31 Mart 2025 Pazartesi

düşünmenin ilkeleri üzerine...

herkes düşünür, ancak çok az insan kendi düşünceleri üzerine düşünür. yani düşündüğünü zanneden çoğu insan aslında yalnızca öğrendiklerini tekrarlar, duyduklarını seslendirir ya da duygularını düşünce sanır. 

bu nedenle gerçek anlamda düşünmek, bilinenin aksine olağan değil, sıra dışı bir eylemdir. 

düşünmek; tarihten gelen (tarihi) yada servis edilen (reel politik - toplumsal) bilgiye yaslanmayan, kendi iç tutarlılığını sınayan, karşıt görüşleri dışlamayan ve hatta onlarla beslenen bir süreçtir. 

bu süreci anlamak ve sağlıklı bir düşünce inşa edebilmek için, düşünmenin ilkelerini ortaya koymak zorunludur.

çünkü ilkesiz düşünce, kolayca dogmaya yada öznel yargıya dönüşebilir. 

insan bir düşünceyi savunduğunu sanırken aslında bir inancı (mevcut ateizm düşüncesi dahi olsa) tekrarlıyor yada duygularını dışa vuruyor olabilir. 

bu durum, düşünmeyi bir çeşit savunma mekanizmasına indirger. düşüncenin ilkeleri ise bu savunmacı eğilimi kırar, kişiyi kendi düşüncesine karşı bile eleştirel hale getirir. 

işte bu yüzden düşünmenin kendisi kadar, nasıl düşündüğümüz de önemlidir.

dolayısı ile düşünmenin ilkeleri olmak zorundadır. 

tolerans;

gerçek düşünce, karşıt yada radikal gibi görünen fikirlere kapalı olamaz. tolerans, yalnızca tahammül değildir; anlamaya çalışma, dinleme ve gerekirse düşüncesini değiştirme cesaretidir. düşünce sabit değil, dinamik olmalıdır; bu nedenle farklılıklarla temas kurabilmeli, kendini her daim canlı tutmalıdır.

rasyonalite;

düşünce rastgele duyguların ya da inançların değil, aklın süzgecinden geçmiş çözümlemenin ürünü olmalıdır. ancak rasyonalite yalnızca "akla uygunluk" değil, aynı zamanda aklın kendisini de sorgulama yetisidir. çünkü akıl, alışkanlıklar ve öğrenilmiş kalıplar tarafından kolayca yönlendirilebilir.

tarafsızlık;

düşünce çıkar gözetmez. taraflılık, düşünceyi savunmaya dönüştürür. oysa düşünmek, her şeyi –önce kendimizi– sorguya açık hale getirmektir. düşüncenin tarafı yalnızca gerçeği aramak olabilir.

tarafsız olmak, birine yada bir düşünceye karşı olmanın da önüne geçer. çünkü örneğin sol liberal düşünceye karşı olmak, sol liberallerin karşıtları ile aynı safta olmak demektir. o halde tarafsız olmak; hiç bir düşünce yada grubun ne yanında ne de karşısında olmak demektir. böylesi bir tutum her kişi yada grup yada düşünce karşısında objektif olmayı da mümkün kılar. 

mantıksal tutarlılık;

bir düşünce kendi içinde çelişmemelidir. bugün savunduğunu yarın reddeden kişi anlaşılabilir. çünkü düşünmek, düşünsel ve bilişsel dönüşümü mümkün kılar. 

fakat düşünür bir tespit yada kanaatinde aynı anda hem "a" hem de "a değil" diyemez. tutarlılık, düşüncenin omurgasıdır. ancak bu tutarlılık, farkındalıkla gelişen bir denge içermelidir. bunu oluşması içinde mantık ilmi bilinmeli, akla yatkın olduğu için kanaat ve yargılara mantıklı deme safsatasıdan kaçınmalıdır. 

öznel yargılardan arınma;

"bu doğrudur çünkü ben böyle hissediyorum" ya da "bu doğrudur çünkü ben böyle düşünüyorum" demek, düşünmek değildir. 

düşünce, duygudan ve öznel yargılardan bütünüyle arınmaz ama duyguyu ve öznel yargıları da merkeze koymaz. 

"güzel, çirkin, iyi, kötü" gibi göreceli yargılar düşüncenin değil, daha çok hissin alanına girer. 

düşünmek; gözlem, bağlam ve ölçütler aracılığıyla çözümleme sürecidir.

sürekli sorgulama;

düşünce, sonuç için değil süreç için vardır. kesin yargılar, düşünmeyi durdurur. bu yüzden düşünce daima yeni sorular doğurmalı, hiçbir cevabı nihai olarak kabul etmemelidir. 

çünkü düşünmek; bitmiş bir şey değil, bitmeyen bir yolculuktur.

kendiyle çelişebilme cesareti;

bir düşünce zamanla değişebilir ya da dönüşebilir. düşünce sahibi, geçmişteki (hatta dünkü) fikirlerine eleştirel bakabilmeli ve gerekirse onları terk edebilmelidir. bu ilk bakışta çelişki gibi görünse de, aslında derinleşmenin, dönüşmenin ve dürüstlüğün bir göstergesidir bu... 

bu ilkeler, düşüncenin kendini tutarlı ve özgür bir şekilde inşa etmesini sağlar. 

ilkeler olmadan düşünce, kendi zıddına dönüşebilir; savunma, tekrar, yargılama, ideolojik aidiyet ya da yalnızca retorik olabilir. 

oysa düşünmenin amacı haklı çıkmak değil, gerçeği öğrenme ve bunu tutarlı düşünebilme istencidir. 

ve gerçek, ancak ilkelerle yapılan bir sorgulama yolculuğunda parça parça görünür hale gelir.

düşünmek, herkesin yaptığı bir şey gibi görünür; ama ilkeler olmadan yapılan her şey düşünmek değildir. bu yüzden, düşünmenin ilkeleri üzerine düşünmek, belki de tüm düşüncelerin olmazsa olmaz ön koşuludur... 

30 Mart 2025 Pazar

dogma ve tolerans karşıtlığı üzerine...

 





toplumsal düzenin ve uzlaşının sağlanması için genellikle demokrasi, adalet ve hukukun üstünlüğü gibi kavramların gerekliliği üzerinde durulur. kuşkusuz, bu kavramlar toplumun işleyişi için hayati önemdedir. ancak bunların hiçbiri, toplumu oluşturan biteylerde gerçek bir zihinsel açıklık olmadan anlamlı bir zemine oturamaz. 

işte tam da burada, genellikle göz ardı edilen ama aslında tüm bu sistemlerin zeminini oluşturan (oluşturması zorunlu) bir kavram devreye girer; tolerans...

tolerans, çoğunlukla "hoşgörü" kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılır. oysa bu kullanım, kelimenin anlamını daraltır, hatta yanlış bir bağlama çeker. 

hoşgörü, "hoş" ve "görmek" kelimelerinin birleşiminden türemiştir; yani görünene bir hoşluk atfetme, beğenilmeyen bir şeyi geçici olarak tolere etme hali taşır. bu ise içinde bir hiyerarşi barındırır; ben senin fikrine katılmasam da "hoş göreceğim" gibi. burada bir lütuf, bir tahammül havası vardır. dolayısıyla hoşgörü, eşitler arası bir ilişki değil, üstünlük veya tahammül zemininde kurulan bir ilişkidir.

oysa tolerans düşünsel bir duruştur.

bu kavram, birden fazla ihtimalin, farklı bakış açıları ve doğruların aynı anda var olabileceğini kabul etmeyi içerir. tolerans sahibi kişi, yalnızca başkasına karşı açık olmakla kalmaz; kendi düşüncesinin de mutlak olmadığını, sorgulanabileceğini kabul eder. 

bu bağlamda, tolerans yalnızca bir başkasına duyulan bir anlayış değil, aynı zamanda kendi düşüncesine karşı dürüst ve esnek olma halidir.

bir tartışma düşünelim; taraflar fikirlerini değiştirmemiş olsun. yine de tartışma sağlıklı bir zeminde devam edebilir. çünkü tolerans, "senin fikrine katılmıyorum ama yine de birlikte düşünebiliriz-tartışabiliriz" demeyi olanaklı kılar.

tolerans, "sen haklı olabilirsin, ben yanılıyor olabilirim" demeyi bilmektir. işte bu fark, tartışmayı çatışma olmaktan çıkarır ve onu birlikte düşünme haline dönüştürür.

tolerans, düşünceye dair bir tavırdır, duyguya değil. 

hoşgörü duygusal bir yük içerir; tolerans ise zihinsel bir çaba ve bilinçtir. çünkü toleransla hareket eden kişi karşısındakine "katlanmaz", onunla birlikte düşünme olasılığına açık kalır. 

bu yönüyle tolerans, yalnızca bireyler arasında değil, toplumsal sistemler içinde de belirleyicidir. demokrasi, hukuk ve adalet gibi yapılar farklı görüşlerin bir arada yaşayabileceği bir zemine ihtiyaç duyar. bu zeminin harcı toleranstır.

üstelik tolerans, dogmalardan da koruyucudur. çünkü dogma, üzerine düşünülmeyen ya da düşünülmesine gerek olmayan yargıdır. 

oysa tolerans, bir iddiayı mutlaklaştırmak yerine yeniden düşünme olanağı sağlar. 

"benim fikrim de sorgulanabilir" diyebilen kişi, düşüncenin donmasını engeller, akışı - devinimi - dönüşümü- gelişimi sürdürür.

ve tolerans, bir erteleme hali değildir. yani "şimdilik susayım ama aslında haklı olan benim" diyerek pasif bekleyiş değildir. tersine, aktif bir sorgulama ve yeniden düşünme arzusudur. bu haliyle tolerans, düşünsel özgürlüğün ön koşulu, toplumsal barışın olmazsa olmazıdır.

solcu ile sağcının birbirine karşı olan nefretinin sebebi taraflarda toleransın yokluğudur. taraflar haklı olduğuna o kadar eminler ki; yanılmalarının mümkün olduğunu varsaymaları dahi söz konusu değil. 

o halde solcu yada sağcı düşünceler dogma değilse nedir? hatta iki düşüncenin de hatalı olduğu üzerine düşünmeyi reddetmek dahi dogmadır...

özetle; demokrasi, hukuk, adalet gibi kavramların işlemesi için önce toleransa ihtiyaç vardır. 

çünkü farklılıkların bir arada kalabilmesi, önce o farklılıkların varlığının meşruluğunun kabulüyle mümkündür. ve bu kabul, ancak zihinsel bir açıklık olan tolerans ile sağlanabilir. 

işte bu yüzden, tolerans yalnızca bir erdem değil; aynı zamanda özgürlüğün, düşünmenin ve birlikte yaşamanın zorunlu bir koşuludur. anlayana tabi...

 anlaşılmadığı için kutuplaşmalar var ve kutuplar öfkeli. oysa tüm kutupların hatalı düşüncelere sahip olması mümkün.

hatta benim burada ve diğer yazdıklarımın da hatalı olması mümkün... 

bunu anlamanın yolu toleranslı olup tartışmak ve mantıksal çelişkileri ortaya koymakla mümkündür. (mantıklı olan akla yatkın olan demek değildir. mantık bir ilimdir ve kuralları-ilkeleri vardır. okunmadığı için pek bilinmez ama ayrı bir başlıkta ele almak gerek) 

29 Mart 2025 Cumartesi

yalanın doğası ve evrimi üzerine deneme.


yalan, insanlık kadar eski bir beceri olsa gerek. beceri dedim çünkü onu yalnızca "doğru olmayan söz" ya da "bir başkasını yanıltmak" olarak tanımlamak, konuyu daraltmak olur. 

çünkü yalan, çoğu zaman gerçeği gizlemek değil, gerçeği yeniden kurgulamaktır ve her yalan, yalan olduğu bilinmesine rağmen eleştiri almaz. hatta bazısı benimsenir.

insan, yalan söylemeden önce mutlaka bir şey yapar; kendini ikna eder. bu yüzden en yalın biçimiyle şöyle diyebiliriz; insan kendini kandırmadan bir başkasını kandıramaz... 

yalanın doğasını anlamak için onun anatomisine değil, önce evrimine bakmak gerekir. çünkü yalan, yalnızca bir bireyin dudaklarından çıkan söz değil, bazen insanın ya da bütün bir toplumun kurguladığı bir dünyadır. 

ilkel topluluk anlatılarında hayatta kalmak için sessiz kalmak, düşmanı şaşırtmak, iz bırakmamak gibi davranışlar vardır. bu davranışlar zamanla dilsel kurgulara, sonra da kültürel kabullere dönüşmüştür. 

artık yalan, bir taktik değil; bir yaşam biçimi, bir düzenleyici haline geldi. reklamlar, propagandalar, mitler, ideolojiler, eğitim sistemleri, hatta bazen kutsal metinlerin yorumlanış biçimi bile bu evrimin birer parçası oldu. 

böylece yalan, bireyin değil, toplumun ya da sistemin içinde doğan ve yaşayan bir varlık haline geldi.

ama bu durum, hakikatle bağın giderek zayıflamasına neden oldu. çağımızın temel sorunlarından biri de budur; hakikatin anlamını ve dolayısı ile değerini kaybetmesi...

insanlar artık bütün çıplaklığı ile gerçeği değil, duymak istediklerini gerçek olarak kabul ediyor. 

bir şeyin sürekli tekrar edilmesi, onu sorgulamayı zorlaştırıyor. böylece yalan, yalnızca bir aldatma değil, bir "gerçeklik inşası" haline geliyor. 

insanlar gerçeğe ulaşmak yerine, rahatlatan, güven veren, umut uyandıran sözleri tercih ediyor. 

bu, yalanın en tehlikeli evresidir. çünkü artık yalan, bir maske değil, bir değer haline gelir. ve yalan topluluk için ihtiyaçtır.

solcuların sol partinin yolsuzluk (yada başarısızlık) haberlerine karşı tavrı, sağcıların sağ partinin yolsuzluk (yada başarısızlık) haberlerine karşı tavrı yalanın onlar için bir beklenti olduğunu anlamamıza kafidir. 

"yahu madem bildiğin ne varsa haberler aracılığı ile biliyorsun, o halde desteklediğin partinin yolsuzluk haberlerine neden tahammülün yok" denilebilir. oysa yalanın insan yaşamındaki yeri üzerine düşünceler, bir çoklarının duymak istedikleri şeyin gerçekler değil, gerekli olan yalanlar olduğunu anlaşılmasına olanak sağlıyor. 

çünkü insanların duymak istedikleri gerçek değil, yalan olup olmadığından bağımsız beklentinin karşılanmasıdır.

dahası siyasilerin seçim öncesi yada bir sansasyon sonrası söylemleri ne kadar doğruluk değeri taşır? kendimizi onların yerine koysak şunu diyebilir miyiz acaba; "ben olsam gerçeği tüm çıplaklığı ile söylerdim"... 

seçilmek için milyonlar hatta milyarlar harcayan bir insan için acaba, önemli olan gerçek midir seçilmek mi?

sevenlerinin gözünden düşmek üzre olan bir siyasetçi, sansasyon sonrası çıkıp "evet dostlar, bazı yolsuzluklar yaptık, malum bizde insanız, şeytana uyduk" felan derler mi?

biraz samimi olmak gerekse hiç bir yalan ve hiç bir hukuksuzluk asla kabul edilemez lakin pozisyonun kendisi insanı zorla bir sürece sokar. sporcu diyet ve idman yapmak zorundadır, mühendis teknolojiyi takip etmek zorundadır, öğretmen müfredatı bilmek zorundadır, vb... 

dolayısı ile siyasetçiler... (burası herkesin kendi kendine ne kadar dürüst olduğuna göre olacaktır). konu siyaset olduğu zaman niccolo machiavelli'nin prens adlı eserine yada konuyu kavramsal olarak ele aldığımız makalemize bakılabilir.

https://mstbysl.blogspot.com/2025/03/politika-ve-siyaset-uzerine.html

bununla birlikte,niyet, yalanın ahlaki değerini belirleyen en önemli ölçüdür. 

bir insan, çıkar (ya da pozisyon) elde etmek için yalan söylüyorsa, bu açıkça bir manipülasyondur ve bu doğal olarak kınanır.

ama bir çocuk, annesine "sana çiçek aldım" diyorsa ve o çiçek aslında komşunun bahçesindense, bu daha çok sevgisini ifade edemeyen bir çocuğun çaresiz yaratıcılığıdır. bu durumu bilinçli insanlar kınamaz, olaylamıyor olmalarına rağmen. 

niyet, yalanı bazen masumlaştırır, bazen de daha da ağırlaştırır. 

özellikle de bir insan başkasının özgürlük alanını daraltmak, onun kararlarını çarpıtmak için yalan söylüyorsa, burada yalan, ahlaki bir sapma haline gelir.

bazen insanlar yalanı açıkça değil, dolaylı biçimde söyler. 

muhtemelen borç istemek için "üzerinde para varmı" diye soran arkadaşına "param yok" demek yerine, "üzerimde pek yok", "bazı ödemelerim var" dendiğine tanık oluruz. 

bu türden yalanlar, en adi yalanlar olsa gerek. çünkü hem burada yalancının ne doğrudan yalan söyleyecek cesareti ne de doğru söyleyecek cesareti ve bilinci yoktur. 

bu ifadeler, ilişkiyi doğrudan bozmaz ama içten içe güveni çürütür. ne dürüstlük vardır ne de açıkça yalan. bir çeşit sahte sessizlik, bulanıklık yaratılır. bu tür yalanlar insan ilişkilerini çürütür çünkü karşılıklı netliği ortadan kaldırır. işte bu yüzden bu türden yalanlara "yalana da yalan söylemek" denebilir. belirsizlikle kurulan bu cümleler, belirsizlikle yürüyen hayatlar yaratır.

yalanın bir diğer yüzü de umutla olan ilişkisidir. bazen insanlar birine ya da kendilerine umut vermek için yalan söylerler. 

"iyileşeceksin", "her şey güzel olacak", "o seni seviyor aslında" gibi sözler belki gerçek değildir ama kişiyi ayakta tutar. bu durumda yalan bir destek haline gelir. bu umut yalanı, eğer kişiyi hareketsiz kılıyorsa, beklemeye ve edilgenliğe itiyorsa, artık bir destek değil bir zincire dönüşür. 

umut, eyleme yol açıyorsa anlamlıdır. ama yalnızca bekleyişse, o zaman umut da bir yalandır.

benzer şekilde kendine yalan söylemek, insanın en karmaşık iç savaşlarından biridir. 

insanlar bazen "elimden geleni yaptım" der, çünkü suçlulukla baş etmek ister. bazen de "başka çarem yoktu" diyerek kendini aklamaya çalışır. çoğu zaman başkalarının tepkilerinden değil kendi vicdanından aklama çabasıdır bu... 

çünkü her zaman çare vardır ama muhtemelen yeterince düşünülmemiş yada mücadele edilmemiştir. insan kendine kendi yetersizliğini itiraf etmek yerine, masum gibi görünen bir yalanla kendi aklamayı tercih eder. 

bu yalanlar fark edilmesi en zor olanlardır çünkü kişi kendi zihninde hakikatin yerine başka bir inanç koymuştur. insan zamanla o yalana inanır. ve bu inanç, davranışlarını, kararlarını, ilişkilerini biçimlendirmeye başlar. bu durumda yalan, artık sadece bir savunma değil, bir kimlik haline gelir. insan artık sadece gerçeği unutmaz, gerçeği hiç tanımamış olur.

yalanın en saf biçimi çocuklukta görülür. çocuk yalan söyler çünkü cezadan korkar, sevilmek ister, hayal ile gerçeği ayırt edemez, vb. 

çocuk için yalan çoğu zaman bir keşif alanıdır. o yalanla sınırları yoklar, karşısındakinin tepkilerini test eder, bazen de sadece ilgiyi üzerine çekmek ister. 

çocukların yalanı, yetişkinlerin aksine manipülasyon içermez. deneysel bir masumiyet taşır. 

çocuk, çoğu zaman gerçeğin muhtemel sonuçlarından korktuğu için yalan söyler. eğer bu yalan cezayla karşılık bulursa, çocuk yalanı gizlemeyi öğrenir (yada çabalar). ama anlayışla karşılanırsa, dürüstlük bir öğreti değil, bir içsel tercihe dönüşür.

bazı yalanlar ise bir rolün, bir pozisyonun gereğidir. bir doktor, ölümle yüzleşen bir hastanın yakınlarına "merak etmeyin, her şey yoluna girecek" derken belki gerçeği söylemez ama insanların yıkılmasını önler. 

bir devlet başkanı, kriz öncesinde, muhtemel krizdwn haberdar olmasına rağmen "her şey kontrolümüz altında" diyerek kaosu önlemeye çalışır. 

bu yalanlar genellikle toplumsal düzeni koruma amacı taşır. bu bağlamda yalan, bir tür koruma refleksi haline gelir. 

yine de şu soruyu sormak gerekir; bu tür yalanlar bireyin hakikate ulaşma hakkını elinden alıyor mu? çünkü her yalan, ister iyi niyetli olsun ister kötü, bir insanın bilme hakkını da gizler.

bir şirket çalışanı, amirinin beklentilerini yada içine düşeceği çıkmazı dikkate alarak yalan söyleyebilir. burada kınanması gereken yalan söyleyen çalışan mıdır, çalışanı yalan söylemek durumunda bırakan amir yada kurulu düzen midir?

yalanı masumlaştıracak değiliz ama çocuklardan biliriz ki; yalan, genellikle muhtemel tehditleri bertaraf etmek için söylenir. özel yada kurumsal yapılarda yönetici kadrolar bu bilinçten yoksun oldukları için çalışanların yalan söylemek zorunda kalmaları kabul edilemez ama korelasyon anlaşılabilir. sebep sonuç demiyoruz, çünkü tahammülsüz (aslında bilinçsiz) bir yönetici çalışanın yalan söylemesinin nedeni değildir. yalan söylemek yetişkinler için bir tercihtir her zaman. bahaneler sadece yalancının kendini avutması içindir. 

yine de yalanın doğasını anlamak, yalnızca yalancıya bakmakla değil, yalanın kurulduğu koşulları anlamakla mümkündür. yalan, bazen korkunun, bazen beklentinin, bazen umutsuzluğun dilidir. 

her durumda bir gerçek vardır; yalan, hakikati gizlemez; hakikatin yerine geçmeye çalışır. 

işte bu yüzden, hakikatin kıymeti ancak yalanla yüzleşildiğinde ortaya çıkar. çünkü hakikat, yalansız değil; yalana rağmen seçilmiş bir duruştur.

bütün bu çözümlemelerden sonra, yalanın doğasına dair şu sade gerçeğe varılabilir; insan yalan söylememek için uğraşmamalı; yalan söylemeyi gerektirecek şeyler yapmaktan kaçınmalıdır.

buna onlarca örnek verilebilir ama en belirgin örnek evlilik kurumu olsa gerek. eşler birbirine yalan söylememek için çabalamak yerine yalan söylemelerini gerektirmeyecek bir yaşam sürmüş olsalar; yalanın evlilik kurumunda kendine yer bulması söz konusu dahi olamaz. 

çünkü bu yaşam biçimi diğer onlarca sorunu da ortadan kalsıracaktır. örneğin, eşini aldatan bir eş; önce kendini, sonra eşini aldattığı kişiyi sonra eşini kandırmaktadır. aldatan eş, önce bunu yapabileceğine dair kendini kandırır. 

artık (varsa) kişiliğini yok etmek pahasına yalan söylemek onun için kaçınılmaz olandır. önce aldattığı kişiye, sonra gerekriğinde kendi eşine... 

bu durumda aldatılan eş dışında herkesin yaşamında yalan kaçınılmazdır. söylenen yalanları korumak için verilen mücadele daima yıkımla sonuçlanır. en temelde kişiliğin yıkımı...

çünkü hakikatin yolu sadece sözden değil, eylemden geçer. 

insan doğru yaşarsa, sözü de doğru olur. böylece yalan söylemeye ihtiyaç kalmaz. 

bu, yalnızca dürüstlüğün değil, içsel huzurun da anahtarıdır.

ama insanların bir çoğunun kandırılmayı bile bile tercih istediklerini biliriz.


neyse, bunu da nasipse prestij filmi değerlendirmesini yapacak olursak enine boyuna ayrı bir başlık altında ele alırız... ☑️


27 Mart 2025 Perşembe

düşünmek yalnızlaştırır; yapacak bir şey yok doğası bu...


düşünmek, çoğu zaman çözüme değil, soruna açılan bir kapıdır. çünkü düşünmek, kabul gören her şeyin üstünü kazımak, dokunulmaz sanılanı sorgulamak, kutsal sayılanı yerinden etmek ve yerleşik olanı çözümlemek yani parçalamaktır. 

oysa insan, çoğunlukla belirliliğe, aitliğe ve güvene ihtiyaç duyar. bu yüzden düşünmek, bireyin kendi içindeki güvenlik çemberini bozmasıdır. 

ne sağda ne solda, ne dindarların ne de sekülerlerin arasında ne de onların (ne birinin ne tümünün) karşısında yer bulamamaktır. 

düşünmek, onların düşünce değil inanç, sorgulama değil tekrar, derinlik değil taraf olduğunu fark ettirir.

düşünmeye başladığında önce uzaklaşırsın; fikirlerinden, sonra çevrendekilerden... 

çünkü sorguladığın her şey, seni birilerinin düşmanı yapar. onlar gibi düşünmediğinde, onlardan biri olamazsın. 

tarafsız kalmak ise hiçbir tarafa ait olmamakla eşdeğerdir. ve ait olmayan yalnızdır. yalnız kalan da güvensizdir. 

asıl ironi burada başlar; düşünmek, dışarıda bırakanın değil, içeriye alınmayanın çabasıdır. 

lafta değil gerçekten düşünen, yalnız kalmayı göze alır. sorgulamak, sevilmemeyi, dışlanmayı, hatta bazen cezalandırılmayı göze almak demektir.

insanlar genellikle ait olarak yaşar. bir ideolojiye, bir dine, bir gruba, bir kimliğe, bir tarihi anlatıya... çünkü bu aidiyetler hem zahmetsizdir (hepsi kopya), hemde onları güvende hissettirir. 

yorumlar üzerinden inşa edilmiş doğruların içinde yaşamak, düşünmekten çok daha kolaydır. 

düşünmek, bu yorumların kendisinin bile bir kurgu olduğunu fark etmektir. bir adım sonra, "hakikat" dediklerinin bile durduğun yere göre değiştiğini görürsün. ve işte o an yalnızsındır. çünkü artık hiçbir doğruya, hiçbir kalıba, hiçbir gruba sığamazsın.

özgür düşünce, bu yüzden risklidir. koruyucu kabukları çatlatır. seni çıplak bırakır. çünkü o, hakikati aramaya değil, hakikatin bile bir inşa olduğuna ulaşır. ve bu fark ediş, diğer herkesin hala güvenle yaşadığı dünyada seni başıboş ve sahipsiz hissettirir. 

belki de gerçek özgürlük, tam da buradadır; sahipsizliğin sorumluluğunda, yalnızlığın derinliğinde ve güvenliğin yıkılışında… 

çünkü düşünmek, güvenlik değil, çıplak bir bilinçtir. ve bu bilinç, tüm aidiyetleri aşacak kadar cesur, ama bu cesaretin bedelini yalnızlıkla ödeyecek kadar da kimsesizdir.

lakin düşünür, diğerleri ona özgür düşündüğü için düşman olsa dahi diğerlerinin içine düştüğü durumu bildiği için onlara düşman olmayandır.

yani düşünmek hem özgür bırakır hemde insanı medeni yapar. oysa tüm ideoloji ve inanç biçimleri (neye inanırsa inansın) diğerlerine merhametli davranmakta zorlanır (çoğu zaman bunu asla yapamazlar). ama bunların tümü bir düşünür için anlaşılır bir durum olduğu için düşünür kimseye ama kimseye öfke ile muamele etmez. 

öfke de düşüncenin en bariz belirlenimlerindendir. öfke, aklın işlevini yitirdiği yerde açığa çıkar . yani öfke varsa düşünme yoktur. 

tüm ideoloji ve inanç biçimlerinde öfke kendini gösterdiğine göre, onların düşündüğünü söylemek hatalıdır... 

düşünürün ne kadar düşündüğü ise tartışmaya açıktır. zaten kaybedecek neyi var ki... 

beklenti bataklığında insan...

nsan zihni, geleceğe dair öngörüler üretme yetisiyle donatılmıştır. bu yeti, hayatta kalmak ve belki bir şeyler başarmak için bir avantaj gibi görünse de, beraberinde çeşitli duygusal yükleri de getirir. 

insan sadece şimdi ile sınırlı bir varlık değildir. geçmişe takılır, geleceği kurgular, bu kurguların içinde yaşar. geçmişin takıntısından kurtulunsa bile (bunu herkes yapamaz), zihin kendini geleceğe bağlayarak başka bir takıntının içine düşer; beklenti. ve bu beklenti, insanı duygularının en yıpratıcı olanlarıyla karşı karşıya bırakır.

psikoloji, insan davranışlarının ve duygularının kökenini anlamaya çalışırken, beklentinin duygular üzerindeki etkisini göz ardı edemez. 

beklenti, zihinsel bir senaryodur; henüz gerçekleşmemiş ama gerçekleşmesi umulan, istenen ya da korkulan bir olasılıklar dizisidir. 

insan zihni bu diziyi gerçekmiş gibi yaşar. işte bu noktada, çeşitli duygular ortaya çıkar. kaygı, beklentinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine dair duyulan zihinsel gerilimdir. 

kişi, kontrol edemeyeceği bir sonucun kendi aleyhine gelişeceğini sezdiğinde bu gerilim artar. 

korku, beklentinin gerçekleşmesinin ciddi bir tehdit oluşturması halinde oluşur. kaotik bir duruma çıkış bulunamadığında, zihinsel kontrol yitirildiğinde, korku duygusu yükselir. burada beklenti, güvenlik ve bütünlük duygusunun altını oyar. 

hüzün, beklentinin gerçekleştiği ancak tatmin etmediği, istenen sonucu vermediği veya geride bir boşluk bıraktığı durumda ortaya çıkar. bu duygu, özlemi gerçekleşmiş bir hayalin tat vermeyen gerçeğe dönüşmesi gibidir. 

öfke ise, beklentinin tamamen boşa çıkması, hatta kişinin zarar görmesiyle sonuçlanması durumunda oluşur. burada beklentiye karşı bir hayal kırıklığı değil, bir başkaldırı vardır. 

tüm bu duyguların kaynağı, dışsal olaylar değil, içsel kurgulardır. yani duygular, olaylardan değil, olaylara yüklenen anlamlardan, beklentilerden doğar. 

insan, kendi zihinsel projeksiyonlarının kurbanı olur.

fakat bu projeksiyonlar durup dururken oluşmaz. insan beklentiyi doğuştan bilmez, öğrenir. bu öğrenme süreci çoğu zaman farkında bile olunmadan çocuklukta başlar. ebeveynlerin "aferin" ya da "asla" diyerek yön verdiği davranışlar, çocuğun dış koşullara göre nasıl şekillenmesi gerektiğini öğrenmesine neden olur. 

sevgi, onay, değer görme gibi temel duygular, koşullu hale gelir. çocuk yalnızca belli şekilde davrandığında takdir edilirse, o davranışı beklentiyle tekrar eder. 

zamanla bu koşulluluklar içselleşir ve çocuk, başkalarının ne beklediğini tahmin ederek kendine bir kimlik kurar. sadece anne baba değil, okul, öğretmen, akrabalar, toplumsal söylemler, reklamlar, başarı hikayeleri ve kahramanlık masalları da beklentinin altyapısını örer. böylece birey, henüz kendi varlığını anlamlandıramadan, başkalarının tahayyül ettiği geleceğe doğru yürümeye zorlanır. 

bu zorlama bilinçsizdir, iyi niyetlidir ama sonuçları derindir. çünkü kişi, artık yalnızca kendi geleceğine değil, başkalarının ona biçtiği role göre bir geleceğe de bağlanır.

çocukken sürekli "iyi bir meslek sahibi ol", "herkes ne der sonra", "akıllı çocuk böyle yapmaz" gibi sözlerle büyüyen biri, yetişkin olduğunda kendi arzularıyla toplumun beklentileri arasında sıkışabilir (genellikle bu olur). 

örneğin küçük yaşta "doktor ol" telkiniyle büyümüş bir çocuk, zamanla bunun ailesi için bir gurur kaynağı olduğunu öğrenir. yıllar içinde bu fikir onun kendi isteğiymiş gibi içselleşir. oysa aslında sanatla ilgilenmek isteyen biriyken, toplumsal kabul görmek uğruna tıp fakültesine girer. mezun olur, hatta başarılı da olur, fakat içindeki boşluk hissi geçmez. mutlu değildir ama nedenini anlamaz. çünkü mutsuzluğun sebebi, dışsal bir başarısızlık değil, içselleştirilmiş beklentilerin kendi gerçekliğinin önüne geçmesidir.

işte tam bu noktada bireysel özgürlük zedelenir. çünkü özgürlük yalnızca dışsal engellerin kalkmasıyla değil, içsel yönlendirmenin fark edilmesiyle mümkündür. 

beklentilerle şekillenmiş bir kimlik, kendi özünden koparılmış bir benliktir. birey, neyi neden istediğini sorgulamaz hale geldiğinde, özgür gibi görünür, oysa aslında toplumsal tasarımların içine sıkışmıştır. 

özgürlük, sadece seçim yapabilme değil, o seçimin arkasındaki yönlendirmeyi görebilme yetisidir. fakat bu yeti, kişinin içine doğduğu dünyaya bir başkaldırıdır. çünkü toplumsal yönlendirme, doğrudan talimatlar vermekle değil, beklenti inşa etmekle, çoğu zaman sinsice ve diğer herkes tarafından gerçekleştirilir.

toplumsal yönlendirmenin en güçlü araçlarından biri eğitim sistemidir. okul sadece bilgi vermez, aynı zamanda kim olunması gerektiğine dair örtük mesajlar da öğrencinin bilincine kazır. itaatkar, rekabetçi, uyumlu ve başarılı birey modeli sürekli olarak pekiştirilir. 

reklamlar ise insanlara neye sahip olmaları gerektiğini, neyin değerli olduğunu, nasıl görünmeleri gerektiğini fısıldar. 

bir kadın, bir erkek, bir anne, bir baba nasıl olmalıdır, nasıl konuşmalı, neye sevinmeli, neye üzülmelidir... tüm bunlar sistemli biçimde işlenir. 

din de (ateizm deizm agnostizm dahil) bu yönlendirmeye dahil edilir; çoğu zaman bireyin ahlaki pusulası olması gerekirken, kimi zaman beklentiye dayalı ödül-ceza sistemine indirgenir. 

toplumsal yönlendirme ne kadar yaygın ve görünmezse, o kadar güçlü olur. kişi, kendi kararı zannettiği şeylerin aslında ne kadar içselleştirilmiş beklenti olduğunu fark etmeden yaşar.

toplumlar da bireyler gibi beklenti üretir. kültür, bir anlamda kolektif beklenti sistemidir. nasıl biri olunmalı, ne zaman ne yapılmalı, nasıl başarı tanımlanmalı gibi normlar, birey üzerinde görünmez bir baskı oluşturur. bu beklentiler bireyde içselleşir ve kişinin kendisinden beklentileri haline gelir. 

birey toplumsal yüklerle şekillendikçe, duygusal yoğunluğu da artar. toplumsal kaygı, "yetersiz" görünme korkusuyla beslenir. 

korku, dışlanma, başarısızlık veya aşağılanma ihtimaliyle şekillenir. 

hüzün, toplumsal normlara uyduğu halde mutsuz olduğunu fark ettiğinde duyulur. 

öfke ise bu sistemin içinde sıkışmışlık hissiyle, bazen kendine bazen topluma yönelir. 

insan, beklentiye boyun eğdiği ölçüde, kendi benliğinden uzaklaşır. duygusal yabancılaşma da burada başlar; kişi, kendi duygularının üreticisi olduğunu unutur, duygularını dışsal koşullara bağlar. oysa asıl üretici, zihnin inşa ettiği beklentidir.

insan, kendi duygularından sorumlu olduğu ölçüde özgürleşir. bu, duyguları bastırmak değil; onların kaynağını tanımak ve kökenlerini sorgulamakla mümkündür. 

beklentinin farkında olmak, duygusal özgürlüğün ilk adımıdır. çünkü beklentisizlik bir kaçış değil, gerçekliğe teslimiyettir. ve belki de en derin huzur, artık bir şeyin olmasını değil, olanı olduğu gibi görebilmektir.

velhasıl kelam, hangi çağda hangi toplumda nasıl dünyaya gelirse gelsin, insan; uzunca bir süre (belki daima) içinde yaşadığı toplumun onu içine hapsettiği bilincin yarattığı dünyada yaşamaya mahkumdur.

beraat, teknik olarak çok basit görünmesine rağmen, ne olup bittiğini anlayanlar için travmasız gerçekleşmesi mümkün olmayan bir kaçıştır.

bu bir kaçıştır, çünkü toplum değerlerini sorgulayanlara tahammül edemez hatta onları yok etmek ister.

lakin toplumla yüzleşmeye gerek yok ki; herşey bilincimizin içeriğinde olup bitiyor. hal böyle olunca, yaşanacak olan travmada bilincin içinde, bilinç altının gösterdiği dirençle doğru orantılı olmak durumundadır. yani, insan bilinci, bilinç altına karşı. 

bilinç altı; insanın içinde yaşadığı toplumun ona inandırdığı değerler, doğrular, korkular, kaygılar, beklentiler, ödüller, düşünme biçimi, vb... 

insanın doğası bağlamında adalet kavramı...


yüksek değerler üzerine kavramsal düşünmek ya da bir peradoxu çözümlemek yerine sadece sosyolojik bir tespit olarak insan incelendiğinde yorumla güzelleme yapmazsak görünen şey tam bir trajedidir. 

adalet özgürlük eşitlik diye bir şey yoktur, sadece çıkarlar vardır. 

insan bencil bir varlıktır. bunu kabul etmeyen ya kendini kandırıyordur ya da bir başkasını. herkes önce kendisini düşünür. başkasını düşünüyormuş gibi yaptığı anlarda bile aslında dolaylı bir çıkar, bir kabul görme, bir onaylanma beklentisi vardır.

"kendini feda eden" insan bile bunu yaptığı için içten içe değerli hissetmeyi umar. öyle ya da böyle insan, her daim kendini ve kendi çıkarlarını önceler.

adalet dediğimiz şey çoğu zaman intikamın makyajlı halidir. insanlar adaleti sadece mağdur olduklarında hatırlarlar. ve o anda da sistemin herkes için işlemesini değil, kendi yaralarının karşılığını isterler. 

adalet, onların dilinde, yaşadığı zararın dengelenmesinden ziyade, karşı tarafa hissettirilmesi gereken bir cezadır. çoğu insanın adalet anlayışı bu kadar yüzeyseldir. 

ilkesel olarak adil biri bırakın kendinden olmayanı, düşman olduğuna kimseye dahi haksızlık edilsin istemez. ama nerdeyse dünyanın hiç bir yerinde böylesini göremeyiz. genellikle herkes kendisi yada bağlı bulunduğu grubun başına gelenler için bağırır çağırır... 

hoşgörüye gelince; insanlar hoşgörüyü sever ama sadece kendilerine gösterildiğinde. farklı fikirlere kimsenin tahammül yoktur. herkes kendi gibi olanı "normal", farklı olanı "anormal" olarak algılar.

solcu solcunun hassasiyetini, sağcı sağcının tepkisini anlayışla karşılar ama tam karşısındakini görür görmez nefretini kusar hepsi. kimse kimseyi gerçekten anlamaya çalışmaz. herkes kendi kabuğunun içinde doğrularını kutsallaştırır, başkasının doğrusunu düşmanlaştırır.

iş dünyası da bundan farklı değildir. patronlar çalışanlarını "insan kaynağı" diye adlandırır. işçi kaynaktır, çünkü yerine yenisi konabilir. ücret ödenen her insanın bütün varlığı, o ücretin karşılığına indirgenir. 

insani değerler, sadakat, bağlılık… tümü yaldızlı sözlerden ibarettir. günün sonunda kar varsa varsındır, yoksa yoksundur. insanın değerini piyasa belirler. (insan hakları bildirgesini yazanlar dahi kölelerini serbest bırakmadılar. onlar bildirgede insan derken kendilerinden olan insanı kastetti) 

siyasette de durum aynıdır. hiçbir siyasetçi her daim önce kendi geleceğini düşünür. düşünmeyen zaten bu sistemde barınamaz. halk için çalıştığını söyleyenler aslında kendi gelecekleri, kendi güçleri, kendi yandaşları için çalışırlar. adalet dağıtmazlar; oy verene dokunmaz, karşı gelene hesap sorarlar. 

kanunlar herkese aynı gibi görünse de uygulama her daim ayrıcalıklıdır. hukukçular, yöneticiler, güçlüler; hepsi adaletin üstünde bir yerde konumlanır. çünkü gücün olduğu yerde hak tanımı yeniden yazılır.

insan doğası gereği adil değildir. adalet yüksek bir bilinç ister. çoğu insan o bilinçten habersiz yaşar. çünkü bilinç zahmetlidir, çıkar kolaydır. 

dürüstlük, hoşgörü, eşitlik gibi kavramlar ancak birer süs olarak işlev görür. insanlar kendilerini iyi hissetmek için bu kavramlarla konuşur ama eylemleri bu kavramların zıddıdır.

bugün sokakta "adalet istiyoruz" diyenler bile, eğer adaleti sağlayacak güce gelselerdi, muhtemelen aynı çarkın başka bir dişi olurlardı. çünkü insanlar çoğu zaman adil olmak istemez, sadece avantajlı olmak ister. 

çoğu insan adaleti bir değer olarak değil, bir araç olarak kullanır. işine geldiğinde adildir, işine gelmediğinde gerekçe bulur.

adaletin herkesin ağzında oyuncak olması tam bir trajedidir. çünkü adalet, gerçekten onun değerini bilenler için ağır bir sorumluluktur. 

onu konuşan çok, taşıyan azdır. ve bu yüzden dünyada adalet sözcüğünü çok duyarız tesirini ise çok az yada hiç...

eğitimli bir bilinç doğal ve kaçınılmaz olanı olduğu gibi kabul eder. fakat yine eğitim, tüm insanlar alışkanlık haline getirse ve hatta bu durum normalleşse dahi yapayalnız kalmak pahasına insanların tümünden daha değerli kavramlardan yana kullanır reyini. söz konusu olan açıktan düşman olduğunu ilan eden biri olsa dahi. 

ne yani düşman olduğunu ilan edenin özgürlük hakkı değil midir? 

25 Mart 2025 Salı

düşünceye direnme; bahane, şikayet ve suçlama...

düşünmek sadece bir bilgi toplama eylemi değil, varlığın sorumluluğunu üstlenmesidir. akıl çözümlediğinde faaldir. bahane üretmek, şikayet etmek ya da bir başkasını suçlamak ise bir düşünme faaliyeti değil düşünmekten kaçışın biçimleridir... 

insanın olan biteni dışsallaştırarak şikayet etmesi, bir başkasını suçlaması ya da bahane üretmesi, düşünsel bir eylem değil, düşünceden kaçıştır. 

çünkü düşünmek, neden-sonuç ilişkisini kurmak ve çözüm üretmek demektir. çözüm üretmeyen düşünce, aslında bir düşünce değil, zihinsel bir çınlamadır.

psikolojide bireyin dış dünya ve bilinç altıyla kurduğu ilişki temel belirleyicidir. insan bir olayla karşılaştığında ya o olayı analiz eder ve kendine düşeni yapar ya da o olayla baş edemediği için savunma mekanizmalarına sığınır. 

bu vb durumlara viktor frankl çok özel bir örnektir. toplama kampında yaşadığı onca acıya rağmen, kurban psikolojisine sığınmamış, yaşadıklarını anlamlandırmış ve kendi ifadesiyle "insan her durumda bir tutum alma özgürlüğüne sahiptir" demiştir. bu tutum, düşünsel bir eylemdir. çünkü çözüm arayışı içerir.

ama çoğu insan frankl gibi davranmaz. çünkü sorumluluk almak acı vericidir. kişi, yaşadığı olumsuzlukları kendi iç dünyasında anlamlandırmak ve onlardan bir çıkış yolu bulmak yerine, suçlayarak kendini korumaya çalışır. bu, aslında bir tür ruhsal ekonomidir. psikolojik konfor, hakikatin acısına tercih edilir. işte bu tercih, tembelliğin ve düşünce kaçkınlığının psikolojik temelidir.

bahane üretmek, freudyen savunma mekanizmaları arasında "yansıtma" ve "inkar" biçiminde karşımıza çıkar. kişi, kendi içsel yetersizliğiyle yüzleşmek yerine, başkasının davranışlarını hedef gösterir. bu bir tür zihinsel yanılsamadır ama kısa vadede rahatlatıcıdır. uzun vadede ise bireyi gerçeklikten koparır.

bir başka psikolojik düzlemde, albert ellis'in rasyonel duygucu davranış terapisi yaklaşımı vardır. ellis'e göre, insanlar olaylardan değil, olaylara verdikleri anlamlardan etkilenir. bir insan başına gelen bir olayda kendine şu soruyu sorar; bu benim suçum mu, başkasının mı? eğer kişi çözüm üretmek yerine sadece suçlu arıyorsa, bu onun irrasyonel düşünce kalıplarına sıkıştığını gösterir. yani aslında düşünmüyor, düşünüyormuş gibi yapıyordur.

sosyolojik olarak, toplumsal yapılar bireyin davranış kalıplarını şekillendirir. toplumsal düzlemde düşünmeyi zorlaştıran temel etkenlerden biri, bireyin kendini sorumlu bir özne olarak değil, edilgen bir figür olarak görmesidir. bu edilgenlik, tarih boyunca pekiştirilmiş kültürel kalıplarla da desteklenir.

örneğin, sürekli dış güçler söylemiyle büyüyen bir toplum, kendi iç dinamiklerini analiz etmekte zorlanır. toplumun geneline yayılmış bu zihinsel refleks, bireyin olaylar karşısında önce kendine değil, hep dışa bakmasına neden olur. bu da öğrenilmiş pasifliktir.

frankfurt okulunun özellikle adorno'nun kültürel endüstri eleştirisi bu noktada devreye girer. insanlar, düşünmeyi ve analiz etmeyi bırakarak medya, tüketim kültürü ve hazır bilgi ile uyuşturulur. bu da kitlesel tembelliği besler. herkes şikayet eder ama kimse çözüm üretmez. çünkü çözüm üretmek, öncelikle sorunun parçası olduğunu kabul etmeyi gerektirir.

toplumsal normlar da düşünmeyi değil, itaat etmeyi teşvik ettiğinde bireyde entelektüel cesaret gelişmez. çünkü düşünmek yalnızlaştırır, aykırılaştırır ve bazen bedel ödetir. dolayısıyla birey, şikayet ederek kalabalığa ait olur, düşünerek yalnızlaşır. bu yüzden çoğu insan şikayeti seçer. çünkü o, güvenlidir.

burada pierre bourdieu'nün habitus kavramı önemli. bireyin düşünce ve davranış kalıpları, içinde yetiştiği sosyal çevre tarafından belirlenir. bir toplumda sürekli suçlama, şikayet ve mağduriyet konuşuluyorsa, birey de düşünmek yerine bu kalıpları tekrar eder. çünkü başka türlü davranmak, sosyolojik olarak sapkınlık sayılır. bu da düşüncenin bastırılması anlamına gelir.

şikayet eden, bahane üreten ya da suçlayan birey, aslında aklını devre dışı bırakmakta, sorumluluktan kaçmaktadır. bu kaçış hem psikolojik hem de sosyolojik düzeyde desteklenir. 

birey kısa vadede rahatlar ama uzun vadede çözüm üretmediği için kendi acısında boğulur. frankl gibi davranmak mümkündür ama bunun için cesaret, özgürlük ve sorumluluk duygusu gerekir.

velhasıl kelam düşünmek cesaret ister ve bunu herkes yapamaz. hatta bunu herkesin yapmasını beklemek dahi akli bir yetersizliğin çıktısıdır. 

dünyanın her yerinde ve her çağda düşünmeyi olanaksız kılan onlarca örneğin içine doğar insan. 

en basitinden ülkemizde sürüye uyurak; solcu olup sağcıları suçlayan yada sağcı olup solcuları suçlayan biri olmak kolaydır. zaten suçlamaların ve bahanelerin hepsi ilgili medya kuruluşları tarafından servis edilir. sizin zerre kadar düşünmenizi gerektiren bir durum yoktur.

oysa siyaset ve politika üzerine kavramsal olarak düşündüğünüzde, siyasilerin de inandırıldığı ve dolayısı ile doğru olduğunu varsaydıkları şeyleri yaptıklarını, taraftarlarınında inandırıldığı ve dolayısı ile doğru olduğunu varsaydıkları şeyleri yaptıklarını anlamak zor değildir.

düşünmenin en bariz çıktıklarında birisi şudur; onlar sürekli bahane üretir ve birbirini suçlar ama düşünür ne onları suçlar, ne olan biten yada içine düştüğü durum için bahane üretir. o çözümler ve çözüm üretir kendisi için. dilerse inandırılmış olanlarda bunu yapabilir ama kendileri bilir!

bir düşünür kimseye bir şeyi dayatmaz. çünkü özgürlük çok yüksek bir değerdir. dileyen bir sürüye dahil olmayı seçebilir pekala... 

24 Mart 2025 Pazartesi

en büyük özür imkan varken düşünmeye direnmektir...

 





değer yargılarının hakikat olarak benimsenmesi, herkesin kendi doğruları ile diğerlerini yanlış kılmasının zorunlu nedenidir. ve artık diğerlerinin şahsına saldırı kaçınılmaz olandır.

insanlık tarihi, yalnızca uygarlıkların yükseliş ve çöküşlerinden değil, aynı zamanda "doğru" kabul edilenlerin zamanla nasıl içselleşip başkalarının "yanlış" olarak yargılanmasına sebep olduğunun da tarihidir. 

bu, sadece fikirlerin savaşı değil, fikirlerin insanları boğduğu, hayatları gasbettiği, toplulukların kendi değer sistemlerini evrensel sanarak diğerlerini ezdiği bir tarihtir. ve neredeyse tüm büyük trajedilerin ortak paydasıdır.

küçük kabilelerde bile ortak ahlaki değerler oluşur. bu değerler, grubun güvenliğini sağlamak için işlevseldir. fakat bir kabilenin "kutsalı", diğer bir kabilenin "günahı" olabilir. birinin göğe baktığı yerden diğerinin yere bakması yargı sebebi olur. antropologlar, tarih öncesi dönemlerde farklı ritüellere sahip toplulukların bir araya geldiklerinde sıkça şiddete başvurduklarını tespit etmiştir. neden? çünkü "bizim doğru bildiğimiz, onların yanlışıydı". yargılayan zihnin kibri zamanlar ötesi - evrensel!

antik mısır'da firavunun tanrı olduğuna inanılırdı (anlatı bu yönde). ona karşı gelmek sadece siyasi değil, kozmik bir suçtu. biri çıkıp da "firavun tanrı değildir" dediğinde sadece bir muhalif değil, evrenin düzenine tehdit olarak görülürdü. yani, bir "doğru" vardı ve bu doğru sorgulanamazdı. benzer şekilde, mezopotamya’da hammurabi yasalarıyla şekillenen hukuk düzeni, sınıfsal ayrımları kutsarken bu düzeni sorgulayan herkes düzen bozucu ilan edildi. çünkü sabitlenmiş değer yargıları bir defa yerleşti mi, bütün sorgulamalar sapkınlık halini alır.

antik yunan'ın demokrasi beşiği atina'da sokrates, gençleri baştan çıkarmakla ve tanrılara inanmamakla suçlandı. çünkü o, "doğru" sanılan şeyleri sorguluyordu. toplumun sabit değerlerine çomak sokuyordu. ve cezalandırıldı; zehir içirilerek öldürüldü. onun ölümü, "herkesin kendi doğrusuyla diğerini yanlış kılması" nın en çarpıcı örneklerinden biridir. sokrates'in "bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir" sözü, kesin doğrulara inananlar için tehditti. oysa adam sadece sorular soruyordu yahu...

türk tarihinin erken dönemlerinde de değer yargılarının sabitleşmesiyle farklı düşünce, inanç ve yaşama biçimleri bastırılmıştır. mete han, büyük bir askeri deha olarak tüm boyları birleştirirken, birlik için çok sesliliğe yer vermedi. düzen adına, itaat etmeyen kabileler bastırıldı. timur, hem islamı savundu hem de islamı farklı yorumlayanları acımasızca yok etti. sivas!ta binlerce osmanlı askerini diri diri gömdü; çünkü onun "doğru" suna karşı bir duruştu onlarınki. 

anadolu'daki alevi-bektaşi inancı, zaman zaman bu değer çatışmalarının hedefi oldu. değer yargısı sabitlenince, tarih hep aynı kalemle yazıldı; farklılık ya sapkın sayıldı ya da ihanete eş tutuldu...

osmanlı çok uluslu ve çok inançlı bir yapıydı. görünürde farklı inançlara hoşgörü vardı ama bu hoşgörü, sınırlarla çevriliydi. sünni anlayış devletin resmi mezhebiydi. alevi-bektaşi topluluklar, safevi etkisi bahanesiyle defalarca kıyıma uğradı. yavuz sultan selim döneminde on binlerce alevi katledildi. 

sebep? devletin "doğru" kabul ettiği inanç sistemine uymamaları. 

pir sultan abdal, sadece düşündüğü ve düşündürttüğü için asıldı. çünkü "başka türlü düşünen" hep tehlike olarak görüldü.

cumhuriyet devrimi, osmanlı'dan farklı bir değer sistemini savundu. dinin kamusal alandan çekilmesi, çağdaşlaşma, batılılaşma gibi ilkeler yeni bir "doğru" kümesi oluşturdu. fakat bu yeni doğrular da zamanla mutlaklaştı. eski değerleri savunanlar gerici, yobaz ilan edildi. tekkeler, zaviyeler kapatıldı; binlerce yıllık gelenekler yok sayıldı. alfabenin, kıyafetin, eğitimin değişmesiyle bir tür hafıza kesintisi yaratıldı. 

laiklik, özünde öyle olmamasına rağmen dini yok sayma noktasına geldiğinde inanç sahipleri de "eski kafa" diye aşağılandı. bir değer yargısı diğerine üstünlük sağladığında, çatışma kaçınılmaz oldu. bir zamanlar dindarlar modernleri, şimdi modernden yana olanlar dindarları yargılamaya başladı.

gelinen günde değer yargıları sadece din ya da gelenekle sınırlı değil. bilim bile bir inanç sistemine dönüştürüldüğünde, kendi dışındaki her düşünceyi yok sayabiliyor. bilim insanları, "deney ve gözleme dayanmayan her şey saçmadır" dediklerinde, metafizik ya da manevi düşünceleri dışlıyorlar. ama bir çok dindar da aynı şeyi yapıyor; "bizde hakikat var, bilim sınırlı ve yanıltıcıdır" deyip bilim insanlarını cehaletle suçluyor. 

dindarlar ateistleri, ateistler dindarları küçümsüyor. sosyal medya tartışmalarında bunu açıkça görmek mümkün; biri "allah’a inanıyorum" dediğinde diğerinden "bilimden habersiz cahilsin" cevabı geliyor. diğeri "bilim diyor ki" dediğinde "bilim sadece yorumdur, hakikat benim dinimdir" yanıtını alabiliyor.

ve bu çatışma, ellerde güç olduğunda kıyıma dönüşüyor. çin, ateist komünist yönetimiyle milyonlarca müslüman uygur türkünü kamplarda tutuyor, ibadetlerini yasaklıyor. çünkü hükümet "din yanlış" olduğuna emin. ama geçmişte veya başka coğrafyalarda iktidar dindar olduğunda da ateistlere yaşam hakkı tanınmıyor. çünkü "inkarcı" diye etiketleniyorlar. 

demek ki sorun ne dinde ne bilimde, sorun değer yargısının sabitleşip diğerini yok sayması.

bu yalnızca devletler düzeyinde olmadı. bir köyde bile, kadın biraz farklı giyindiğinde, gençler başka müzikler dinlediğinde, biri evlenmeyi reddettiğinde ya da çocuk sahibi olmak istemediğinde toplumun sabit değer yargıları devreye girer. dışlanır, yaftalanır, dedikoduya kurban gider. çünkü kalabalıklar farklı olanı anlamaya çalışmaz; kendi doğrusunu korumak için onu yargılar.

bugün modern! dünyada bile, dijital platformlarda insanlar kendi doğrularına uymayan herkesi linç ediyor. bir söz, bir yorum, bir tercih yeterli; birden kalabalıkl "sen şusun" "sen busun" diye şahsına saldırıyor. tıpkı orta çağdaki cadı avları gibi, modern linçler de sabit değer yargılarının dijital suretleri halinde.

bunun sonu yok, sabit değer yargıları kendini sürekli yeniden üretir. insanlar düşünmeyi bıraktığı anda başkalarını yargılamaya başlar. çünkü düşünmek, kendi doğrumuzun da sorgulanabilir olduğunu kabul etmeyi gerektirir.

ve bu yüzden en büyük özür, tahammülsüz- anlayışsızlıkla yapılan yargılama ve dolayısı ile verilen hükümlerdir.

aristotales'e atfedilen "insan düşünen bir hayvandır" ifadesinde evrensel bir değer varsa o da insanın düşündüğü değil hayvan olduğu olmalıdır. böyle olduğu için değil söze değer atfetmeye çabaladığım için bunu diyorum. çünkü, insanların kendi dogsalarına ölümüne bağlılığını, düşünmemek için direndiklerini ve düşünmek yerine sadece hesap yaptıklarını görmemek mümkün değilken, insanın düşündüğünü görmek nerdeyse olanaksızdır...

bireysel yargılardan kolektif yargılara...

 


bireysel yargıdan kolektif yargıya geçiş

insan bir düşünceye sahip olduğunda bu sadece onunla sınırlıymış gibi görünür. ama çoğu zaman birey, düşüncesine yalnızca inanmaz, onu doğru olan şey olarak hisseder. bu his, düşüncenin kişisel olmaktan çıkıp evrensel bir doğru olduğunu varsaydığına dönüşmeye başlamasının ilk adımıdır. bu noktada kişi artık sadece kendi değerlerini yaşamaz, başkalarınınkini de bu değerlerle ölçmeye başlar. burada ölçmek, anlamak için değil; yargılamak içindir. 

çünkü birey için artık "ben böyleyim" yeterli değildir, "herkes böyle olmalı" düşüncesi hakimdir.

bu bireysel yargı, zamanla bir başkasıyla birleştiğinde bir düşünce ortaklığı doğar. benzer düşünen insanlar bir araya geldikçe, bu ortaklık grup bilincine evrilir. artık düşünce değil, kimlik konuşur. 

böylece bir değer yargısı, "biz" duygusuyla kutsanır. kutsanan her düşünce, sorgulanamaz olur. sorgulanamaz her şey, katılaşır. katılaşan her şey, karşısındakini tehdit olarak görmeye başlar.

işte burada kolektif yargı doğar. insanlar artık yalnızca bireyleri değil, grupları yargılar. ve daha da kötüsü, insanlar bireyleri ait oldukları gruplar üzerinden yargılar. bir kişinin ne söylediği değil, nereden konuştuğu önemli hale gelir. böylece insan, birey olmaktan çıkar; bir etiketin, bir inancın, bir kimliğin temsilcisine indirgenir.

bu geçiş sessiz olur ama etkisi yıkıcıdır. bir toplumda yargı bireyden çıkarak gruba yönelmişse artık anlaşma zemini değil, taraf olma zorunluluğu vardır. çünkü her kolektif yargı, diğerini dışlayarak kendini var eder. biz varsak, onlar yanlış olmak zorundadır. burada artık doğru arayışı bitmiş, aidiyet savaşı başlamıştır.

böylece bireylerin içsel yargıları, toplulukların birbirini mahkum ettiği kültürel, dini, ideolojik yapılara dönüşür. 

bu yapılarda birey olmak değil, bir görüşü temsil etmek önem kazanır. ve her temsil, karşıtını bastırmak ister. bu nedenle en masum görünen bireysel kanaatler bile, birikerek insanlık için derin uçurumlar yaratır.

dahası çoğu zaman (muhtemelen her zaman) kitlenin görüşü dogsa olmasına rağmen, durup düşünmek yerine diğerini sindirmek yada yok etmeye yönelik eylemler sergilerler.

"dünyada neden kan, göz yaşı, yıkım, savaş, çatışmalar var?" sorusu böylece insanın doğası ve sosyoloji üzerinden basit bir şekilde anlaşılabilir.

tüm bahaneler akli bir yetersizlik ürünüdür. başkasını suçlamak yine akli bir yetersizlik ürünüdür. faal bir akıldan en temelde kendi eksiklerini tamamlaması beklenir. oysa kitlelerin oluşması ve dolayısı aidiyet buna asla izin vermez. 

bir sorun varsa bu asla bizde değil her zaman başkalarındadır!

düşünmeye direnmenin en basit yolu budur. kolay, konforlu ve suçlu bulmak basit... 

buna kaç kişi hayır diyebilir ki?

23 Mart 2025 Pazar

cennet ve kalabalıklar üzerine düşünceler


kurandaki (sadece kurandaki) adem kıssası o hataya - düşüşe odaklı bir anlatıdır oysa aslında bu düşüşten önce çok önemli bir ayrım vardır kısada; adem ile o şeytan aynı ortamda bulunuyordu. 

detaylarda benim ne olduğunu bilmediğim daha doğrusu okuyup anlamadığım onlarca mesele var ve bu sorun değil. yeniden okuruz yeniden düşünürüz yeniden kelimeler arasındaki bağlantılara bakarız vs. 

oysa şurası tartışmasız ki; o şeytan ve adem aynı yerdeydiler ama farklı bilinç düzeyindeydiler. 

bu durumun çok açık bir anlamı var; o cennet bir mekan değil, bir bilinç durumudur. 

o şeytan da oradaydı ama oraya ait değildi. orada bulunması, orada olması anlamına gelmez. adem ise cennetteydi çünkü o bilinç düzeyine uygun bir yerdeydi ama bu durumun kalıcı olabilmesi için kendi bilincine sahip çıkması gerekiyordu. ne zaman ki bir başkasının sesine kulak verdi, yani manipülasyona (vesvese) açık hale geldi, işte o zaman düştü. 

düşüş, mekansal değil düşünsel bir kaymadır. başkasının düşüncesini dikkate almak (iyi, kötü, doğru, yanlış fark etmez. ki zaten bunların hepsi tartışmalı kavramlar), kendi öz bilincinden uzaklaşmak demektir. 

bu uzaklaşma, cennetten yani öz bilinçten kopmaktır. vesvese dediğimiz şey, sözün doğru yada yanlış olmasından bağımsız başkalarının sözlerinin kendi zihnimizde yankı bulmasıdır. ve o yankıyı kendimize ait sanmamızdır.

buradan çıkan sonuç; insanın bilinç hali neyse bulunduğu yer de odur. 

başkalarının sözlerini dikkate almak, bir tür zihinsel teslimiyettir. diğerlerinin ne yaptığı ya da yapmadığıyla ilgilenmek bile insanı düşürmeye yeter. 

çünkü bu ilgilenme hali bile dış merkezlidir. insanın kendini içeriden inşa etmesi gerekirken, dışarıdan etkilenerek yönünü belirlemesi bilinç düzeyini zayıflatır. 

dahası tüm bahaneler aslında bir akli yetersizlikten kaynaklanır. "ama" diye başlayan her cümle, farkında olmadan bu yetersizliğin sesidir. 

"ama" sözcüğü çoğu zaman gerçeğe karşı dirençtir. çünkü insan gerçeklikle yüzleşmek istemez. teslimiyet zayıflık olarak algılanır oysa aslında en büyük güçtür. çünkü teslimiyet, anlayıştan doğar. olanı olduğu gibi görmekten, yargılamadan kavramaktan...

"olan, olması gerekendir."

zihnin bu teslimiyeti yaşaması kolay değil. çünkü insan kendini bir taraf seçmek zorunda hisseder; birine yada bir şeye iyi deyip safına geçmek ya da kötü deyip karşı durmak. 

oysa bu bakış açısı yine dıştan beslenir. gerçeği anlamak ise, onun içinde yer almamakla mümkündür. dışarıdan bakabilmek için ne yanında ne karşısında olmak gerekir. 

tarafsızlık burada pasiflik değil, zihinsel bir uyanıklıktır. ne oluyorsa olması gerektiği için oluyor. herkes inandığı şeyi yapıyor. ben de, sen de, onlar da... 

kimsenin bir başkasını dönüştürme gibi bir sorumluluğu ve dahası yetkinliği yok. 

allah dahi olan bitene doğrudan müdahale etmezken, insanın müdahale etme arzusu yalnızca kendi kibirinden beslenir. 

allah’ın müdahalesi sadece kelimelerledir. kelimeyi gönderir, sözü bildirir, kıssayı anlatır. ama kimseyi zorlamaz. müdahale etmeden uyarır. 

bu sebepten insanın ilk ve tek görevin kendi bilincine yatırım yapmaktır. başka insanların iyi ya da kötü olması seni ilgilendirmez. onların yargılanması da sana ait bir mesele değildir. her insan kendi bilinciyle inşa olur ya da yıkılır.

işte bu noktada zamanın değeri ortaya çıkar; zaman eşsiz ve muazzam bir değer ve bir imkandır.

çoğu insan bu değeri sadece söyler, yaşamaz. herkes zamanın kıymetini bildiğini iddia eder ama kullanmaz. o halde bilmiyor demektir. 

çünkü bilmek, kullanırdı. harekete geçmeyen bilgi sadece bir kelimedir. ve bu yüzden bilmek sandığımızdan daha büyük bir şeydir. belki de boyumuzu aşan bir kavramdır. ben yıllarca her şeyle ilgilenip düşünmeyi ihmal etmiş biriyim. şimdi düşünmeye başladıkça, geçmişteki kendi ahmaklığım bile bana sorun gibi görünmüyor artık. çünkü başka türlüsü mümkün değildi. zihnim o zamanlar bu kadarını yapabiliyordu. iyi mi bu? kötü mü? bilmiyorum. zaten başka bir ihtimal yokken iyi ya da kötü demek boş bir yargıdan başka bir şey değil.

oysa şimdi zamanın kıymetini ve bilmenin, farkındalığın, özgürlüğün, yalnızlığın, adaletin, cesaretin değerini bildiğimi varsayıyorum ve başka türlü yapamam. yaşamı mümkün kılan en temel ihtiyaçları karşıladıktan sonra (yada aynı anda) düşünmek dışında ikinci bir seçeneğim yok.

geçmiş geçmiştir. bırakın geçmişte olan biteni dert etmeyi, geçmişi konuşmak dahi anlamsızdır. ne yani konuştuk, düşündük, hata bulduk onu değiştirebilecek değiliz ya... ama şimdi şu an doğru bilinen her ne varsa hepsini çözümleyip, hiç düşünülmemiş gibi yeniden düşünüp kendimizi yeniden yaratabiliriz. 

bu söylediklerim radikal gelebilir oysa düşünmek zaten radikal bir eylemdir. sorgulama, düşünme yada aydınlanma ile ilgili hemen her görselde aynı sahne var; kalabalıktan ayrılan ve yalnız yürüyen bir kişi. 


bu kişi diğerlerini yargıladığı için ayrılmaz. sadece eksiklerini tamamlamadan başkalarına bir şey yapamayacağını bilir. bu yüzden çekilir. ayrılır. 

yalnız yürümek, başkalarını hiçe saymak değil, kendi eksikliğinin farkında olmaktır. düşünmek burada başlar. kendini adam etmeden başkaları için bir şey yapamazsın. ama insanlar bu temeli görmez ve başkalarını yargılamaya devam ederler. 

herkes kendi küçük tanrıcığını yaratır. kendi değer ölçülerine göre başkalarını yargılar. sanki insan sayısı kadar tanrı var gibi. oysa allah bile kimseyi henüz yargılamıyorken... 

bu düşünsel pozisyon kurandaki tüm resul kıssalarında tekrar tekrar görülür. ibrahim, isa, musa, yusuf... 

hiçbiri içinde yaşadığı toplumu dönüştürmedi. dönüştüremedikleri için değil, bunu hiç denemediler dahi. 

hepsi sadece düşünsel bir tartışma ortaya koydu. muhatapları onları anlamadığında onlarla savaşmadılar, onları zorlamadılar, yadırgamadılar. aksine çekildiler. 

en bariz örnek musa'nın hicretidir. mısır'da (anlaşılmak için mısır diyorum, orası mısır mı, bu kelimenin anlamı ne, mekan mı yoksa bir durum mu kast ediyor bilmiyorum ben) açıkça bir toplumsal baskıya, zorbalığa, haksızlığa karşı bir itirazı vardı ama bu itirazla bir savaş çıkarmadı. oradan ayrıldı. çekildi. 

çünkü gördü ki toplum dönüşmek istemiyor. böyle bir toplumla savaşmak değil, oradan uzaklaşıp kendi yolunu çizmek daha doğru. çünkü bir toplumu zorla dönüştürmeye çalışmak faydasızdır. gerçek dönüşüm ancak içeriden gelir. musa’nın yaptığı şey de buydu. gördü ki bu toplum yıkıma gidiyor... 

onları kurtarmaya kalkmadı çünkü kurtuluş ancak isteyen için mümkündür. zorla dönüşüm olmaz. sen sadece kendi yolunu çizersin. başkalarını yargılamadan ama onlarla aynı kaderi de paylaşmadan... 

kuran kıssaları sanıldığı gibi yalnızca dini öyküler değil hukuki ve toplumsal zorunlulukları - kaçınılmaz olanı göz önüne seren bir öğretmen gibidir. gerçi öğretmen yazar ama başka kelime bulamadım. neyse... 

konuya dönecek olursak şu sonuca ulaşılır; hiç kimse kendi istemi dışında dönüşemez. zorla doğruya, zorla ahlaka, zorla iyiliğe çekilemez kimse. 

hukuk da bu yüzden adaleti bir yaptırım olarak değil, bir bilinçle birlikte ele almak zorundadır. yoksa cezalandırmak, bilinçsiz bir varlığı cezalandırmak olur. oysa suçun kaynağı çoğu zaman bilinç eksikliğidir. bu nedenle cezalar çoğunlukla hiçbir işe yaramaz. 

kişi bilinçsizse, cezanın anlamını da anlamaz. bilinçliyse zaten suçu işlemez. bu çelişki, bilinen tüm insani hukuk sistemlerinin temel zaafıdır.

cezayla dönüşüm ummak, o şeytanın adem'i manüpüle ederek onu cennetten düşürdüğü anlayışla aynı kökten gelir. başkasını yönlendirmek, dönüştürmeye çalışmak, bir dış müdahaledir ve çoğunlukla işe yaramaz. adem tevbe etti ve tevbesi kabul gördü. geçmişte ne olup bittiği adem için anlamsız bir hal aldı. şeytan kendini dilediği gibi avutsun, bahane arayanın bahanesi bitecek değil ya nasılsa... 

insan sadece kendi iç dönüşümüyle yükselir. bu yüzden adalet ancak içten bir fark edişle mümkündür. dıştan verilen ceza sadece acıtır ama bilinç inşa etmez.

toplumlar da bireyler gibidir. kendi istekleri olmadan dönüşmezler. bu yüzden resuller kendi toplumlarını zorla değiştirmeye çalışmadılar. kıssalar bunu açıkça ortaya koyar. ibrahim, kavminin putlarına karşı çıktı ama kimseyi zorlamadı. musa firavunla karşı karşıya geldi ama kaçtı. yusuf'a kardeşleri neler yaptı neler fakat o intikam almadı. isa zalimlerin karşısında durdu ama onların kötülüğünü silahla bastırmaya çalışmadı. 

bu kıssaların tümü ortak bir mesaj verir; anlamak, kavga etmekten daha üstündür. çekilmek, yok saymak değil; karşı tarafın dönüşmeye niyetli olmadığını fark etmektir. işte hukuk burada devreye girer; hukuk, anlamayanı cezalandırmak için değil, anlayabilen için bir sınır çizmek adına vardır. ama bu sınır içselleştirilmediğinde yasa da bir anlam taşımaz. çünkü yasa dıştan gelirse direnç doğurur. içselleşirse sorumluluk doğurur.

buraya kadar ele aldıklarımın (yazdıklarım doğru olsun yada olmasın) anlaşılması dönüşüme açık olmakla mümkündür. sağcıyken solcu olmak, solcuyken sağcı olmak, siyasetle ilgilenirken siyasetten iğrenmek, osmanlıcı iken atatürkçü olmak, eskiden iyi dedilleri şeylere şimdi kötü demek, kelimelere artık farklı anlam vermek, ehli sünnet iken kurancı olmak gibi sıradan yer değişimleri değil tüm genel yargılardan bağımsız düşünme becerisi yoksa yazdıklarım uçuk kaçık fikirlerden öte anlam taşımayacaktır okuyucu için. 

eskiden olsa anlayamazdım ama artık anlayabiliyorum onlarcası için böyle olacağını. böyle olması gerekiyor, başka türlü olması için çok fazla şeyin değişmesi lazım. yargılamıyorum çünkü bu kaçınılmaz olan... 

neyse, her halukarda nihayetinde ölüm kavramı devreye girer. çünkü ölüm, tüm bu olan bitenin kaçınılmaz sınırıdır. insan yaşarken kaçabildiği her şeyden ölümde kaçamaz. ölüm, kendini kandırmanın son bulduğu yerdir. 

ne yazık ki toplumlar ölümü sadece bir yok oluş olarak görür. oysa ölüm, bilincin en derin aynasıdır. ölüm fikri, sorumluluk duygusunun kaynağıdır. çünkü ölüm, zamanın sınırlı olduğunu ve her anın bir seçim olduğunu hatırlatır. 

ölüm karşısında insanın bahaneleri de dağılır. psikanaliz bu noktada önemli bir katkı sunar. sorumluluk bilinci gelişmemiş birey, suç işlerken kendi içsel kaosunu dışa vurur. kendine yabancı olan kişi, başkalarına zarar verir. ceza, bu kişinin bilinç seviyesini değiştirmediği sürece yalnızca onun bastırılmış suçluluk duygusunu artırır. 

suçluluk hissi, dönüşüm yaratmaz. sadece daha derin bir bastırmaya neden olur. bu yüzden psikanalitik açıdan sorumluluk, dışsal bir ceza ile değil, içsel bir farkındalıkla oluşur. kişi, ölümle yüzleştiğinde hayatla uzlaşır. cezayla değil.

ölüm, yaşamın belki en sessiz öğretmenidir. çünkü ölüm her şeyi eşitler. toplumsal kimlikleri, hukuki etiketleri, sosyal başarıları ve hatta suçlar bile anlamını yitirir. 

ölüm karşısında tek geçerli şey bilinçtir. ne kadar fark ettin, ne kadar içselleştirdin, ne kadar kendi yolunu çizdin... 

velhasıl kelam; düşündüm, sorguladım, aydınlandım, vs diyen birinin kalabalıklara bakıp onları yargılaması; kötü yapıyorlar yerine iyi yapıyorlar dese dahi ne yaptığını yada ne dediğini anlamadığı anlamına gelir. 

çünkü ne dediğini bilseydi, ne yaptığını bilmeyen insanları yargılamazdı. bilinçsiz birinin yargılanması aklen muhaldir.

allah'ın çelişkili bir iş yapması söz konusu olmadığı için kimsenin yaşamına iyi yada kötü diye bir fiil müdahil olmaz. olması dahi düşünülemez.

insan gözetmeksizin yapılan tüm yargılamalar adil olmaktan çok uzak.hemde çok...

peki ne yapmalıyız? kalabalık halde ne yapılmalı, neler yapılabilir bilemem ama bireysel anlamda sanıyorum yukarıda enine boyuna yazdım kanaatlerimi... ☑️

21 Mart 2025 Cuma

suç ve ceza üzerine

çocuklar çoğu zaman yapmamaları gerektiğini bildikleri halde bir şeyi yaparlar. örneğin bir çocuk odasını dağıtmaması gerektiğini bilir ama yine de dağıtır. kardeşiyle kavga etmemesi gerektiğini bilir ama sinirlenince ona vurabilir. burada çocuğun neyin doğru neyin yanlış olduğunu anne babasından öğrenmiş olması, o eylemin yanlış olduğunu gerçekten bildiği anlamına gelmez.

çünkü çocuk, o bilginin ne anlama geldiğini henüz deneyimlememiştir. yine de toplum olarak çocuğa ceza vermeyiz. biz ona suçlu değil, yaramaz yada hatalı deriz. uyarırız, öğretmeye çalışırız. çünkü bilginin davranışa dönüşmemiş olması onun hala öğrenme sürecinde olduğunu gösterir.

bu ayrımı sezgisel olarak biliriz ama aynı anlayışı yetişkinlere uygulamayız. 

bir yetişkin (18 yaşından büyük) suç işlediğinde onun bunu zaten biliyor olması gerektiğini varsayarız. fakat çocuk örneği bize bilginin sadece duymak ya da ezberlemek ya da seslendirmek olmadığını gösteriyor. 

bilgi, ancak içselleştirildiğinde bilgi olur.

davranışa dönüşmeyen bilgi, henüz gerçek bilgi değildir. o zaman bir yetişkin suç işlediğinde, belki de o davranış, onun gerçekten bilmediğini gösteriyordur.

dostoyevski’nin suç ve ceza romanı bu meseleyi çok derin bir şekilde ele alır. raskolnikov bir hukuk öğrencisidir. eğitimi vardır, yasaları bilir, düşünür, hesap yapar. ve sonunda, tefeci kötü bir kadını öldürür. çünkü ona göre bu kadın zaten topluma zararlıdır, onun parasını alıp toplum için faydalı şeyler yapmak daha doğrudur. yani teorik bilgiye sahiptir (bazı noktalarda haklıdır da... örn kadın kötüdür) ve bu bilgiye dayanarak rasyonel bir karar verdiğini düşünür.

fakat roman ilerledikçe bu eylemin sonuçlarıyla yüzleşmeye başlar. içten içe çürümeye, parçalanmaya, vicdan azabı çekmeye başlar. suçluluğun bilgisi, teorik değil, yaşamsal bir bilgiye dönüşür. ve bu süreç onu gerçekten öğrenmeye zorlar. 

romanın sonunda yaptığı şeyin yanlış olduğunu artık bilir. çünkü bilgiye değil, bilince ulaşmıştır. demek ki onun cinayeti işlemesi, suçun yasaya aykırı olması değil, henüz gerçekten bilmediği bir şeyin sonucudur.

bu çok önemli bir ayrım. çünkü bilmek, birinin sana söylediği bir şeyi ezberlemek değildir. bilgi, travma, içsel çatışma, sorgulama ve dönüşümle oluşur. okulun verdiği bilgi buna yetmez. eğitim sistemleri çocuklara sadece bilgi parçacıkları verir. ezberleri, sınav yapar, ölçer, değerlendirir. ama gerçek bilgi bu değildir. 

eğitim sistemi, öğrenciyi bilgilendirmez; sadece ezberletir. bu yüzden hukuk eğitimi almış biri bile suç işleyebilir. çünkü aldığı bilgi, yaşamın kendinden (yada tümünden) kopuktur.

bugün ceza sistemleri insanların neyi bilip bilmediklerini onların davranışlarından değil, toplumsal statülerinden, eğitim geçmişlerinden, söyledikleri cümlelerden çıkarmaya çalışır. örneğin bir dolandırıcı "evet, bunun yasa dışı olduğunu biliyordum" diyorsa sistem bunu bilgi olarak kabul eder. oysa o kişi yalnızca bir ezberi tekrar eder. gerçek bilgi, davranışta görünür. birinin hırsızlığın yanlış olduğunu söylemesi, gerçekten bildiğini göstermez. bilseydi yapmazdı.

bu çelişkiyi daha görünür kılmak için bazı somut örneklere bakalım.

bir vergi davası; küçük esnaf bir vatandaş, muhasebecisiyle anlaşır, belgeleri ona verir. yıllar sonra vergi kaçırma suçlamasıyla karşılaşır. çünkü eksik beyan yapılmıştır. "ben muhasebeciye güvenmiştim" der. hukuk sistemi ise "vergi yükümlülüğü şahsidir" der. ama bu kişi detayları bilmiyordur. yine de suçlu bulunur ve ceza alır. çünkü bilmiyor olmasına rağmen biliyor kabul edilmiştir.

başka bir örnek; sosyal medyada hakaret. biri kamuya açık bir alanda bir siyasetçiye "bu adam sahtekar" der. mahkemeye çıkarılır. "bu bir eleştiriyi" dese de, yargılanır ve suçlu bulunur. çünkü hakaretin ne olduğunu bilmiyordur. bilseydi yapmazdı. ama hukuk sistemi onun bunu biliyor olduğunu varsayarak ceza verir.

bir başka örnek; köyde bir çiftçi yıllarca ormandan kuru dal toplar. ama bu teknik olarak kamu malına zarar vermektir. şikayet olur, dava açılır. oysa çiftçi doğaya ya da devlete zarar verdiğini düşünmez. yaptığı, nesillerdir gelen bir uygulamadır. ama yasa karşısında yargılanır ve suçlu bulunur. çünkü kanunu bilmiyor olsa da, biliyor sayılır. 

küfür ve hakaret meselesi de aynı bağlamın konusudur.

birine "allah belanı versin" demek, hiçbir rasyonel sonuca yol açmaz. birinin annesine küfür etmek, o kişiye veya annesine fiziksel bir zarar vermez. küfür, zihinsel bir boşalım gibi görünse de aslında kişinin dilsel ve düşünsel tükenmişliğini gösterir. 

çünkü küfür etmek, anlamlı bir çözüm ya da ifade geliştiremeyen bir zihin durumunun dışavurumudur. yani bu da bir bilişsel yetersizliktir. 

küfür eden kişi, hakaretin karşıdaki insanda nasıl bir etkisi olduğunu, bu sözün nasıl bir boşlukta salındığını bilmez. bilseydi yapmazdı. 

ama yine de yargılanır ve suçlu bulunur. çünkü sistem, onun bu sözlerin değerini ve sonuçlarını bildiğini varsayar.

buraya kadar kurduğumuz bütün yapı, suçun iradeyle, niyetle, bilgiyle ve özgürlükle ilişkisini yeniden düşünmeyi gerektirir.

suç, sistem tarafından yasa dışı (yasaya rağmen) bir eylem olarak tanımlanır. ama biz burada suçun arkasındaki bilinç durumunu sorguluyoruz. çünkü gerçek suç, sadece yasa ihlali değil, bile bile yapılan, sonuçları kavranan bir tercih olmak zorunda. ama insanların büyük çoğunluğu suçun ne olduğunu sadece yüzeysel olarak bilir.

irade, çoğu zaman özgürlükle karıştırılır. biri bir şeyi yapmaya karar verdiyse, bu onun özgür iradesiyle yaptığı varsayılır. ama irade, içinde bulunduğu koşullarla sınırlıdır. bir insan maddi baskı altındaysa, sosyal çevresinde sürekli suça teşvik ediliyorsa ya da psikolojik çöküntü içindeyse, o eylem ne kadar özgür bir seçimdir?

özgürlüğü bu bağlamda yeniden ele alacağım ama özgürlük konulu müstakil bir yazımda linkte;

https://mstbysl.blogspot.com/2025/03/evrensel-ve-akli-bir-deger-olarak.html

niyet görünmeyen alandır. sistem çoğu zaman niyeti değil, eylemi yargılar. ama bizim tartışmamızda niyetle bilgi arasında bir bağ var. çünkü bir insanın niyeti, onun neyi bildiğine ve nasıl düşündüğüne bağlıdır. eğer bilgi eksikse, niyet de eksik olur. eksik bir niyetin sonuçları ise cezayla değil, hatanın nerde yapıldığını anlama ve dolayısı ile düzeltmeyle karşılanmalıdır. 

özgürlük kavramı burada merkezi bir çelişkiyi barındırır. insanlar özgür iradeyle hareket ettikleri varsayılarak cezalandırılırlar. ama acaba bu özgürlük, ne kadar özgürdür? bilgi olmadan karar verme süreci eksiktir. bilmeyen biri, gerçekten özgür müdür? bilgi olmadan özgürlük olmaz. ve özgürlük olmadan sorumluluk olmaz.

şimdi bu düşünsel yapıyı tamamlamak için suçun nasıl toplumsal olarak üretildiğini, cezanın ne işe yaradığını ve mevcut hukukun dışında başka nasıl modellerin mümkün olabileceğini ele alalım (bu modeller benim şahsi düşüncelerim değil. daha önce düşünülmüş olan üzerine düşünüyoruz biz şimdi. nihayetinde bir şeylerin hatalı olduğu aşikar. o halde yeniden düşünmek zorundayız). 

öncelikle suç, bireysel bir bozulmadan ziyade çoğu zaman toplumsal bir üretimdir. insanın suça yönelmesini sağlayan koşullar, toplumsal düzenin doğrudan sonuçlarıdır. yoksulluk, dışlanma, şiddet kültürü, fırsat eşitsizliği, eğitimde başarısızlık, ailevi çatışmalar, mahalle baskısı, siyasi çatışmaların topluma sirayet etmesi gibi sayısız etken, bireyin seçimlerini belirler. bir çocuğun çocukluğundan itibaren adaletsizliğe maruz kaldığı bir dünyada yaşayıp, büyüyüp, suça karışması bir tesadüf değil, bir yapı üretimidir.

toplum önce o koşulları üretir, sonra o koşullar içinde davranan bireyi cezalandırır. oysa bireyin eylemi, toplumun yansımasıdır. suçlu birey değil, birey üzerinden ortaya çıkan toplumsal organizasyonun bir izdüşümüdür.

bu noktada cezanın işlevi tartışmalı hale gelir. ceza sistemi, suçu caydırmak, toplumu korumak ve adalet sağlamak için kurulduğunu iddia eder. fakat cezanın birey üzerinde her zaman bir öğretici ya da dönüştürücü etkisi olmaz. cezanın çoğu zaman sadece acı verdiği, utandırdığı, yalnızlaştırdığı ve dışladığı görülür. cezalandırılan kişi topluma yeniden kazandırılmaz, aksine toplumdan dışlanır.

alternatif hukuk modelleri bu noktada devreye girer. örneğin onarıcı adalet cezalandırmak yerine anlamayı ve telafi etmeyi temel alır. dönüştürücü adalet modeli ise bireyin kendisini düzeltmesinden çok, suçun doğduğu sistemi dönüştürmeye odaklanır.

ve nihayet, özgürlük; bir insanın suçlu sayılabilmesi için, eylemini özgür iradesiyle gerçekleştirmiş olması gerekir. ama özgürlük, bilgiyle başlar. bilgi olmadan seçenek yoktur, tercih yoktur. tercih yoksa özgürlük yoktur. özgürlük olmadan da gerçek suç ve gerçek sorumluluk yoktur.

o zaman sormak gerekir; insanı anlamadan yargılamak mümkün müdür? eğer mümkün değilse, biz şimdiye kadar neyi yarıladık? ☑️

evrensel ve akli bir değer olarak özgürlük


özgürlük kavramı insanlık tarihi boyunca en çok konuşulan ve en fazla yanlış anlaşılan kavramlardan biri olmuştur. birçok kişi özgürlüğü hadsizlik, kuralsızlık ve yasasızlık olarak görür. oysa böyle bir anlayış ne akla ne mantığa ne de insan olmaya uygundur. çünkü yasa olmadan özgürlük olmaz. yasa, özgürlüğün varlık sebebidir ve onu anlamlı kılan çerçeveyi oluşturur. 

hukuk ise yasaların, toplumsal düzeni ve adaleti sağlamak amacıyla oluşturulmuş sistemidir. özgürlüğün korunabilmesi için yasa ve hukukun varlığı zorunludur. yasa koyucu yada hukukçular olsun yasa olmasın... 

eğitimsiz bir bilincin bunu kavramasının zor olduğu bilindiği için devlet kavramı yaşamda yer bulmuş ve insanlar yerine devlet çalışanları düşünür hale gelmiş ve artık zorunlu olarak eğitim aracılığı ile doğru insanlar tarafından keşfedilir değil devlet tarafından empoze edilir olmuştur. ama biz eğitimli bir bilince var olduğumuzu varsaydığımız için bu problemi atlaratarak bahse konu edindiğimiz özgürlük üzerine düşünmeye devam edeceğiz. 

bir yanılgı olarak özgürlüğü herkesin canının istediğini yapması olarak düşünürsek, bu durumda başkalarının haklarını yok saymış oluruz. örneğin, futbol oynarken herkes kendi istediği gibi kurallara uymadan hareket ederse maç oynanamaz. biri topu eline alır, diğeri kaleyi yerinden söker, bir başkası oyunu bırakıp gider. böyle bir ortamda kimse ne eğlenebilir ne de oyunu oynayabilir. 

işte hayat da böyledir. özgürlük, sadece istediğini yapmak değil, başkalarının da özgürlük hakkı olduğunu bilmek ve buna göre hakaret etmektir. yani bu konu hukukçular yada devlet gibi kurumlardan ziyade insan bilincinin konusudur. 

hatalı bir özgürlük anlayışının tarih boyunca pek çok kötü örneğini biliriz. fransız devrimi, özgürlük için başlamış ama binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. 


çünkü özgürlük evrensel kurallar olmadan yaşanamayacak bir şeydir. eğer insanlar "ben özgürüm, canım ne isterse yaparım" yada "ben inandığım şeyi yaparım" derse, güçlü olanlar zayıf olanları ezer. böyle bir dünyada yaşamak ister miyiz? yada yaşam sürdürülebilir mi? herkesin hayvanlar gibi canının istediğini yaptığı ve radikal arzularının peşinden gittiği - kosun hüküm sürdüğü bir ortamda gerçek özgürlük olabilir mi?

bunu günlük hayatta da görebiliriz. trafik kuralları özgürlüğü kısıtlamak için değil, herkesin güvenli bir şekilde yolculuk yapabilmesi için vardır. eğer herkes kırmızı ışıkta geçerse, kaza olur ve insanlar zarar görür. "ben özgürüm, kırmızı ışıkta da geçerim" diyen biri aslında başkalarının özgürlüğünü yok saymış olur. özgürlük, sorumlulukla birlikte gelir. 

işte bu noktada yasa ve hukuk devreye girer. yasa, bireylerin özgürlüğünü sınırlandırarak toplumun düzen içinde yaşamasını sağlarken, hukuk ise adaletin gerçekleşmesini ve yasaların eşit şekilde uygulanmasını güvence altına alır. 

aslında yasa zorunlu ve kaçınılmaz olan hukuk ise akli bir ilkedir. doğa yasaları denir hani, kaçınılmaz olandır doğa yasaları. ama insan ve hatta doğayı dikkate alarak herkesin hakk ve hürriyetini konu edindiğimizde artık hukuktan bahsediyor oluyoruz.

bazı insanlar çalışmak zorunda olmayı özgürlüğün kısıtlanması olarak görür. ancak çalışmak, hayatı devam ettirmenin kaçınılmaz bir yoludur. eğer biri yaptığı işten memnun değilse, yasalara uygun şekilde işini bırakabilir ve kendisine yeni bir yol çizebilir. önemli olan, akılcı ve bilinçli seçimler yapmaktır. kimse bir işte zorla tutulamaz, ancak sorumluluk almak da özgürlüğün bir parçasıdır. hukuk, iş hayatında da adaletin sağlanmasını gözetir. insanlar sözleşmeler yoluyla iş ilişkilerini belirler, haklarını ve yükümlülüklerini bilerek hareket eder. 

bedensel kısıtlamalar da özgürlüğün bir engeli değildir. "nefes almak zorundayız, o halde özgür değiliz" demek safsatadır. yemek yemek, uyumak, yaşamak için gerekli hatta zorunludur. bunlar doğanın yasalarıdır ve bunları özgürlüğü kısıtlayan şeyler olarak görmek cehalettir. 

özgürlük, zorunlulukları kabul edip, onların içinde bilinçli kararlar verebilmektir. zorunluluklarla akıl mücadele edemez zaten. istediğiniz kadar mücadele edin 2*2=5 etmeyecektir. o halde bununla savaşmak ahmaklıktır. 

braveheart filminde william wallace'ın ünlü sözü  "onlar bizim hayatlarımızı alabilir, ama asla özgürlüğümüzü alamazlar." ile bahsedilen özgürlük, fiziksel bir durum değildir. özgürlük, insanın iradesiyle, baskı altında kalmadan, riskleri göze alarak kendi kararlarını verebilmesi demektir. hemde bazen en radikal şekilde (wallace'ın idam edildiği an dahi özgür olması gibi). 

hadsizlik değil ama özgürlük, başkalarının haklarını çiğnemeden, akıl ve vicdanla hareket etmektir. ancak bunun sağlanabilmesi için hukukun bilinç düzeyinde benimsenmesi gereklidir. hukuk, her bir bireyin özgürlüğünü koruyarak, toplumsal düzenin adil bir şekilde devam etmesini sağlar.

sonuç olarak, özgürlük düzensizlik, kaos ya da başına buyrukluk değildir. gerçek özgürlük, başkalarının haklarını da gözeterek bilinçli ve sorumlu seçimler yapabilmektir. başkalarının özgürlüğünü benimsemeden özgürlük olmaz. yani özgürlük yüksek bir bilinç gerektirir. 

eğer herkes "ben özgürüm, istediğimi yaparım" derse, ortada ne akıl kalır ne huzur kalır ne de düzen. bu yüzden, özgürlüğün anlamını doğru kavramak hem bireyler hem de toplumlar için çok önemlidir.

devlet kurmuş olmanız ve dolayısı ile anayasanızın olması dahi bazen özgürlüğün yaşamda yer bulması için yeterli değildir. 

örneğin evrensel insan hakları bildirgesini yazan insanlar kölelerini serbest bırakmayıp özgürlüğü kendileri ve kendilerinden olanlar için değer olarak görmüşlerdi. 

tam metin;

https://www.hsk.gov.tr/eklentiler/dosyalar/9a3bfe74-cdc4-4ae4-b876-8cb1d7eeae05.pdf

köleleri ile olan ilişkileri ve kölelerine bakış açıları;

https://www.monticello.org/thomas-jefferson/jefferson-slavery/

demekki özgürlük bireylerin bilişsel gelişimi ile mümkün ve evrensel bir değer haline geldiği an herkesi kuşatan bir değerdir ve dünya ancak bu şekilde ideal bir yaşam alanı olabilir. aksi halde herkesin özgürlük demesi, anayasa oluşturması ve hukuk devleti kurması dahi herkesi içine alan bir özgürlük için yeterli değildir. 

ama aklın yetkinliği sayesinde biliriz ki, diğer herkes bencil bir özgürlük anlayışına sahip olsa yada çarpık bir hukuk sistemi inşa etse dahi yine de biz özgür olamayı tercih edebiliriz. bkz william wallace... 

özgürlüğün etimolojisine bakacak olursak, türkçede "özgür" kelimesi "öz" ve "gür" kelimelerinin birleşiminden türemiştir. "öz" kelimesi, bireyin kendisine ait olan, saf ve içsel olan anlamına gelirken, "gür" kelimesi ise güçlü, engellenmemiş ve serbest anlamlarına gelir. bu bağlamda "özgür", bireyin kendi özüyle, kısıtlanmadan ilkeli bir şekilde var olabilmesi demektir. ilke zorunludur çünkü konu hayvan değil imsan (hatta hayvanların yaşam hakkı için dahi insanların ilkeli olması zorunludur)... 

ingilizcede "freedom" ve "liberty" gibi kelimeler özgürlüğü ifade eder. "freedom", eski ingilizce "freodom" kelimesinden gelir ve "bağımsızlık, ayrıcalık" anlamlarını taşır. 

"liberty" ise latince "libertas" kökünden gelir ve daha çok hukuki ve sosyal haklarla bağlantılıdır. 

eski yunanca'da "eleutheria" kelimesi de özgürlüğü ifade eder ve bireyin baskı altında olmadan kendi kararlarını verebilmesi anlamına gelir.

hukuk kelimesi arapça kökenlidir ve "hak" kelimesinden türemiştir. hak, bireyin sahip olduğu doğal veya yasal yetkilerdir. hukuk ise bu hakların düzenlenmesi ve korunması için oluşturulmuş kurallar bütünüdür. 

latince "ius" kelimesinin de hukuk anlamına geldiği söylenmiş ve adalet ile doğrudan ilişkilendirilmiştir. oysa latince "uis" kelimesi özünde, "güç" veya "kuvvet" anlamına gelir. 

fakat biz bunu biraz daha açtığımızda bu kelimenin latince dilbilgisi açısından "vis" (nominativede) şeklinde tekil bir isim olduğunu ve çoğul halinin "vires" olduğunu görürüz. türkçeye "vis" kavramının "vizyon" olarak geçtiğini bildiğimize göre bu kelime ile kastedilen güç yada kuvvetin somut değil soyut bir güç yani aklın gücü olduğunu çok rahat söylebiliriz. 

insan aklının gücü dediğimiz zaman insan bilincinin yetkinliği ve bu yetkinliğin sınırları üzerinde düşünmemiz icab eder fakat bu müstakil bir başka tartışmanın konusudur. 

nihayetinde yasa doğal ve zorunlu olan bireysel ve toplumsal kurallar (benim özgürlüğüm senin özgürlük alanında son bulur gibi), hukuk ise doğal olsun yada olmasın ama yine bireysel ve toplumsal kurallar bütünüdür (evlilik ve iş sözleşmesi yada toplumsal yaşamı mümkün kılan trafik kuralları gibi). 

toplumsal yada evrensel özgürlük ancak hukukun egemen olduğu zeminde mümkündür.

özgürlüğün sınırlarını belirleyen yasa hakim olmadan bireylerin hakları korunamaz, adalet sağlanamaz ve toplumda kaos meydana gelir.

dolayısıyla özgürlük, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bağımsız ama ilkeli hareket edebilme yetisiyle ilgilidir. ancak bu hareket alanı, başkalarının özgürlüğüne zarar vermeyecek şekilde sınırlandırılmak zorundadır. aksi halde insan bilinci ve hayvan bilinci diye bir ayrıma gidilemez. 

özgürlük, bireyin kendi özünü yaşarken aynı zamanda başkalarının da bunu yapmasına olanak tanıdığı bir denge içinde var olur. yasa ve hukuk olmadan özgürlük yalnızca bir yanılsamadan ibaret kalır. gerçek özgürlük, düzen içinde ilkeler ile var olan özgürlüktür... aksi halde özgürlük kavramı sizin hayal dünyanızın bencil bir oyuncağı olmaktan öteye gidemez... ☑️

19 Mart 2025 Çarşamba

politika ve siyaset üzerine...

resmi özellikle seçtim çünkü; en kötü durumda içinden çıkılması gereken bir labirent olmalıydı önümüzde ama her halukarda bir kaos ortamı var maalesef. 

çünkü; kılıçtaroğlu, erdoğan, bahçeli, özel yada imamoğlu'nu (yada trump, putin farketmez) konuşmaktan meseleleri kavramsal olarak ele alıp düşünmeye ayıracak vaktimiz (yada potansiyelimiz 🤭) yok gibi... 

politika ve siyaset, toplum yönetiminin araçları olarak varlık gösterirken, bunları icra eden politikacılar için en büyük öncelik kendi varlıklarını ve pozisyonlarını korumaktır. 

bu, sadece bireysel çıkarlarla sınırlı bir durum değil; mesleki zorunlulukların, sistemin dinamikleriyle birleşerek yarattığı bir kaçınılmazdır. 

politika yalnızca fikirlerin değil, güç dengelerinin de yönetimidir. dolayısıyla bir politikacı gerçekte neye inanırsa inansın, toplumun belirli kesimlerine hitap etmek, onların ilgisini çekmek ve desteğini almak zorundadır. aksi takdirde ayakta kalamaz. bu, siyasi sistemin kendisinin ürettiği kaçınılmaz bir problemdir.

peki, politikacı bu gücü elde etmek için ne yapar? modern demokrasilerde seçim kazanmak için milyonlarca, hatta milyarlarca dolar harcanıyor. siyasete girmek isteyen birinin bu parayı gözden çıkarması gerekiyor. 

burada kritik soru şu; biri neden bir devlet görevi için bu kadar büyük paralar harcar? saf bir kamu hizmeti aşkıyla mı? hayır. çünkü bir iş insanı, bir yatırımcı, hatta rasyonel bir birey bile, eğer bir şeye büyük bir meblağ yatırıyorsa, ondan daha fazlasını alacağını bilerek hareket eder. aksi takdirde zaten zihinsel bir özür yada kusur olduğunu varsayarız... 

bu, siyasetin en çarpıcı gerçeklerinden biridir. seçim için servet harcayan bir politikacı, seçildikten sonra bu parayı fazlasıyla geri almak zorundadır. bu yüzden de siyasi kararlarını, seçmeni değil, onu finanse edenleri mutlu edecek şekilde alır. büyük şirketler, ihaleler, medya kartelleri… halkın gözünde “hizmet” gibi görünen birçok icraat aslında bu güç sahiplerine borç ödemekten ibarettir. bu durumdan hiç bir siyasetçi kaçınamaz. 

aklınıza bu çözümlemenin aksine üç beş isim geliyor ise meseleyi kavramsal olarak ele almıyor, bir habere ikna edilmiş ve siyasetin içinde duruyorsunuz demektir. oysa resmin tümünü görmek için, resimden biraz uzaklaşmak zorunluluktur.

tam bu noktada özgür ve faal bir aklın siyasileri benimsemesi ve hatta onları anlamsız bir şekilde savunması meselesine geliyoruz. özgürlük, kişinin kendi düşüncelerini ve tutumlarını sorgulayabilmesiyle başlar. 

faal olmak ise, sadece düşünmekle kalmayıp bu düşünceler doğrultusunda hareket edebilmeyi içerir. 

ancak siyasi bağlamda, özgür ve faal olduğunu iddia eden bireylerin dahi, sıkça politikacılara bağlandığını ve onları savunmak durumunda kaldığını görüyoruz. 

eğer bu yaptıklarından para kazanmıyor yada siyasiler tarafından fonlanmıyor ise burada zihinsel bir özür olduğunu varsaymak zorlama bir yorum değildir. 

bu durumun bu hale gelmesinin birkaç temel nedeni var... 

öncelikle ideoloji, insanın dünyayı anlamlandırma biçimi olarak bir tür psikolojik güvenlik sağlar. bir insanın hayatı boyunca geliştirdiği değerler, inançlar ve aidiyetler, onun siyasi tutumlarını da büyük ölçüde belirler. 

bu nedenle dindar biri dindar bir politikacıyı, milliyetçi biri milliyetçi söylemde bulunan bir politikacıyı, cumhuriyetçi biri kendisini cumhuriyetçi olarak tanımlayan bir politikacıyı destekleme eğilimindedir. 

burada kritik nokta, politikacının gerçekten bu değerlere inanıp inanmadığı değil, söylemlerinin seçmen tarafından nasıl algılandığıdır. 

bu, bir tür ideolojik yankı odası yaratır; seçmen kendi dünya görüşüne uygun düşen figürü desteklerken, onun eylemlerini sorgulamaktan kaçınır. 

işin ironik tarafı, dindar seçmenin desteklediği politikacı kendi çıkarı için her türlü yolsuzluğu yaparken, dindar seçmen hala onun "halkın adamı" olduğuna inanır. 

milliyetçi seçmen, ülkesini satan politikacıyı "büyük lider" olarak görmeye devam eder. 

sosyal adaleti savunan bir kesim, fakirliği artıran (yada çözüm üretecek zamandan yoksun) bir yönetimi "ezilenlerin sesi" olarak alkışlamaya devam eder.

cumhuriyetçi seçmen, cumhuriyetin en temel değerlerini hiçe sayan bir politikacıyı başka gerekçelerle savunmaya devam eder.

politikacıların eğitimli ve nitelikli olup olmaması da çoğu zaman belirleyici olmaz. çünkü seçmenin büyük bir kısmı hukuk, siyaset bilimi ve sosyoloji gibi alanlarda eğitim almadığı için, bir politikacının donanımını ve gerçek yetkinliğini sınayabilecek kapasiteye sahip değildir. 

bu durumda, seçmenin politikacıları değerlendirme kriterleri daha yüzeysel hale gelir.

üörneğin bir politikacı sık sık dini referanslar veriyor, milli değerleri ön plana çıkarıyor veya mağdur edebiyatı yapıyorsa, bu onun liyakat sahibi olduğuna dair bir kanıt gibi algılanabilir. ama gerçek ne? gerçekte, liyakatten yoksun politikacılar her seçim döneminde kamu bütçesinden milyarlarca dolar harcayarak kendi propagandalarını yaparlar. halkın hastaneye randevu alamadığı, eğitimin çöktüğü, işsizliğin rekor kırdığı bir ülkede, milyonlarca dolarlık seçim kampanyaları düzenlenir. halkın cebinden çıkan paralarla, halkı manipüle etmek için yüzlerce saatlik televizyon reklamı, sosyal medya operasyonları, büyük miting organizasyonları yapılır. tüm bunların sonunda da halk, kendisini soyan insanlara alkış tutmaya devam eder.

mağduriyet söylemi de burada önemli bir faktördür. tarihte ve günümüzde pek çok politikacı, kendisini mağdur veya saldırı altında gibi göstermiş ve bu yolla büyük kitleleri etkilemeyi başarmıştır. çünkü insanlar doğaları gereği mağduru ve mazlumu desteklemeye eğilimlidir. politikacılar da bunu çok iyi bildikleri için, eleştirildiklerinde ya mağdur rolüne bürünür yada bunu genellikle halkın iradesine bir saldırı olarak yansıtırlar. bu da seçmen nezdinde politikacıya yönelik eleştirileri etkisiz hale getirir ve tam tersine politikacının desteklenmesini artırabilir. 

örneğin yolsuzluk yaptığı açıkça ortaya çıkan bir politikacı, buna yanıt olarak “bu bana karşı bir komplo” dediğinde, destekçileri bunu sorgulamak yerine bir komplo olduğuna inanır. 

bir diktatör, basını susturduğunda “ülkemizin bağımsızlığı için bunu yapmak zorundayım” dediğinde, halk gerçekten bağımsızlığının tehdit altında olduğuna inanır. gerçekte olan ise, sadece güç sahiplerinin koltuklarını korumak için halkı manipüle etmesidir.

bir diğer önemli faktör, siyasetin doğasında yalanın kaçınılmaz olmasıdır. siyasetçiler, en azından makyavelist bir perspektiften bakıldığında, toplumun tamamını tatmin edecek vaatlerde bulunmak zorundadır. ancak gerçeklik, çoğu zaman bu vaatleri yerine getirmelerine izin vermez. 

ekonomik, sosyal veya politik kısıtlar nedeniyle çoğu vaat ya ertelenir ya da tamamen unutulur. ancak politikacılar hiçbir zaman bunları birer başarısızlık olarak kabul etmez; bunun yerine, gerçekleştirememelerinin nedenlerini dışsal faktörlere bağlarlar. bu da seçmenin gözünde onların güvenilirliğini korumasını sağlar. çünkü halk, "şartlar zordu", "iktidar yada muhalefet izin vermedi", "dış güçler engelledi" gibi gerekçeleri kabul etmeye çoktan hazırdır. 

oysa gerçek, çoğu zaman basittir; politikacılar vaat ettiklerini hiç yapmaya niyetli değildi. sadece seçimi kazanmak için bu sözleri vermişlerdi.

insanların kendisini siyasetin dışında bağımsız bir gözlemci olarak konumlandıramaması büyük bir sorundur. insanlar siyaseti, bireysel yaşamlarına doğrudan dokunan bir şey olarak gördüklerinde, politik aktörlerle aralarına mesafe koymakta zorlanırlar. 

oysa özgür ve faal bir akıl, politikacıları birer meslek icracısı olarak değerlendirip, onların söylem ve eylemlerini sürekli sorgulamalıdır. 

ancak bu yapılmadığında, politikacılar toplum üzerindeki etkilerini sürdürmeye devam eder ve siyaset, rasyonel tartışmalardan çok duygu ve kimlik eksenli bir mücadeleye dönüşür. 

sonuç olarak da halk, kendi çıkarlarını koruması gereken mekanizmayı, kendi çıkarlarına aykırı çalışan bir oligarşiye dönüştürür.

en başta ele alınması gereken bir kavram tartışması olarak politika ve siyaset kavramları üzerinedw düşünmeden geçmemek gerek. 

politika ve siyaset kavramları sıkça birbirinin yerine kullanılır ama aslında farklı anlamlara gelir.

politika, daha genel bir kavramdır ve bir amaca ulaşmak için izlenen yöntemleri, stratejileri ve karar alma süreçlerini ifade eder. bu sadece devlet yönetimiyle sınırlı değildir. bir şirketin, bir sendikanın, bir ailenin hatta bireyin bile kendine ait politikaları olabilir. örneğin bir şirketin müşteri kazanmak için izlediği yol da bir politikadır, bir devletin eğitim sistemiyle ilgili aldığı kararlar da. politika, yönetim mekanizmalarını oluşturma ve yönlendirme süreci olarak tanımlanır. 

siyaset ise daha dar anlamda, devlet yönetimiyle ilgili güç mücadelesini ifade eder. siyaset, kimlerin karar alma yetkisine sahip olacağı ve bu yetkiyi nasıl kullanacaklarıyla ilgilidir. bu yüzden siyaset genellikle iktidar mücadelesi, seçimler, partiler ve siyasi figürlerle anılır. siyaset, insanların yönetim üzerindeki etkilerini artırma ve koruma sürecidir.

bu farkı netleştirmek için şöyle bir örnek verilebilir: bir ülkenin ekonomi politikası, ekonomik büyüme ve gelir dağılımıyla ilgili alınan tüm kararları kapsar. ama bu kararları kimin alacağı ve nasıl alacağı meselesi siyasetin konusudur. 

politika, bir toplumun nasıl yönetileceğini belirlerken, siyaset bu yönetimi kimlerin üstleneceğini ve bu süreçte nasıl bir mücadele verileceğini belirler.

bu ayrım önemli çünkü politik süreçler toplumun tamamını ilgilendirirken, siyaset genellikle belirli grupların çıkar çatışmalarıyla şekillenir. 

politik kararlar uzun vadeli etkiler yaratabilir ama siyaset genellikle kısa vadeli çıkar hesaplarına dayanır. bu yüzden de siyaset, politikadan daha kaotik, daha manipülatif ve çoğu zaman daha yozlaşmış bir alan yaratır. 

daha çarpıcı olan ise siyaset kelimesinin seyis kelimesi ile aynı kökten türemesidir.


velhasıl kelam kavramsal olarak siyaset ve politika üzerine düşünmek, mekanizmanın nasıl çalıştığını anlamaya ve dahası manupule edilmekten kaçınmaya olanak sağlarken, reel politik ile (isimler üzerinden) siyasetle ilgilenmek hem manupulasyona elverişli hemde insanı siyasetin bir fiil içine sokan bir tavırdır. 

insan mekanizmanın nasıl çalıştığını anlamadığı halde siyasetin içine girdiğinde kaçınılmaz olarak en az birine taraf olacak ve hatta belki de öznel beklentileri için sürekli yalan konuşan birinin yaşadığı sürecin nesnesi olacaktır sadece.

böylesi bir sürecin içinde aklın faal olması söz konusu olamaz. çünkü ne beklentiler size ait, ne onların çatışmaları ne de yaşanan süreç... 



yeniden düşünme üzerine düşünce denemesi...

düşünme eylemi, çoğu zaman yapılageldiği gibi yalnızca zihinsel bir uğraş, kelimelerle oyalanmak-oynamak ya da belli fikirleri tekrarlamak -...