak onun karşılığı da altın değerinde olmalıdır. ama zaman harcarken insanlar bu ölçüyü gözetmez. sabahından gecesine, gençliğinden yaşlılığına kadar zamanını neye verdiğini düşünmeden yaşar pek çok insan. oysa zaman, her geçen saniyesiyle bir daha geri dönmeyecek bir şeydir. bu yüzden onun karşılığında alınan şey de en az onun kadar değerli olmalıdır.

peki zamanın karşılığı olarak ne alınmalı? eğlence mi, gösteriş mi, dedikodu mu, alışveriş mi, gezip dolaşmak mı? 

eğer zaman biricik ve geri döndürülemez ise, bu denli değerli bir şeyi sıradanlıkla takas etmek, en hafif tabirle bir israf (doğrusu aptallık) olur. 

zamanın karşılığı ancak bilgi olabilir, anlam olabilir, hakikat olabilir. 

bir an'ı harcarken, onun karşılığında aldığın şey bizi daha bilinçli, daha farkında, daha anlayan bir varlık yapmalı. aksi halde o an sadece tüketilmiş olur. 

oysa biz yaşamak istiyoruz, tüketmek değil. 

yaşam, anlamla olur. anlam ise sadece fark etmekle, düşünmekle, bilmekle mümkün olur. 

zamanın içinden geçerken, onun bizi neye dönüştürdüğünü sorabilmek gerek. çünkü pek çok insan zaman geçtikten sonra sadece yaşlanır ama bilgeleşmez. zaman geçer ama geride hiçbir iz bırakmaz. bu nedenle zaman harcanırken alınan şeyin niteliği, insanın yaşamının niteliğini belirler.

bu bağlamda denebilir ki, zamanın gerçek değeri, onun içinde neyi inşa ettiğimizle ölçülür. yaşamı anlamlı kılan şey, zamanın niceliği değil, içindeki anlamdır. bu anlam bilgi olabilir, bir deneyimin derinliği olabilir, bir insanla kurulan bağ olabilir, düşünsel bir farkındalık olabilir. ama mutlaka anlamla örtüşmelidir. aksi halde zaman, sadece akıp giden bir ırmak olur; içinde boğulduğumuzu fark etmeden sürükleniriz. 

o halde zamanın değerini teslim etmek için, onu hak edecek değerle takas etmek gerekir. çünkü zaman geçiyor ve çoğumuz neyin geçtiğini bile fark etmiyoruz. 

fırsat geçiyor, yaşam geçiyor, anlam geçiyor. geriye kalan sadece pişmanlık ve keşke oluyor çoğu zaman. 

bunu aşmanın yolu, her anı anlamla doldurmaktan geçiyor. zaman yerine koyulacak en kıymetli şey, düşüncenin kendisidir. 

düşünce insana sadece yaşadığını değil, var olduğunu da hissettirir. 

işte o zaman zaman, boşa harcanmış bir servet olmaktan çıkar; anlamla yüceltilmiş bir yaşamın taşıyıcısı olur.

müdür terimi bağlamında insan duyguları ve aklı üzerine...

insan, düşündüğünü zanneden ama çoğu zaman sadece hislerini seslendiren bir varlıktır. duygular, zihinsel işleyişi bastırır; algıyı eğip büker, anlamanın zeminini bozar. bu gerçeklik en çok insan-insan ilişkilerinde açığa çıkar. 

örneğin, iş yaşamında üst-alt ilişkisinin temel karakterlerinden biri olan "müdür" kavramı etrafında dönen beklenti ve hayal kırıklıkları, insanın içsel duygusallığı ile dışsal yapının rasyonelliği arasındaki çatışmayı gösterir.

çalışanlar, her gün yüz yüze geldikleri müdürlerinden "insanca" bir sıcaklık, anlayış, empati, bazen bir tebessüm ya da biraz samimiyet beklerler. fakat çoğu zaman beklentiler karşılık bulmaz. 

müdür; mesafeli, katı kurallar uygulayan, disiplinli, empatiden yoksun, soğuk ve hatta kimi zaman acımasızdır. bu durum, çalışanlar açısından "anlaşılmaz" bir hal alır. 

oysa müdür kelimesinin etimolojik serüvenine bakıldığında, durumun duygularla değil, bu terimin yapısıyla ilgili olduğu görülür. 

arapça kökenli "müdir" (مدير) kelimesi "etrafında dönmek, etrafında dolaşmak" anlamlarına gelen "dara" (دَارَ) fiilinden türemiştir.


"daire" (دَائِرَة) ve "idare" (إدارة) kelimeleri de aynı kökten türemiştir. 

geometrik anlamda tüm noktaları merkeze eşit uzaklıkta olması dolayısı ile düşünce tarihi boyunca dairenin kusursuz düzenin sembolü olduğu varsayılmıştır. 

idare etmek, daire misali kusursuz bir nizam oluşturmak ya da bu oluşumu muhafaza etmektir. 

bu noktada müdür, bir "kişilik" değil, bir "fonksiyon" dur. 

onun görevi, ne pahasına olursa olsun sistemi kusursuz döndürmektir; merkezden sapmaları, eğrilikleri, duygusal kaymaları tolere etmek yada anlamaya çalışmak değil, ortadan kaldırmaktır. 

empati, anlayış, kişisel duyarlılıklar, müdürlük fonksiyonunun sınırlarına dahil değildir. zira müdürlük, insan olmakla değil, bir mekanizma ile ilgilidir. müdür, sistemin merkezindeki rotatif kuvvettir. onun kişisel değil, yapısal bir rolü vardır.

yönetim konulu eğitim alanlara sıklıkla sorulan bir soru vardır; "iyi bir insan mı olmak istersiniz, iyi bir yönetici mi?" 

bu soru bir çelişki değil, bir açıklamadır. iyi bir insan olmak; anlayışlı, hoşgörülü, affedici, esnek, empatik olmayı gerektirir. iyi bir yönetici olmak, mekanik, kararlı, duyarsız, gereğinde acımasız ve soğukkanlı davranmayı gerektirir. bu ikisi, aynı bedende buluşamaz. 

empati, mekanik düzenin düşmanıdır. çünkü empati kişiye odaklanır; yönetim ise bütüne-sisteme... 

dolayısıyla bir müdürün soğuk, duyarsız, empatiden yoksun olması onun kusuru değil, pozisyonunun - rolünün gereğidir. 

çalışanların yaşadığı hayal kırıklığı, kavramsal değil duygusal bir algı sapmasıdır. çünkü onlar müdürü bir kişi olarak algılar, oysa müdür teknik bir terimdir. kişiliğin değil, işlevin somutlaşmış halidir. astlarının duygusal ihtiyaçlarını (hatta rasyonel öznel beklentilerini) dikkate alan bir müdür, sistemin kusursuz çalışmasına mani olur. birine empatiyle yaklaştığında, diğerleri de öznel  beklenti içine girecektir. bu nedenle yönetim, empatik değil mekaniktir. sistemler duygu taşımaz; görev tanımlarına göre çalışırlar. empatiyle düzen kurulmaz; empati bireyleri anlar ama sistemi yönetemez.

bir müdürün duygusuzluğu, onun kötü biri olduğu anlamına gelmez. müdür, kişisel olarak hoşgörülü ya da anlayışlı olabilir, ama bunu rolü gereği bastırmak zorundadır. çünkü müdür, bireyler için değil sistem için vardır. 

burada, duygusal bir varlık olan insanın anlamakta zorlanacağı bir incelik söz konusu; birinin iyi yada kötü olması ne demektir?  bu mesele duyguların değil salt aklın alandır... 

bir kişinin yada bir şeyin iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olarak değerlendirilmesi çoğu zaman onun doğasından değil, onu değerlendiren gözün pozisyonundan kaynaklanır. çünkü değerler, nesnel varlıklar değil, zihinsel atamalardır. değer yargısı dediğimiz şey, gerçekliğin kendisinden çok, ona bakan zihnin içeriğiyle ilgilidir. bu nedenle iyi ve kötü gibi kavramlar, mutlak anlamda bir içeriğe sahip olmak yerine, bağlam içinde anlam kazanırlar.

bir müdürün sertliği, çalışan açısından kötü olabilir ama sistemin işleyişi açısından gerekli ve dolayısıyla iyi kabul edilebilir. bir savaş, saldırıya uğrayan için felaketken, saldıran için kahramanlık olabilir. bir yasa bir grubun özgürlüğünü savunurken, başka bir grubun sınırlandırılmasına neden olabilir. bu durum, iyilik ya da kötülüğün nesnede değil, o nesneye yüklenen anlamda olduğunu gösterir. dolayısıyla iyi ya da kötü olan o şeyin kendisi değil, bizim ona bakış biçimimizin ortaya çıkardığı yargıdır.

aynı şey güzellik ve çirkinlik için de geçerlidir. bir yüz ifadesi, bir davranış, bir fikir ya da bir sanat eseri bir toplumda estetik bulunurken, başka bir toplumda sıradan ya da itici bulunabilir. güzellik, çoğu zaman kültürel kodların ve alışkanlıkların biçimlendirdiği bir yargı alanıdır. bu nedenle estetik yargılar da tıpkı etik yargılar gibi evrensel değil, yerel ve özneldir.

platon bu sorunu idea öğretisiyle çözmeye çalıştı. ona göre her şeyin ideal bir formu vardı; adaletin, iyiliğin, güzelliğin ve yöneticiliğin dahi bir idea düzleminde saf hali bulunmaktaydı. insanlar bu formlara yaklaşabildikleri ölçüde gerçek ve erdemli olabilirlerdi. fakat bu bakış, ideal olanı sabitlerken insanın konumunu, geçmişini ve duygu dünyasını ihmal ediyordu. çünkü insanlar çoğu zaman ideaya değil, onun kırık yansımalarına temas ederler. insanların gerçek dediği şeyler, ideanın değil yorumun alanına girmektedir.

aristoteles, platon'un bu tutumunu fazla soyut bulur ve iyiliği eylemle ilişkilendirir. ona göre bir şey amacına uygunsa iyidir. bir bıçak iyi kesiyorsa iyi bir bıçaktır. aynı keskinlik bir öğretmen olduğunda ise bu artık iyi bir özellik değildir. bu yaklaşım, iyiliği sabit bir tanımdan kurtarıp bağlama ve işlevselliğe göre düşünmeye iter.

tüm bu örnekler gösteriyor ki, iyi ve kötü gibi kavramlar çoğu zaman hakikat değil kanaattir (kanaat, kanı ve kanmak aynı kökten türer). hatta çoğu zaman duygusal kanaattir. birini sevdiysek ona iyi, sevmediysek kötü dememiz an meselesidir. çoğu insan bir düşünceyi sadece sevdiği birinden geldiği için kabul eder, aynı düşünceyi başka bir ağızdan duyduğunda reddeder. bu, değer yargılarının ne kadar kişisel-öznel ve duygusal olduğunu gösterir.

bunca görecelik içinde peki ne yapılabilir? işte burada pozisyon farkındalığı devreye girer. yani kişi kendi baktığı yeri fark etmeli, başkalarının da kendi pozisyonundan farklı ama anlamlı bakışları olabileceğini kabul etmelidir. bu farkındalık, yargının önüne düşünceyi koyar. biri bize kötü göründüğünde belki de biz öyle konumlanmışızdır. aynı kişiye farklı bir yerden bakıldığında iyi görünebilir. bu, doğruyu eğip bükmek değil, doğruluğun bağlamla kurduğu ilişkiyi anlamaktır.

bu tür farkındalıklar empatiyi değil, anlamı ve adaleti mümkün kılar. çünkü empati bir kişinin duygusunu anlamakla ilgilenirken, anlam ve adalet mesafe almayı ve bağlama göre karar vermeyi gerektirir. birini anlamaya çalışmak değil, onun konumunu tanımak; kendi yargılarını mutlaklaştırmadan önce "ben bu yargıya nereden geldim" sorusunu sormak, düşünsel olgunluğun en önemli göstergelerinden biridir.

iyi ya da kötü yargıları nesnenin değil, yargılayanın aynasıdır. birine iyi diyen kişi, o kişi hakkında değil, kendisi hakkında bir şey söylemiş olur. çünkü her değer yargısı, onu söyleyenin geçmişini, alışkanlıklarını, korkularını, inançlarını, kültürünü ve konumunu içerir. 

bu yüzden düşünmek isteyen biri, önce neye iyi dediğini değil, neden iyi dediğini sorgulamalıdır. bu sorgu başladığında, çoğu mutlak değer yerini düşünsel göreceliğe bırakır. bu ise yargılamayı değil, anlamayı getirir. çünkü anlamak için mutlak doğruya değil, göreli konumlara duyarlı bir zihin gerekir.

ve nihayetinde şunu söyleyebiliriz ki, değer yargıları düşüncenin değil, çoğu zaman duyguların ürünüdür. bu yüzden birini yargılamadan önce, kavramları yeniden düşünmek, kelimeleri sahiplenmeden önce onları sınamak ve iyilik ile kötülüğün hangi zeminde biçimlendiğini görmek gerekir. bu farkındalık, düşüncenin başladığı noktadır. çünkü ancak burada, kendimizden uzaklaşıp kavramlara yaklaşabiliriz.

ana konuya dönecek olursak, müdürden anlayış bekleyen biri, müdür derken ne dediğini bilmiyor demektir. çünkü kavramın içeriğini duygusal beklentileriyle doldurmuş, yapısal anlamını göz ardı etmiştir. bu durum insanın genel eğilimidir; kelimeleri hisleriyle anlamlandırmak, işlevlerini değil çağrışımlarını önemsemek. ama düşünce dediğimiz şey, kelimelerin çağrışımlarına değil, kökenlerine ve işlevlerine sadakatle yaklaşmayı gerektirir.

müdür kavramı üzerinden düşünmek, insan aklının ne kadar bağımsız çalışabildiğini (yada çalışmadığını) sınamak bakımından değerli. çünkü burada akıl ile duygu, kavram ile beklenti, işlev ile hissiyat karşı karşıya gelir. düşünen zihin, müdürden empati değil tutarlılık bekler. çünkü bilir ki adalet, ancak duygudan arınmış ilke, kurallar ve barış ile mümkündür. bu yüzden müdür, sevilesi değil konumunun gereklilik ve sorumluluklarını bilen, tutarlı bir figür olmalıdır. o da diğerleri gibi kendinden büyük bir şeyin parçası nihayetinde. yani o kişisel değil yapısal bir figürdür.

insanlık tarihi boyunca en çok karıştırılan şeylerden biri de budur: kişisel olanla yapısal olanı ayıramamak. öğretmeni arkadaş sanmak, hakimi anlayış beklenen biri gibi görmek, polisi kişisel vicdanla hareket eden biri olarak değerlendirmek... oysa bu roller, kişiden bağımsız bir sistemin parçalarıdır. onları anlamak, kişiyi değil kavramı ve dolayısı ile realiteyi anlamakla mümkündür. bu nedenle müdürü anlamak isteyen biri önce duygularını susturmalı, sonra kelimenin kökenine eğilmelidir. müdür, döndüren merkezdir; kendi duygularında dönen biri değil.

ve işte düşünmek de tam burada başlar. çünkü düşünmek, kavramları ve terimleri hissettikleriyle değil, olduklarıyla kavramaktır. bu yetkinlik, insanın olgunlaştığının göstergesidir. müdürü yargılayan değil, müdürü anlayan kişi düşünmeye başlamış demektir. çünkü artık kavramlar ve terimlere değil, öznel beklentilerine (arzularına) mesafe koyabilmiştir.

realiteyi ıskalayıp, sürekli hayal kurdukları için kendilerine katılmam mümkün olmasa da, tarih boyunca düşünce insanları bu kavram ve terimler üzerine az yada çok düşünmüşlerdir. 

platon'un düşünce dünyasında gerçeklik ikiye ayrılır; duyularla algılanan değişken, geçici olan dünya ve onun ötesinde var olan değişmeyen, mükemmel ve ideal form dünyası. bu form dünyasında her şeyin bir özü, ideali vardır. bu, sadece nesneler için değil, kavramlar için de geçerlidir. adaletin, iyiliğin, güzelliğin ve hatta yöneticiliğin dahi bir ideası vardır. gerçek dünyadaki yöneticiler, bu ideal yöneticiliğin sadece silik ve bozulmuş yansımalarıdır.

platon'a göre yönetici, sıradan bir görevlilik değil, bilgeliğe yaklaşan bir varlık durumudur. onun "filozof kral" öğretisi, sadece güç sahibi olmanın değil, hakikati bilenin yönetmesi gerektiği fikrine dayanır. filozof kral, idea dünyasına ulaşmış, o ideaların bilgisine sahip olmuş ve bu bilgiyi halkın yararına kullanabilecek erdemli bir yöneticidir. böyle bir yönetici, kişisel çıkar, iktidar tutkusu ya da halkın duygusal beklentileriyle hareket etmez. onun görevi, düzeni kurmak ve adaleti tesis etmektir; tıpkı yukarıda konuştuğumuz daire gibi, her parçayı merkezden eşit uzaklıkta tutarak düzeni döndürmek.

fakat platon'un ideal yönetici (yada devlet) modeli, pratik dünyanın koşullarıyla uyuşmadı. tarih boyunca yöneticiler, halkın talepleriyle, iktidarın gerçekleriyle, ekonominin zorunluluklarıyla ve kendi kişiliklerinin sınırlılıklarıyla yüzleşmek zorunda kaldılar. böylece ideal yönetici fikri, yerini daha gerçekçi modellere bırakmaya başladı.

modern yönetim kuramları, bu idealist beklentileri terk ederek, yöneticiyi bir aktör olarak değil, bir işlev olarak tanımlamaya başladı. özellikle endüstri devrimi sonrası gelişen yönetim biliminde yönetici, tıpkı bir makinenin dişlisi gibi görev tanımı olan ve bu görevi verimlilik, ölçülebilirlik ve performans esasına göre yerine getirmesi beklenen biridir. 

frederick taylor'un "bilimsel yönetim" yaklaşımı, yöneticiyi bir karar verici değil, bir düzenleyici olarak görür. taylor'a göre iyi yönetici, süreçleri optimize eder, zaman ve kaynak israfını azaltır, görevleri standartlaştırır. burada insani duyarlılıklar ya da bireysel farklılıklar değil, sistematiklik ve verimlilik esastır. bu yaklaşımın müdür figürü, yukarıda belirttiğimiz gibi mekanik ve duygudan yoksundur.

buna karşılık, 20. yüzyılın ortalarında insan ilişkileri kuramları gelişmeye başladı. elton mayo'nun hawthorne deneyleriyle birlikte, çalışanların yalnızca mekanik varlıklar değil, duyguları, motivasyonları ve sosyal bağları olan bireyler olduğu fark edildi. böylece "liderlik" kavramı, "yöneticilik" kavramından ayrılmaya başladı. lider, sadece emir veren değil; motive eden, ilham veren, ortak bir vizyon oluşturan ve duygusal bağ kurabilen bir figür olarak tanımlandı.

bugün modern yönetim literatüründe sıklıkla "lider" ve "yönetici" ayrımı yapılır. yönetici, düzeni sürdürendir; lider, dönüşümü başlatandır. yönetici mevcut sistemi korurken, lider sistemi sorgular ve yenilik getirir. yönetici denetler, lider yönlendirir. yönetici kuralları uygular, lider bağlamı okur. bu ayrım her zaman net değildir; zira birçok kişi hem yönetici hem de lider olmak durumundadır. ama ikisi arasında derin bir fark vardır: yönetici daha çok zekayla, lider ise duygu ve vizyonla çalışır. biri mevcut yapıyı korur, diğeri anlam yaratır.

fakat iş dünyasında ya da devlet yönetiminde her zaman lidere ihtiyaç yoktur. bazen düzenin devamı, yenilikten daha önemlidir. bu noktada mekanik yönetici figürü tekrar sahneye çıkar. duygusal bağ kurmayan, kişilerden çok süreçlere odaklanan, veriye göre hareket eden, ölçülebilir hedefleri takip eden bu yönetici tipi, sistemlerin sürekliliği açısından vazgeçilmezdir. çünkü duygusal kararlar çoğu zaman istikrarı bozar.

öte yandan sadece mekanik yöneticiye bırakılmış bir sistem, canlılığını kaybeder. insanlar yalnızca emirlerle değil, anlamla da çalışırlar. bu yüzden çağdaş yönetim yaklaşımları her iki rolü birleştirmeye çalışır. yöneticiden hem sistem kurması hem de insanlara dokunması beklenir. fakat bu da çoğu zaman imkansız bir beklentidir. 

platon'un dediği gibi; erdemli, bilgili, adil ve yönetim gücüne sahip insan nadiren bulunur. insan ya sistem kurar ya da insan kazanır. çok azı ikisini birden yapabilir.

işte bu nedenle, platon'un ideal yöneticisi gerçek dünyada bir hayaldir. bu hayal, yöneticilik mesleğinin anlamı üzerine düşünmek için güçlü bir nedendir. çünkü bize, bir yöneticinin ne olabileceğini değil, ne olması gerektiğini gösterir. ve bu fark, insan aklının duygulardan arınıp ideaya (ideal olana) yaklaşma çabasıyla ilgilidir.

yani bir müdürden şikayet eden biri, aslında müdürü değil, kendi beklentilerinin hayali doğasını tartışmalıdır. çünkü müdür, platon'un idea dünyasındaki adil kral değil; modern dünyanın mekanik çarkıdır. 

lider mi, yönetici mi; bunu anlamak için önce kendi beklentilerimizi sorgulamamız gerekir

yada gelinen günde herkes için özgürlük ve adaletin tesis edilememiş (hatta bu durumda edilemez) olduğundan yola çıkarak, mevcut düzenin bizim bilmediğimiz bir amacının olabileceğini varsayıp, bunu yadsıyıp en temelden yeniden düşünmeliyiz. 

ama her halukarda duygularımız dahil olduğunda düşünme faaliyetinin gerçekleşmediği, sadece öznel yargılarımızı (her biri birer sanrıdır) hakikatin yerine koyduğumuzu anlamalıyız... 

yeniden düşünme üzerine düşünce denemesi...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak -...